Beyzbol sopalı santrafor!

Herkes şaşkınlık içinde ne yapacak diye beklerken, hakemlerin yanında duran rakip takımın kaptanının uzattığı eline, beyzbol sopasıyla öyle bir vurmuş ki, zavallı acıdan el sıkmayı unutmuş.

Nazım ALPMAN

 

Günlerden bir gün, özellikleriyle güzellikleri eşitsiz konuşlarda harmanlanmış bir ülkede, "şampiyonluğa oynaması için tasarlanan" bir futbol takımı kurulmuş.

Takımın santraforu dışında pek parlak futbolcuları yokmuş. Zaten buna gerek de yokmuş.

Santrafor sahanın her yerinde koşturuyor, bütün golleri de o atabiliyormuş.

Bu yüzden dikkat çekici bir oyuncu olarak ünlenmiş.

Futbolun ileri seviyede olduğu ülkelerin teknik direktörleri, bu yeni parlayan santraforu dikkatle izlemeye başlamışlar.

Onun hakkında "baş döndürücü gelişme gösteriyor" demişler.

Böylelikle üst üste pek çok şampiyonluk kazanan yeni takımda bazı futbolcularda yorgunluk belirtileri baş göstermiş.

Yorulanlar kenara alınıyor, bir daha da takıma dönemiyorlarmış.

Gel zaman git zaman, takımın neredeyse tamamı emekli olmuş.

Santrafor hariç… O arkasından koşan yeni oyuncularla, sahaya ok gibi fırlıyor, bütün maçları kazanma konusunda en küçük bir gerileme göstermiyormuş.

Ancak insan bedeni bu, zamanla o da yorulmuş.  Jübile yapmak yerine kendini yeniden yapılandırıp, bambaşka donanımlarla büyük bir reorganizasyon içinden geçerek, sahaya çıkmaya başlamış.

Güçlü santrafor artık maçlara çıkarken eline bir de beyzbol sopası almayı ihmal etmiyormuş.

Hem futbol oynuyor, hem de diğer spor dallarından alıntılar yapmayı ihmal etmiyormuş. Kimi zaman güreş, kimi zaman boks, kimi zaman hentbol, kimi zaman da ragbi, müsabakalarında görülen hareketleri de oyun stili arasına katıyormuş.

Onun yıllardır elde ettiği başarı, haklı olarak ona bir takım avantajlar da sağlıyormuş. Mesela otoriteler onun bu yeniliklerini futbola kattığı zenginlikler olarak değerlendiriyor, ancak başka takımlar ve futbolcularınca yapılmasının uygun olmayacağına hükmediyorlarmış.

Golcü santrafor günlerden bir gün yine bir yenilik ile sahalara çıkmaya başlamış. Eline bir beyzbol sopası alarak takımın en önünde saha fırlamış. Herkes şaşkınlık içinde ne yapacak diye beklerken, hakemlerin yanında duran rakip takımın kaptanının uzattığı eline, beyzbol sopasıyla öyle bir vurmuş ki, zavallı acıdan el sıkmayı unutmuş.

Hakem bu sırada havaya bakıyormuş, attığı paranın peşinden, yazı mı tura mı gelecek diye…

Para atışını da kazanan santrafor, maç başlayınca da elindeki beyzbol sopasını bırakmamış.

Kendi takımı korner atışı mı kazandı, hemen ceza sahası içine gidip beklemeye başlıyor, top havadan kendisine doğru gelirken, beyzbol sopasıyla rakip savunma oyuncularına o kadar güçlü iki darbe indirirmiş ki, öteki futbolcular neye uğradıklarını şaşırırlarmış.

Kaşı gözü patlayan, yerde acı içinde kıvranan rakip savunmanın arasından topu eline alan santrafor gölünü atar, beyzbol sopasını kaldırarak hakeme doğru koşmaya başlarmış.

Hakem bir gözü beyzbol sopasında bir gözü golcü santraforda, gol düdüğünü çalar, santra yuvarlağını gösterirmiş.

Buna benzer sayısız goller atar, takımını tek başına bulunduğu ligin dibine doğru itermiş. Çünkü bu ülkede yükselmek değil seviye kaybederek dibe yönelmek başarı kabul ediliyormuş.

Maçın sonunda rakip takım yediği goller kadar da zayiat verirmiş. Kolu bacağı kırılanlar, kendilerini şanslı kabul ederlermiş. Maçtan ağır yaralı olarak çıkanlar olduğu gibi sahada hayatını kaybedenlere de rastlanıyormuş.

Ancak bunların tümü, o ülkenin kendine özgü kuralları içinde normal-ötesi bir kabulle olağan karşılanıyormuş.

Maçların oynandığı günün gecesinde televizyonlarda spor yorumları yapan uzmanlar, eli sopalı santrafor ve takımının ne kadar koordineli bir futbol sergilediğini, pozisyon yaratmadaki ustalıklarını öve öve bitiremezlermiş.

Ertesi günkü gazetelerin tamamına yakını da benzer bir yaklaşımla sadece başarılı olan takımın değerlendirmesini yaparlarmış.

Geleceğe yönelik olarak da tarihi manşetler atarlarmış:

-Beyzbol sopalı santrafor, kimseyi kazımıyor, devamlı kazanıyor!

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi