Berat’ın 'Berbat' şakası

Berat’ın 'Berbat' şakası
Akciğer kanseri olduğunu öğrendikten sonra yaptığı son telefon konuşmasında 'Adana’da buluşuruz' sözü almıştı. Berat belki de ilk kez bize verdiği sözü tutamadan göçtü ışıklar yoluna.

Cengiz MUMAY


ARTI GERÇEK- Bugün son yolculuğuna uğurladığımız Berat Günçıkan’la, "Ora" diye anılan Güneydoğu’nun "ateşe düştüğü" 80’lerin ikinci yarısında kesişti yolumuz. Cumhuriyet Gazetesi’nin Güney İlleri Bürosu’ndaydık. Savaş Ay’ın şu an ışıklar içinde olan mekanında kulakları çınlasın; "zıpkın gibi, fişşek gibi" bir kadroyduk. En deli 20’li yaşlarımız. Gazetecilik ödüllerine ambargo koymuştuk.

Celal Başlangıç şefliğinde sekiz, on kişilik bir ofisti burası. Berat Günçıkan, Mehmet Aka, İlker Maga ve ben, kimine göre bu ekibin "dörtlü çetesi", bize göre "dört yakın can"dı.

700 kilometre öteden Güneydoğu’ya hakim olmaya çalışıyorduk. İşkence feryadına, faili meçhule, bombalanan karakola kadar tüm dramlara koşturur dururduk. O zorlu coğrafyada onbinlerce kilometre yol yaptık. İki arkadaşımızı da kazada kaybetmek bizim payımıza ayrılmıştı.

Adana’dan Güneydoğu’ya gelirken Celal Başlangıç’ın da bulunduğu arabamız feci bir kaza yapmış, İdari İşler Müdürümüz Cebrail Demir ile sürücümüz Kadir Kağnı hayatını kaybetmişti. Celal abi ağır yaralı olarak kurtulmuştu.

O sıralar Diyarbakır’da bekliyordum onları. İkisi hiç gelemedi, Celal abi ağır yaralı olarak helikopterle yetiştirilebildi.

Cebrail abi, sevecen tavırları, yardımsever kişiliği ve güzel dostluğuyla güzel bir abiydi bizim için. Bir süre Celal abiyle ilgilendikten sonra Adana’ya döndüm. İlk işimiz soluğu Eski Onbaşılar’da almak oldu. Rakı içip Cebrail abiyi anma fikri Berat’ındı. Kadehlerimiz eksikliği hissedilir bir şekilde Cebrail abi için kalktı. Berat her gün tükettiği dört paket Samsun’un sonuncusunu o masada bitirdi.

O bir şekilde Eskişehir’den kopmuş, ben Siirt’ten, İlker ve Aka’nın yerlisi oldukları Adana’da buluşmuştuk. Su sızmaz bir dostluktu. Diyarbakırlının deyimiyle "aramızdan sigara kağıdı geçmez"di. Evlerimiz bir komün havasındaydı. Hesapsız, kitapsız, deli dolu halde günleri tüketiyorduk.

Bugün Berat’ın acı haberini verdiğim Aka’nın da söylediği gibi, "ayrılmaz bir bütün"dük.

Aka’yı biraz daha deştim, Berat’ın ardından yazacağım bu yazıyı zenginleştirmek için:

"Edebi yönü bizden daha güçlü bulduğum için, çektiğim her fotoğrafı, altını nasılsa Berat doldurur diye çekiyordum. Bunda da yanılmadım çoğu kez. İyi muhabirliğinin yanında, edebiyatçılığı öne çıkan bir kardeşimdi. Bir dostu kaybettim Cengo. Çok zor be!"

‘Bana yarım duble rakı versene’

O yıllarda Berat ile ilgili olarak meslek aşkının dışında ön plana çıkan iki şey, içkisi ve sigarasıydı diye ekledi Aka... Akciğer kanseri olduğunu öğrendikten sonra yaptığı son telefon konuşmasında "Adana’da buluşuruz" sözü almıştı. Berat belki de ilk kez bize verdiği sözü tutamadan göçtü ışıklar yoluna.

Berat geçen sene Aka’yı arar. Hizbullah kurşununa kurban giden o dönemde Cumhuriyet’in Ceylanpınar Muhabiri olan Hüseyin Deniz ile ilgili olarak bir şeyler sorar. İngiltere ve İsviçre’den kendisine ulaşan Hüseyin Deniz’in yakınları, hazırlayacakları bir kitabın önsözüyle ilgili olarak Şanlıurfa’da hastanede bulunduğu sırada yanında olan gazeteciyle bağlantı kurmak istiyorlarmış. Hatta, "Şanlıurfa’dan Diyarbakır’a sevk edilirken Hüseyin Deniz’in ilaçlarını kucağına alarak ambulansa yetiştirmeye çalışan Cumhuriyet Muhabirini" arıyorlarmış. Berat da, "Bu fırlama ya Mehmet Aka ya da Cengiz Mumay’dır" diye yanıtlar. Berat’ın en çok güldüğüm, yıllardır garsonlardan rakı isterken sık sık kullandığım cümlesi ise şöyle;

Berat rakıda "tek" demeyi bilmezdi. Onun için rakı hep "duble" demekti...

1980’li yıllarda işimizin aciliyeti dolayısıyla çok dar bir zamanda gittiğimiz meyhanede garsona "tek" demekten utandığı için olsa gerek, "Bana yarım duble rakı versene" sözleri çıkıvermişti bir anda ağzından. Sonra Aka’yla birbirlerine bakıp gülüşmüşlerdi.

Muzip bir gülüşü vardı. Hep yaramaz çocuk edasında. Neşe kaynağımızdı.

Bir gün pavyona gideceğim diye tutturdu. İki erkek arkadaşımızla taksiye bindi. Daha gitmeden tavrını belli etmiş, taksinin ön koltuğuna kurulmuştu.

Başka bir günde 60’lardan fırlama bir Belgin Doruk saçıyla gelmişti büroya. Islık öttürmüştük haspalığına. Sonra nedenini anlattı. Gittiği kuafördeki acemi bir çırak, "abla sana ben güzel bir saç yapmak istiyorum" demiş: "Ben de onu kırmadım, Belgin Doruk oldum! Ne gülüyorsunuz ibneler!"

90’ların başında ben ve Berat Adana’dan ayrıldık. Yollarımız İstanbul’da kesişti yeniden. Aylarca aradan sonra da görüşsek hiç mesafe kaybetmeden devam ederdik kaldığımız yerden.

Sağanak yağmur altında Karacaahmet’teki camiyi doldurmuştu dostları. Hayatında değdiği herkes oradaydı. Celal abi aradı. Kötü haber tez yayılarak Köln’e kadar ulaşmıştı. Cenaze törenindeydim o an. "Berat’ı sen yazar mısın" diye rica etti. Zor bir görevdi. Kardeşimi kaybetmiştim. "Tabii ki patron" diyebildim sadece. Bilgisayarın başına ulaşmayı başarınca koyuldum yazıya. Arada Aka’yla telefonlaşarak en azından bu görevi yerine getirmeye çalıştım.

Adana’ya ilk yerleştiğim günlerde beni günlerce evinde konuk etmiş, dostluğunu, güler yüzünü eksik etmeden yaşamı benimle paylaşmıştı. Bana çok takıldığı ilk günlerde, çömezliğimi kabullenerek pek yanıt vermezdim. Bir gün toplantı masasında feci intikam aldım ondan. O da beğenmişti, "Berat" yerine "Berbat" dememi…

Bugün yaptığı "Berbat" bir şakaydı.

Güle güle Berat.

Öne Çıkanlar