Dilek Dündar: Türkiye’de her şey çok gizli yapılıyor, gizli bir korku, gizli bir faşizm

Dilek Dündar: Türkiye’de her şey çok gizli yapılıyor, gizli bir korku, gizli bir faşizm
Geçen hafta yayımladığı videoyla çok uzun zamandır süregelen sessizliğini bozan Dilek Dündar’la bir araya gelip şimdiki hayatını konuştuk.

Seran VRESKALA


ARTI GERÇEK – Tam 2,5 yıl olmuş eşini ve çocuğunu görmeyeli… Telefon ve kamera aracılığıyla iletişim kurabiliyorlar elbette ama bu süre boyunca bir kadının eşine dokunamamasını geçtim, bir annenin evladını koklayamamasını, hayatı boyunca hayalini kurduğu oğlunun mezuniyetine gidememesini tahayyül bile edemiyorum. Hem çok kızmış hem çok hüzünlenmiş ama en çok kırılmış. Zaten sükunetini de bu yüzden bozmuş. Can Dündar’ın kariyeri boyunca hiçbir zaman çok göz önünde olmadı Dilek Dündar, hiçbir zaman varlığını birilerinin gözüne sokmaya çalışmadı. Çok uzun zamandır süregelen sessizliğini de geçen hafta yayımladığı bir videoyla bozdu. Adalet arayan bir kadının, bir annenin isyanı vardı o videoda… Video o kadar çok ses getirdi ki şimdi bütün gözler üzerine çevrildi, kendisi de bu kadar büyük bir tepkiye yol açacağını hiç tahmin etmiyormuş. Kendisini bu konuda adeta bir emsal olarak görüyor ve mücadeleden vazgeçmeyeceğini söylüyor. Eşine ‘FETÖcü’, ‘casus’, ‘vatan haini’ diyenlere sadece gülümsüyor.   

ODTÜ’de ekonomi okumuş, mastırını da orada yapmış. Çok iyi bir kariyeri olmasına rağmen herkes onu ilk kez 3 yıl evvel Can Dündar’a yapılan silahlı saldırıda, saldırganın suratına müdahale ederek nişan almasını engellemeye çalışmasıyla tanıdı. Bir kadın, bir eş, bir anne ve bir insan olarak çok zor günlerden geçiyor; üstelik yakında satın aldıkları ama -tapu müdürü yazlık evlerini satışa çıkarmaktan çekindiği için- kredisini ödeyemedikleri evini de kaybedecek; bu konuda ‘Ne yapalım, giden ev olsun’ diyor. Her şeye rağmen cıvıl cıvıl bir kadın. Zarif bir kahkahası var. Başına gelenler yüzünden kendisini eve kapatmamış ama çok eğlenmeye de müsaade etmiyor. Özel günlerde çok melankolik hissediyor, bu yüzden yılbaşında çok davet gelse de hiçbir yere çıkmıyor. Kendi arkadaşları onu hiç yalnız bırakmamış ama Can Bey’in tarafındakilerden onları terk eden çok olmuş. Çok okuyor, okuyamadığı zamanlarda ise dikiş-nakış yapıyor; elbiseler, bluzlar, yakalar, manşetler dikiyor. ‘Ya bir daha eşinizi ve çocuğunuzu göremezseniz…’ diye sorduğumda; ‘Ömür boyu sürecek değil ya, bugüne kadar ne ömür boyu sürmüş Allah aşkına’ diye cevap veriyor.

"BİZİM TROLL ORDUSUNDA DA KUMAŞ BU DEMEK Kİ"

- Eşinizin attığı bazı tweetlerin altındaki yorumlara bakayım dedim, destekleyeniniz çok ama aynı zamanda öyle çirkin yorumlar vardı ki bazılarını resmen okuyamadım. Siz onları okuyor musunuz, okuyorsanız ne hissediyorsunuz?  

Arada bakıyorum ama gülüp geçiyorum. Saçma yorumlar, bel altı vurmalar, küfürler, hakaretler… Bir tane troll bir şey yazmıştı, bayıldım; ‘Bu kadın kıskanmıyor, marjinal bu’ diye… (Gülüyor) Ancak şu son videomdan sonra çok yorum geldi, bazılarına bakayım dedim, bayağı seksist videolar yollamışlar. Hemen onları engellemeye başladım.  

- O kadar çoklar ki hepsini engelleseniz yenileri çıkacaktır.  

Öyle. Ben de nasıl şikâyet edilir, nasıl müdahale edilmeli çok da bilmem ama elimden geleni yaptım. Bayağı bildiğin pornografik görüntüler yollamışlar. Bir çirkinlik, ucuzluk! Benim onlarla aynı dilden konuşmam mümkün değil. Bunlar kötülükten başka hiçbir şey bilmeyen bir troll ordusu; ama bunlar çağımızın da bir sorunu zaten. Herkes çekiyor bunlardan. O yüzden çok ciddiye almamak lazım.  

- Sosyal linç diye bir şey var artık.  

Yaşadığımız bu zaten. Yani bütün dünyada ekonomik sistemin çökmesiyle dijital bir çağa geçildi. Habermas bu dünyaya ‘Dijital Feodalizm’ diyor; orada hiçbirimizin bilmediği birtakım datalarla insanlar ülkeleri yönetiyorlar, seçimleri etkiliyorlar vs.  

- Rusların Amerika’daki seçimleri etkilemesi gibi…    

Evet. Böyle bir güçle özellikle Arap Baharı’nda devletlerin nasıl manipüle edildiğini öğrendik. Artık resmen devletlerin kendi troll orduları var. Bizim troll ordusunda da kumaş bu demek ki. (Gülüyor) Sürekli küfür eden bir troll ordusuyla karşı karşıyayız. Halbuki troll ordusu fikir üretir, karşı fikir sunar ki bir yararı olsun bari en azından; benim de hiç küfür literatürüm yoktur. Onların da büyük bir kelime dağarcığı yok tabii, kelimeleri de doğru düzgün kullanamıyorlar. Sizin telaffuz bile etmeyeceğiniz kelimeleri doğru düzgün yazamıyorlar bile.  

Trollerin çok eğitimli bir sınıftan geldiğini düşünmüyorum açıkçası. Yani iyi eğitimli, ahlaklı biri kendi isteğiyle insanlara bu şekilde saldırmayı kabul etmez bence.  

Yazık yani. Dediğim gibi öyle yorumlara gülüp geçiyorum. Çok büyük bir uçurum var artık insanlarla aramızda ve bu çok tehlikeli. Büyük bir bölünme yaşadık. İnsanlar bayağı taraf olmaya ve birbirlerine tahammül edememeye başladı. Karşısındakini, kendi gibi düşünmeyeni direkt düşman olarak görmeye başladı. Özellikle Türkiye gibi bir ülkede bu en büyük tehlikedir.  

- Bu Gezi ile birlikte başladı sanki, ‘yüzde 50’yi evde zor tutuyorum’ söylemiyle…  

Evet. Asıl tehlikeli olan, galiba o taraf silahlanıyor.  

- 15 Temmuz’dan sonra envanterden 106 bin küsur silahın kayıp olduğu ortaya çıkmıştı.  

Onların dışında, silah almak da artık o kadar kolaylaştı ki. İsteyen herkes silah sahibi olabiliyor. Biz oğlumuza oyuncak silah bile almadık. Oralardan buralara geldik.  

- Bir faşist dalga bütün dünyayı ele geçiriyor sanki. 

Maalesef. Yabancı gazeteler benimle mülakata geldiklerinde, bütün dünyanın tehlikede olduğunu söylüyorum. ‘Dünyanın bütün işçileri birleşin’ diye bir söylem vardır ya, bu şimdi ‘dünyanın bütün demokratları birleşin’ olmalı. Demokrasiye inanan herkesin birleşmesi gerekiyor. Dünya ekonomisi büyük bir krizde şu an. Liberalizm de öyle. Tarihte bunun örneklerini çok gördük, kriz durumlarında böyle yönetimlerin ortaya çıkması kaçınılmaz. İnşallah 1’inci ve 2’nci Dünya Savaşları’ndaki gibi çılgınlar ortaya çıkmaz, ki varlar. Ekonomide yeni bir sistem kurulsa da bu menfaat çatışmaları bitsin ve dünya bir rayına otursun. 

- Mesela Trump çok rahat bir şekilde herhangi somut bir dayanağı olmamasına rağmen ülkesinin tehlikede olduğunu iddia ederek olağanüstü hâl ilan etti.  

Etti ama orada buna direnen insanlar, gazeteciler var. Hepimizin, insanlık adına bütün dünya olarak birleşmemiz lazım, bu dalgayı başka türlü atlatamayız. O kadar azınlıkta kaldık ki! Bütün o eğitimini aldığımız, birlikte büyüdüğümüz insan hakları, kardeşlik, demokrasi gibi değerleri kaybediyoruz. Bunları tekrar yerine koymak lazım. Bizim kuşak bu konuda bayağı bir uğraştı, sıra sizin kuşakta artık. (Gülüyor) 

- Ben de gençlere güveniyorum valla. Gezi’de gençlerin hiç de öyle bahsedildiği gibi apolitik olmadıklarını gördük mesela.  

Ama şöyle de bir şey var, ben de Gezi’den heyecanlanmıştım ama siyasi bir omuriliği yok idi, o yüzden çabuk dağıldı, bundan dolayı şimdi Gezi için dava açtılar, Kavala üzerinden. Onu genişletecekler şimdi. 

- İyi de herkesi hapse atamazlar ki. Kaç milyon insan vardı orada! Gerçi Mehmet Ali Alabora ve Kavala ile başladılar.  

İşte, orada Mehmet Ali’yi savunmak gerekiyordu. Çok eksik kaldı. Çok büyük hatalar yapıldı. Hani Naziler döneminde Niemoeller isimli rahibin bir sözü vardır; ‘Önce komünistler için geldiler, bir şey demedim çünkü komünist değildim, sonra Yahudiler için geldiler, bir şey demedim çünkü Yahudi değildim, sonra sendikacılar için geldiler, bir şey demedim çünkü sendikacı değildim, sonra Katolikler için geldiler, bir şey demedim çünkü Katolik değildim, sonra benim için geldiklerinde ise çevremde benim için bir şeyler diyecek kimse kalmamıştı’… Aynı hesap işte.  

- Salı günü Gezi davası dosyasında Kavala, Alabora ve eşinizin de içinde bulunan listede 16 kişi hakkında ağırlaştırılmış müebbet istendi. Ne düşünüyorsunuz?   

Ne diyebilirim ki? Kavala iddianamesiz yattı o güne kadar, işte. Neredeyse 1,5 yıldır içeride. İnsan hakları Mahkemesi ‘serbest bırakın’ diyor, başka davadan alıyorlar. Adalet çürüdü. Adaletin bir şekilde rayına oturması lazım ama bunun nasıl yapılabileceğine dair bir fikrim yok. Siyasi vesayeti muhakkak adaletin üzerinden kaldırmak gerekiyor ancak o zaman belki düzelebilir. Çok umutsuzum aslında ama Gergerlioğlu, Cihangir İslam, Hüda Kaya gibi isimler, Cumartesi Anneleri gibi çok iyi mücadele eden kadınlar bana umut veriyor. Hayranım hepsine…   

"PASAPORT KONTROLÜNDE BANA ‘PASAPORTUNUZ KAYIP GÖZÜKÜYOR’ DEDİLER. NASIL KAYIP, ELİMDE İŞTE DEDİM" 

- Geçen hafta paylaştığınız videonun bu kadar ses getireceğini düşünmüş müydünüz? 

Biraz ses getireceğini düşünüyordum çünkü çok uzun zamandır hiç konuşmadım, bir şey yapmadım, onun için konuşmam iyi olur diye düşündüm. En azından tarihe bir not düşmekti amacım. Bence herkesin böyle konuşması lazım çünkü yaşananlar unutulup gidiyor.  

- Videoyu çekene kadar sizin İstanbul’da olduğunuzu bilmeyenler varmış. 

Evet. İnsanlar gittiğimi düşünmüşler. Ama maalesef gitmedim, buradayım, hala Anayasa Mahkemesi’nden karar bekliyorum. Bir yıl oldu, bakmıyorlar dosyaya. Bakalım ne zaman bakacaklar?  

- Bir anlamda dediğiniz gibi rehin tutuluyorsunuz, sadece hücreniz daha geniş.  

En acısı oğlumu görememek. O çok fena geldi bana. Videoda da söyledim; en kötüsü hayatımız boyunca beklediğimiz o mezuniyetine gidemedim, kameradan izledim. Yanında olamadım. Elini tutamadım. (Gözleri doluyor ama sesi titremiyor) O durum beni hem çok hüzünlendirdi hem çok sinirlendirdi hem çok hırslandırdı. Hırsla olacak bir şey değil tabii ama çok üzdü beni. Sadece mezuniyetinde değil bir sürü olayda yanında olamıyorum ve bir anne olarak bu çok üzüyor beni.  

- Neden en başta beraber gitmediniz? 

Aslında şöyle oldu; Anayasa Mahkemesi kararıyla Can hapisten çıktı, buradaydı. Bir sürü defa yurtdışına söyleşilere gitti geldi. Sonra Haziran ortalarında bir kitap yazmaya karar verdi. PEN burs vermek istedi, Barselona’ya kitap yazmaya gitti. Yani Can dönmemek üzere gitmedi. Sonra 15 Temmuz olunca avukatlar dönmemesini tavsiye ettiler. Can buna çok üzüldü hatta dönmek istedi ama ‘bu defa alırlarsa asla bırakmazlar’ dediler. Onun üzerine Ağustos başında yanına gittim. Can’la bu konuda ne yapabiliriz diye konuştuk. Ben de dönmesini istemedim, her şeyi ben hallederim, sana gelir giderim dedim. Can dönmeme kararı üzerine gerçekten çok mutsuz oldu. Geçecek nasıl olsa bu günler diye döndüm ülkeye. 3 Ağustos’ta döndüm, pasaportum da 4 Ağustos’ta iptal edilmiş.  

- Döndükten 1 gün sonra… Gelmenizi beklemişler demek.  

Bilmiyorum. İptal edildiğini ben sonradan öğrendiğim için. Bizim Tarçın isminde bir köpeğimiz vardı. Onunla ilgilenilmesi lazımdı sonuçta, aşıları var falan. İşte ben bunlarla uğraşıyordum. Can’ın Almanya’da kitabı basıldı bu arada, onun tanıtım etkinliği vardı. Tarçın’ın aşı süresi dolsun da 1 haftalığına Almanya’ya yanına gideyim dedim ve havaalanına gittim. Pasaport kontrolünde bana ‘pasaportunuz kayıp gözüküyor’ dediler. Nasıl kayıp, elimde işte dedim. Havaalanı karakoluna aldılar beni.  

- Bagajları vermiş miydiniz?  

Tabii. Bagajlarımı verdim, uçağa yüklendi. Biniş kartımı aldım, hatta hala saklıyorum hatıra olsun diye. Beni bir odaya aldılar ve uzun bir süre beklettiler. Sonra gelip ‘pasaportunuza el koyuyoruz’ dediler. Sebebini sorduğumda ‘İstanbul Valiliği’ne sorun’ dediler. Bunun üzerine valiliğe yazı yazdık, elimize ‘ülkenin güvenliği açısından ülkeyi terk etmesi sakıncalı bulunmuştur’ yazılı bir kâğıt verdiler. Halbuki ben ülkenin güvenliğini sağlayan bir kadınım. (Gülüyor)  

- Mahkemeye başvurdunuz tabii.  

Evet. İdare Mahkemesi’ne başvurduk. Mahkemeler uzun sürüyor ülkemizde biliyorsunuz. Mahkeme başvurumuzu KHK’ya dayanarak reddetti. Sonra İstinaf Mahkemesi’ne gittik, orada da reddedildik. En sonunda da Anayasa Mahkemesi’ne başvurduk. Ve ben 3 Eylül 2016’dan yani tam 2,5 yıldan beri burada rehin tutuluyorum.  

- Ne hissediyorsunuz? 

Çok acı hissediyorum, ülkenin bu hale gelmesine çok üzülüyorum… Özgür olamamak korkunç bir şey, ki ben çok özgür ruhlu bir insanımdır. İstediğim zaman bir yere gidebilmek benim için çok önemli. Türkiye içinde gidebiliyorum Allah'tan ama ailem yurt dışında. Bazen ‘bunu yapanlar kendileri de aynını yaşasınlar’ duygusu geçiyor içimden. Ama geçmişe bakın, Türkiye’de bunlar yaşandı yaşandı yaşandı, kimse de bir şey görmüyor. (Acı acı gülümsüyor)  

- Destek görüyor musunuz bu arada?   

En başta çok büyük destek vardı, yavaş yavaş o çekiliyor zamanla. İnsanlar zaten iletişimi o kadar koparmışlar ki gittiğimi düşünmüşler. Bu dönemde bana boşan diyen oldu, illegal yollarla git diyen oldu ama ben her şeye rağmen sanki emsal teşkil edecekmişim, emsal kadınmışım gibi hissettiğim için burada ve ayakta kalıp mücadele etmeye karar verdim. Zaten biz hep böyle büyüdük, böyle eğitim aldık. Pes etmeyi değil mücadele etmeyi öğrendik.  

"TAPU MÜDÜRÜ ‘BU ÜLKEDE MİLLETVEKİLLERİ TUTUKLANIYOR, BEN Mİ TUTUKLANMAYACAĞIM’ DEDİ" 

- Bir de ev meseleniz var.  

Evet. Krediyle aldığımız ev. Onunla ilgili bile bir sürü yalan haber yaptılar. Yok faizsiz kredi aldılar da falan… Faizleri paşa paşa ödedik. Sonra da banka krediyi daha fazla uzatmayacağını söyleyince geri ödemem gerekti. Tabii ödeyemiyoruz, o yüzden yazlık evi satalım dedik ki krediyi kapatalım. Evin üzerinde de herhangi bir şey yok. Can’la ortaktır bütün mal varlığımız… Ama tapu müdürü ‘ben bunu tek başına satamam’ dedi. Ben ‘ne münasebet, evin üzerinde bir şerh yok, bir şey yok’ deyince ‘Ankara’ya sormam lazım; benim bakanım çıkmış, televizyonlarda benden habersiz işlem yapılmayacak demiş, ben bunu duymamazlık edemem’ diye bir cevap verdi. Bu ülkede milletvekilleri tutuklanıyor, ben mi tutuklanmayacağım dedi.  

- Ama bu arada beklediğiniz için verilen süre de doldu.  

Evet. Bizi beklettiği için limitimiz doldu ve banka evimize el koydu. Haciz işlemlerini başlattı, işte satılacak. Bunlar acayip ağır şeyler. Başta çok fena oluyorsun ama sonra kendimi helak edersem ne olacak diyorsun. Yapmak istedikleri bu zaten. Seni perişan etmek.  

- Sizi çökertmeye çalışıyorlar yani.  

Çökmeyeceğim ama; evse ev, giderse gider. (Gülüyor)   

- O kadar destek vardı, banka konusunda yardımcı olamadılar mı? 

Aslında eski dostlar çok destek oldular sağ olsunlar ama Can’ın sadece meşhur olduğu için yanında olan birtakım sahte dostlar diyeyim, onlar bir anda yok oldular ortadan.  

- Bu dönemlerin en olumlu tarafı bu sanırım, kimin gerçek olup olmadığını görüyorsunuz.  

Evet, anlıyorsun gerçekte kim olduklarını. Hatta benim tuhaf bir önsezim vardır; kimin gerçek dost olduğunu kimin olmadığını bilirim. Çok güvenmemek lazım derdim birileri için ama Can çok naiftir, herkese güven hisseder; sonuçta maalesef haklı çıktım. Ama benim kendi arkadaşlarım, dostlarımdan yok olan olmadı hiç. Onlar her zaman çok sağlam durdular.  

"DÜŞÜNSENE, EMİN ÇÖLAŞAN’A BİLE FETÖCÜ DEDİLER. YOK ARTIK!" 

KHK’lar ilk çıkmaya başladığında ihraç edilen herkes konuşmaktan çekindiği için Osmaniye’ye gitmiştim. Orada ismini vermeyen bir ilkokul öğretmeniyle yaptığım söyleşide toplum dışına itildiğinden ve en yakınlarının bile onu terk ettiğinden bahsetmişti. Hatta ‘buradaki solcular hapisten çıktığında suratlarına bile bakmamıştım ama başıma böyle bir şey geldiğinde kapımı ilk çalan onlar oldu. Şimdi bu duygunun nasıl bir şey olduğunu o kadar iyi biliyorum ki, kimin başına ne gelse ilk giden ben olacağım’ demişti.   

Tabii, çok önemli oluyor. İnsanlara ihtiyaç duyuyorsun. Toplum dışına itilmek, tecrit gibi… Kim söylemiş bilmiyorum ama şöyle bir söz vardır; ‘dost dediğin iyi günde telefon açarak gelir, kötü günde direkt kapını çalar’… Öyle bir şey bu.  

- Korkuyorlar tabii. 

E, öyle. İnsanlık hali. Hep bir korkuları var, bana da bir şey olur, beni de alırlar diye.  

- Bu korkuya rağmen bir şey yapmak daha değerli ama.   

Evet ama bütün tarih boyunca böyle olmuştur. Demin Naziler için söylediğim sözü hatırlayın; onlar için de geldiklerinde artık kimse kalmamış olacak. Türkiye’de her şey çok gizli yapılıyor. Gizli bir korku var. Gizli bir faşizm var. Her şey normalmiş gibi… Sokağa baktığınızda bir baskı unsuru olduğunu hissetmiyorsunuz. Ama o kadar alttan, o kadar derinden ve o kadar gizli bir baskı var ki! Kimse korktuğunun farkında bile değil belki ama işte tapu müdürüne gidince anlıyorsunuz durumu… Ben anlıyorum onun korkusunu. İçsel bir korku bu. Bazı arkadaşlar bana direkt telefon açmıyorlar mesela, bir arkadaşı vasıtasıyla haber gönderiyorlar, telefonu kesin dinleniyordur onun diye…  

- Dinleniyordur büyük ihtimalle.  

Dinlesinler, ben gizli bir şey konuşmuyorum ki! (Gülüyor)  

- Beni de uyaranlar oldu, bu kadınla röportaj yaparsan 'FETÖ'cü olarak damgalanırsın diye…  

Bir de FETÖ'cü olacak son insanlarız biz, hatta son insan bile değiliz. (Gülüyor) Gerçi artık herkesi FETÖ'cü olarak damgaladıkları için bunu yutmamaya başladı insanlar. Düşünsene, Emin Çölaşan’a bile FETÖ'cü dediler. Yok artık! Bazen ‘bunları acaba FETÖ mü yapıyor’ diye de düşünüyorum… 
 
- Paranoyak olduk artık. Her şeyin altında bir şey arıyoruz. 

Bir şey olduğu zaman sürekli ‘bunun altında ne var, bundan kim kazançlı çıkar’ diye düşünüyorum. Dolayısıyla o yapmış olabilir diye arada aklıma gelmiyor değil! 

- Can Bey, Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olduğunda ve MİT tırlarıyla ilgili haber yaptığında böyle şeyler yaşayacağınız hiç aklınızın ucundan geçmiş miydi? 

Can yumuşak bir insandır ama yazısına ve işine karışılmasından hiç hoşlanmaz. Çok istifaya yatkın bir insandır, gerektiğinde hemen işten ayrılabilir. Bu yüzden Can işsiz kalabilir, atılabilir ya da hapse girebilir diye düşünürdüm, çünkü Türkiye’de gazetecilerin kaderidir bu, ama bu kadarını hiç düşünmemiştim. Hele benim pasaportumun iptal edileceği aklımın ucundan bile geçmemişti.  

- Devletin hedefindeki kişi siz değilsiniz ama ailesi olduğunuz için sizin cezalandırılmanız çok kötü.  

Buna benzer durumları kabile devletlerinde görürsünüz zaten. Bütün aileyi cezalandırırlar. Bu hukuk sisteminde olacak iş değil!   

- Eşiniz için "vatan haini" denmesi size ne hissettiriyor? 

Vatan sadece onların değil ki! Vatan bizim vatanımız, onlar kim ki vatan haini diyebiliyorlar.  

- Peki pasaportunuzun geri verileceğine dair bir umudunuz var mı? 

Vallahi dayanamazlar gibi geliyor bana. Sadece bu durum için değil, çok kötülük yapılıyor. Ben 2 ay sonra falan İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru yapacağım. Türkiye’nin adı kötüye çıkıyor, en çok ona üzülüyorum. ‘Vay ülkemizi dışarıya şikâyet ediyorlar’ diyorlar ama bu ‘evde dövelim ama komşulara şikâyette bulunmayalım’ demek, asıl içeride dövmemek lazım.  

SADECE CAN DÜNDAR’IN EŞİ DEĞİL, AYNI ZAMANDA BİR ANNE, BİR EKONOMİST, BİR BELGESELCİ, BİR VATANDAŞ  

- Ben aslında sizi merak ediyorum; çünkü ‘ben Can’ın eşi değilim sadece, aynı zamanda ODTÜ’lü bir ekonomistim, bir anneyim, bu ülkenin bir vatandaşıyım, bir bireyim’ demiştiniz videoda. Gerçekten de kimse sizi gerçek anlamda tanımıyor. Nasıl bir çocukluk, öğrencilik geçirdiniz, Can Bey’le nasıl tanıştınız mesela? 

Ben biraz asi bir çocuktum. En büyük şansım çok demokrat bir babaya sahip olmaktı. Bir iyilik meleğidir. Annem de çok iyi bir kadındır ama aynı zamanda tam bir Osmanlı kadınıdır. Çok disiplinli, görgülü, gelenekçi… Ailede sistemi kadınların götürdüğünü, sistemin işleyişini annelerin sağladığını düşünürüm hep. Annemin en büyük lafı ‘el alem ne der’dir. Ben de hep buna karşı çıktım; el alem ne derse desin, ben böyle düşünüyorum diye… Çocukken oyunları ben yönetirmişim. Lider ruhluymuşum. Ergenlik dönemim ise hep annemle mücadele içinde geçti ama babamın desteği hep arkamızdaydı. Devlet memuru olmasına ve zengin olmamasına rağmen bana çok iyi bir eğitim verdi. TED Ankara Kolej’ini kazandığım zaman, yeni bir ev aldıkları için annem ‘ev borcumuz var, bir de kolej taksiti mi ödeyeceğiz’ demişti, babam da ‘Benim ne sigaram ne içkim var, farz et ki ben bunları içiyorum, bu kız kolejde okuyacak’ dedi.  

- Sizin ODTÜ’de okuduğunuz dönem de bayağı harlı bir dönemdi.  

Evet. 77 girişliyim ben. Tam siyasetler arası uyuşmazlıklar, ülkücüler solcular arası kavgalar dönemi… 80 öncesi tabii. Çok büyük bir entelektüel yapı vardı. Bir sürü kitabı ODTÜ’de okudum çünkü tartışmalara ayak uydurabilmek zorundaydınız. Hocalarımız çok çok iyiydi, çok şanslı bir dönemden geçtik sayelerinde. Mesela Çağlar Keyder diye tüm dünya literatürünü Türkiye’ye getiren bir hocamız vardı… 

- 80 darbesini ağır yaşayanlardansınız.  

Evet, o dönem çok ağır oldu. Birçok arkadaşımız tutuklandı. Gidenler oldu. Hocalardan istifa edenler oldu. Bizi çok üzen bir olay olmuştu hatta; o zamanlar ODTÜ’nün girişinde kimlik kontrolü yapılırdı. Kapı ile bölümler arası da birbirine hayli uzaktır. Jandarma bizi kapıda indirirdi, sıraya girerdik, tek tek kimlik kontrolü yapılırdı. Bölümlere yürüyerek gittiğimiz için de ilk dersi hep kaçırırdık. Çok sevdiğimiz ve saygı duyduğumuz bir hocamız vardı; amfide ders yaparken devamlı kapıyı biri çalıyor, içeri giriyor falan… Şöyle bir baktı bize, ‘bu nedir ya’ dedi, ertesi gün de ‘çocuklar size büyük bir kötülük yapıyorum belki ama ben sınıfta sizin suratlarınıza bakıp acaba bunlarda hangisi sivil polis ve beni ihbar edecek diye düşünerek ders veremem’ dedi ve istifa etti. O kadar ağrımıza gitmişti ki! Çok hüzünlü bitirdik okulu…   

- Nerelerde çalıştınız? 

Zor bir dönemden geçtikten sonra bu ülkede yaşamak istemiyorsunuz, dolayısıyla bir ara yurt dışına gittim. Para biriktirmek için çalışmaya başladım. Önce Petlas Lastik Sanayisi’nde sonra Merkez Bankası’nda çalıştım. Sonra Cenevre’ye giderek orada 1 yıl yaşadım. Ama yanlış bir ülkeydi, çok zengin, her şeyi fazla düzgün ve sürekli yabancılığının hatırlatıldığı bir şehirdi. Orada mastır yapacaktım ama ülkeme dönme fikri ağır bastı ve mastır için yine ODTÜ’ye gittim. Aradan 5 yıl geçmişti ama o ODTÜ benim ODTÜ’m değildi. Şok olmuştum. Bütün dersler çok matematiksel olmuştu. Sosyal ders kalmamıştı. Öğrenci profili bile o kadar değişmişti ki! Notlar asılırdı mesela, biz kim ne not almış diye bakmazdık ama o zaman ‘ay o benden çok almış’ diyen bir profil vardı artık okulda.  

- Can Bey ne zaman devreye girdi? 

Siyaset Bilimi’nden Raşit Kaya isminde bir hocamız bir gün beni aradı, ‘Nokta Dergisi’nin sahibi SÖZ diye bir gazete çıkartacak. Bir doktora öğrencim var, araştırmacı arıyor, ben de seni önerdim’ dedi. Şu adrese git, Can Dündar’la bir görüş dedi, biz böyle tanıştık.  

- Olmaz, detay istiyorum.  

(Gülüyor) Can’ı tanımıyordum, o zaman da profiline bakayım ya da Google diye bir şey de yok! Sonuçta daha kerli ferli birini bekliyordum. Nokta Dergisi zaten çok genç bir kadro, baktım camın arkasında da gençten, uzun saçlı, pantolon askılı biri oturuyor. O anlattı, iş bana zevkli geldi ve birlikte çalışmaya başladık, ama gazete tutmadı ve battı. (Gülüyor) Biz de gazetenin son dönemlerine doğru çıkmaya başladık. Hatta sonradan öğrendim; patronu Ercan Arıklı bizleri tanımak için ofise geldiğinde Can’a ‘oğlum bu kızı kaçırma’ demiş. Sonra bir arkadaş ortamında komiklik olsun diye herkes ‘bu benim sevgilim olsun’ diye herkes birbirinin elini tutuyordu, Can da benimkini tuttu; sonra da o eli hiç bırakmadı. (Gülümsüyor)  

- Peki siz onu nesine âşık oldunuz? 

Can çok hoştu, çok komikti. Çok entelektüeldi. Sohbeti muhteşemdi. Hiç beklemediğim bir anda çok güzel sürprizler yapardı. Çok ince düşünür hep. Leonard Cohen’i çok severim, en güzel sürprizlerinden biri beni o konsere götürmesiydi… Onunla sinema gitmeyi, müzik dinlemeyi, birlikte dans etmeyi çok severdim. Can çok güzel dans eder. Birlikte dedikodu yaparken bile çok eğlenirdik. O boşluğu çok hissediyorum tabii ama şimdi de yapıyoruz. Bir filmi çok beğendiysem, ona da tavsiye ediyorum, sonra onun hakkında tartışıyoruz. Kitap öneriyoruz birbirimize…   

- Evlilik ne zaman geldi? 

Gazete batınca Can, Ali Kırca ile çalışmaya TRT’ye girdi. Ben de yabancı gazetecilere ‘fixer’lık yapmaya başladım. Murat Yetkin o zaman BBC’de çalışıyordu, askere gidecekti, Bir ay onun yerine baktım. Ekipte hep birbirimizle dayanışıyorduk. Herkes her işi yapıyordu. Sonra İsmet Alver benim Vakıfbank’taki Dünya Bankası için kredi raporlarını yazacak bölüme ekonomist olarak geçmemi istedi ve ben Vakıfbank’ta çalışmaya başladım. İşte o aralarda biz evlenmeye karar verdik. Öyle teklifle falan olmadı, doğal gelişti. 88’de evlendik, 31 yıl olmuş.  

- Hala birliktesiniz, yaşadığınız bütün olumsuzluklara rağmen… 

Ben klasik evliliklere inanan biri değilim. Halil Cibran’ın ‘Ermiş’ isimli kitabında bir evlilik tarifi vardır, ben onu kendime şiar edinmişimdir. Evlilik aslında iki sütundur, bunlar yan yana kalırlarsa üstlerindeki tavan çöker, o yüzden ayrı durmaları gerekir. Gerçi eminim ayrı durun derken şimdiki durumu kast etmemiştir. (Gülüyor) O yüzden birbirimize hiç karışmadık; herkes kendi arkadaşlarıyla istediği gibi görüşür. Her yere de birlikte gitmezdik, niye gidelim ki? Biz birlikte olduğumuz zamandan hep keyif alırız bu yüzden. İstediğimiz için birlikte olurduk, karı koca olduğumuz için zorunluluktan değil! Mecburiyetten değil! Bu yüzden hala birlikteyiz.  

- Kavga gürültü olmuştur ama… 

Herkes gibi bizim de sorunlarımız oldu tabii ama biz hiç kavga etmeyiz çünkü Can kavgaya inanan biri değil! Kavga etmeyi de bilmez zaten. Ben bilirim, hem de sesimi yükselterek kavga ederim. Ama Can’dan sesini yükselttiğin anda haklı da olsan daha baştan kaybettiğini öğrendim. Bana bağırmamayı o öğretti. Özlüyorum bazen kavga etmeyi gerçi. (Gülüyor) Hatta Ege bana çok güler; ‘dur, anneanneni arayayım da onu gıcık edecek bir şey söyleyerek kavga çıkarayım’ dediğimde… Ama Can’la kavga edemezsin, onda öyle enteresan bir durum vardır. Ağzı çok iyi laf yapar ve çok yumuşaktır, sen sadece sinirlenmekle kalırsın.  

- Bu bir savaş sanatı aslında. 

Evet. Bende o sanattan yok, yavaş yavaş öğreniyoruz. (Gülüyor) Ama değişmeyecek bir şeyde kavga çıkartmıyorum artık. Mesela Silivri’de kontrolden geçerken çok eziyet çektiriyorlar insana; ama oradaki memura bağırıp çağırman sorunu halletmiyor, durum değişmeyecek çünkü. Bize çok kötü davranmadılar ama, onu söylemeliyim.  

- Üslup çok önemli ama. Görevini yaparken de insani dokunuşu unutmamak lazım.  

Ama devlet söylemi var şu anda. Bir de İçişleri Bakanı’mızın tuhaf açıklamaları var, onlar da üslup bozukluğuna yol açıyor.   

- Peki bu dönem güçlendirdi mi sizi ilişkiniz bakımından? 

Daha güçlendirdi sanırım. Uzakta olunca hayalindeki ilişkiyi yaşıyorsun. Yan yana olsan gıcık olacağın şeyleri uzaktayken umursamıyorsun. Birlikte dayanışmayı öğreniyorsun. Birbirini üzmekten, kırmaktan çok çekiniyorsun. Ege de öyle. Tartışmaya başlasak bile hemen kapatıyoruz.  

- Nasıl bir annesiniz Ege’ye göre? 

Valla şu aralar beni çok sevdiğini söylüyor, ben de ‘sen benim gıcıklıklarımı unuttun sanırım’ diyorum. (Gülüyor) Kimse anneliği bilmiyor tabii, bunun bir manueli yok ama ben hep ‘o benim değil, o bir dünya vatandaşı’ olarak baktım anneliğe… Ben sadece bu dünyaya bir insan yetiştirmeye vesileyim, o kadar. Benim bir parçam tabii ama aynı zamanda özgür bir birey. O yüzden çok şımartmadım ve çok dinledim. Arkadaşımızla muhabbet ederken bile bir şey sorsa, muhabbeti yarıda keser ona cevap verirdim. Çok da soru soran bir çocuktu; o neden bu neden şu neden… Onun vesilesiyle çok şey öğrendim doğru cevap verebilmek için. Cevabını bilmediğim sorular için çok kitap karıştırdığım olmuştur. Çok kızmazdım hiçbir zaman ona, sonra konuşacağız derdim, o da ondan çok korkardı. Ne olur anne sonra konuşmayalım derdi. (Gülüyor) Çok sevgi dolu ve çok sosyal bir çocuktu, hala öyle.  

- Nasıl etkilendi bu olanlardan? 

Daha evvelki yaşadıklarımızdan bizim bir tecrübemiz var ama Ege böyle hiçbir şey yaşamadığı için Can’ın tutuklanmasıyla birlikte şok oldu en başta. Hemen ülkeye döndü o zaman. Perişandı. Ama mücadele etmemiz gerektiğini görünce, direnmeyi öğrendi. Oturup ağlamakla bir şey olmadığını öğrendi. Mücadeleyle bir şeyler yapılabileceğini anladı. Kalemi de kendini ifade etmede de çok iyidir. Ama benim mezuniyetine gidememem onu biraz kırdı, üzdü. Burayı ve anneannesini, babaannesini dedesini çok özlüyor.  

- O niye gelemiyor buraya? 

Gelirse onun da pasaportu iptal olur diye biz gelme diyoruz. Belli olmaz. Allahtan o babasıyla sık sık vakit geçirebiliyor. Can’la Ege’nin ilişkisi her zaman çok iyi olmuştur. Çok edebiyat okumak istemişti ama Can’la biz onu hayatın her alanında kullanabileceği için siyaset okumaya ikna ettik. Siyaset her şeyin bel kemiğidir çünkü. 

- Peki burada yalnızsınız, çalışmıyorsunuz, hayatınızı nasıl idame ettiriyorsunuz? 

Çok küçük ama bir emekli maaşım var, ona el koyamıyorlar. (Gülüyor) Bazen Can, bazen annemler bana para gönderiyor. Çok yaşlandılar tabii. Annem halime çok üzülüyor ama bir yandan da çok korkuyor bana bir şey olacak diye.  

- Keşke başkasıyla evlenseydin dediler mi hiç? 

Ya, öyle bir şey ben kimseye söylettirmem zaten. Hayatımda keşkelere hiçbir zaman yer olmadı. 

- Yalnızlık nasıl gidiyor, neler yapıyorsunuz? 

Can sigara içmez, o evdeyken ben sadece kendi odamda sigara içerdim. Şimdi tek başıma olduğum için bütün evde içiyorum. (Gülüyor) Bol bol kitap okuyorum ama bazen insanın kafası kitap da almıyor, öyle zamanlarda dikiş dikiyorum. ‘Burda’ dergisinden patronlar çıkarıp, elbiseler, bluzlar dikiyorum. Çok başarılı değilim aslında ama yine de bir şeyler ortaya çıkıyor. Katılabildiğim kadar destek yürüyüşlerine katılıyorum. Arkadaşlarımla buluşuyorum. Bizim kolej grubunun düzenlediği gezilere katılıyorum. Ama özellikle yılbaşında kendimi çok yalnız hissediyorum. Onun için çok yere davet edilsem de o gün hiçbir yere gitmiyorum. Çok hüzünlü oluyor o günler benim için. Hüzünlü olduğum zamanlarda hep kendime dönerim, kendimi tedavi etmeye çalışırım. Çok ağlarım ama annem dahil kimsenin yanında ağlamam. Bazen melankolik oluyorum, severim melankoliyi, dibe inerim ama çok uzun kalmam orada. 

Öne Çıkanlar