İnanmak rahatlatıcıdır

Tersten söylersem, eğer olan olayları aklımızla kavrayamıyor, bilincimizle değerlendiremiyorsak bu durum insana rahatsızlık vereceğinden "inanmak" bu çelişkili durumdan kurtulmayı mümkün kılar.

Erol KATIRCIOĞLU 

Ülkede medya diye bir şey kalmadığı için haber olarak aldığımız bilgilerin de gerçeği ne kadar yansıttığını bilmiyoruz. O nedenle de yakın geçmişte neler oldu veya şimdi neler oluyor gibi sorulara da yanıtlarımız bin bir çeşit. Geçenlerde katıldığım bir toplantıda böyle bir durumla karşılaştığımda işimizin ne denli zor olduğunu bir kere daha anladım. Farklı siyasi partilerden insanların, örneğin "çözüm sürecinin sona ermesi" ya da "15 Temmuz darbe girişimi" gibi son dönemin olağanüstü olaylarıyla ilgili ne denli farklı hikayelere sahip olduklarını görünce, bizleri hareket ettirenin "bilmekten" çok "inanmakla" ilgili olduğunu anladım.

İnanmak insan için rahatlatıcı bir eylemdir. Tersten söylersem, eğer olan olayları aklımızla kavrayamıyor, bilincimizle değerlendiremiyorsak bu durum insana rahatsızlık vereceğinden "inanmak" bu çelişkili durumdan kurtulmayı mümkün kılar. O nedenle de her hangi bir olayı bilgiden yoksunluğumuz nedeniyle aklımızı kullanarak "anlayamıyorsak" bu durumda "inanmaya" yönelmemiz de normaldir. Örneğin "Günde sekiz saat uyumak sağlıklıdır" inancını ele alalım. Bu öneri doğru da olabilir yanlış da olabilir. Peki ama bunu nereden bileceğiz? Doğrusu uykunun insan sağlığına iyi geldiği şeklinde ispatlanmış bir "bilgimiz" yok. Ama bir türlü sağlıklı bir yaşamı gerçekleştiremediğimizden dolayı kimilerimiz her gün sekiz saat uyuma önerisine, insan vücudunun daha az zorlanması anlamına geleceğinden dolayı "inanıyor". Hepsi bu!

Dikkat edilirse burada her gün sekiz saat uyumanın sağlığımıza nasıl etki edeceğini bilmemiz gerekmiyor. Daha doğrusu bunun hiç bir önemi yok. Önemli olan günde sekiz saat uyumanın sağlığımıza iyi geleceği biçiminde, dünyanın gerçekleri karşısındaki çaresizliğimizi yenmemize yardımcı olacak bir önerinin (bir inancın) varlığı.

Bireyin kendi çıkarları peşinde koşan bir varlık olarak tanımlanması, inancın da bireysel bir durum olarak kavranmasına neden oldu. Oysa birey bu dünyada ne yalnız başına yaşamakta ve ne de sahip olduğu özellikler içinde yaşadığı toplumdan soyutlanabilmekte. O nedenle de "inanmak" bireysel değil, bireyin içinde yaşadığı toplum kesiminin bir fonksiyonudur.

Toplumların belirli bir kimlik etrafında oluşmuş "homojen" bireylerden değil de farklı kimliklerden oluşmuş bireylerden oluştuğunu bir yol kabul edersek görürüz ki inanmak ile ait olunan kimlik arasında çok yakın bağlar vardır. Bir başka ifadeyle, her bir sosyal kimliğin kendi etrafında geliştirdiği belirli bir inanç sistemi vardır ve bireyler bu inanç sistemi içinde hayata, hayatın gerçekleri karşısında kendileri için rahatlatıcı olanlara inanmak isterler.

Bütün bunlarla ne anlatmak istiyorum? Anlatmak istediğim, bilgiye erişmenin zorlaştığı otoriter toplumlarda insanların karşılaşacağı olayları anlamaları da zorlaşır. Aklın ve bilmenin yerini "inanmak" almaya başlar. Üstelik bu "inanmak", tüm toplum katından çok her bir "kimlik" etrafında şekillenir. Her kimliğin bireyleri, o kimliğin içinde "inanılana" inanmaya başlar. Aklın ve bilme ihtiyacının yerini "inanmak" alır ve bu da kendi kendini üreten bir süreci tetikler.
Sonuçta ne mi olur?

Sonuçta birbirini anlamayan, anlamak için de bir çaba harcamayan, o nedenle de kendi kimliği içine konuşan ve toplum için nelerin iyi olacağına ilişkin "fikirlerinden" çok "inançlarını" yarıştıran bir toplum oluşur. Bu toplumun "çatışma"dan başka bir şey üretmesi mümkün müdür?
Mümkün müdür?

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi