Türkiye neden Çin olamadı?

Erdoğan, Lütfi Elvan’ı görevden alıp, Merkez Bankası’nın başına Şahap Kavcıoğlu’nu getirdiğinde, AKP Türkiye ekonomisine yeni bir güzergâh belirlemişti: Çin gibi olmak ve Çin’in yerini almak. Bugün bu hedefi artık dile getiremiyorlar.

Üzerinden fazla zaman geçmedi; hâlâ belleklerde tazedir. Erdoğan, Lütfi Elvan’ı görevden alıp, Merkez Bankası’nın başına Şahap Kavcıoğlu’nu getirdiğinde, AKP Türkiye ekonomisine yeni bir güzergâh belirlemişti: Çin gibi olmak ve Çin’in yerini almak. Bugün bu hedefi artık dile getiremiyorlar. Zira Türkiye, “elverişli konjonktüre” rağmen, uluslararası piyasalarda Çin’in yerini alamadı. Çin gibi de olamadı. Erdoğan’ın iflas etmiş projelerinden birisi daha. Peki, neden böyle oldu?

“Çin gibi olmak” ile kastedilen, ucuz işgücü ile dış yatırım çekmek ve ihracatı yükselterek döviz açığını kapatmaktı. Ucuz işgücü kısmı fazlasıyla gerçekleşti!.. Sadece ucuz değil, güvencesiz, uzun saatler çalışan, sendikasız, grev hakkı fiilen engellenen bir işçi sınıfı yaratıldı. Bu bakımdan 2020’lerin Türkiye’si, gerçekten de 1980’lerin Çin’ini andırır. Ama buna rağmen, asıl hedef olan dış yatırımlar gerçekleşmedi. Tersine, TL’nin ağır biçimde değer kaybı sebebiyle, ülkeden sermaye kaçışı yaşandı. Cari açık kapanacak denirken, ithalatta yaşanan değer patlaması[1] nedeniyle tarihin en yüksek cari açığı ortaya çıktı.

Sanırız burada, Erdoğan yönetimi, Çin’i salt bir ucuz işgücü ülkesi olarak görerek yüzeysel bir yaklaşım sergiledi. Örneğin, 1949 halk devriminden bu yana, Çin’de (iki istisna yıl, 1950 ve 1988 hariç) yüksek enflasyon görülmedi; fiyat istikrarı fazlaca bozulmadı. Yuan’ın finansal sağlamlığı, hiç kuşkusuz, Çin’in çektiği uluslararası yatırımların (en az ucuz işgücü kadar) önemli sebeplerinden birisiydi.

Doğrudan sermaye yatırımları, o ülkenin para biriminin istikrarına göbekten bağlıdır. Zira uluslararası sermayenin para birimi Amerikan dolarıdır (veya çok daha sınırlı ölçüde de olsa, Euro’dur). Sermayeyi belli bir ülkede para birimine bağlamış olursunuz. Örneğin, bir Amerikan şirketinin 1 milyon doları, Gebze’de bir fabrikaya yatırıldığı anda, artık bir dolar varlığı olmaktan çıkar, bir TL varlığına dönüşür. TL değer kaybettiği oranda, bu sermaye de eriyecektir. Yarın, satıp çıkmak istendiğinde, aynı varlığı (bırakın üstüne kâr eklemeyi) yine 1 milyon dolardan satıp satamayacağı da belli değildir. Her ne kadar Türkiye’de emeğin sömürülme derecesi son derece yüksek olsa da; bu, TL cinsinden yüksek bir kâr oranı da sağlasa, dolara çevrildiğinde bu kâr oranı erimektedir. Kısacası, TL’nin sürekli değer kaybı, işgücünü ucuzlatmakla birlikte, sabit sermayeyi de eritmektedir. Bu da, uluslararası doğrudan sermaye yatırımlarını belirsiz bir geleceğe ertelemektedir.

Kaldı ki, emperyalist tekeller, artık Türkiye gibi sanayi ülkelerinde doğrudan kendilerine ait tesisler açmak yerine, bu ülkelerde tedarikçi firmalar bağlayıp, ucuz üretimi onlara yaptırarak, hiçbir risk üstlenmeden kârlarını azami düzeye çekebiliyorlar. Türkiye’de yerli bir tesisi kendi taşeronu haline getirmek varken, sabit sermaye yatırımı yapıp, Türkiye’nin olağanüstü riskli finansal ve politik ortamına neden girsinler ki?

Bu noktada teşvik edici bir yön, o ülkenin iç pazarına doğrudan erişim imkânıdır. Burada, Türkiye’nin neden “Çin” olamayacağının” bir diğer nesnel verisini buluyoruz. Çin’in devasa iç pazarına karşılık, Türkiye’nin nüfus açısından çok daha sınırlı, ayrıca son yıllarda fakirleşmeyle göreli daralan bir iç pazarı vardır.

ERDOĞAN'IN YÖN DEĞİŞTİRMESİNİN NEDENİ

Bütün bu saptamalar bizi, 14-28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından Erdoğan yönetiminin neden birdenbire 180 derece yön değiştirerek yüksek faiz politikasına geçtiği konusunda bir parça olsun aydınlatabilir. Standart bir emperyalist “yapısal uyum” programının birbirinden koparılamaz iki bacağı vardır: Ucuz-güvencesiz işgücü ve para birimi istikrarı. Erdoğan yönetimi, seçim ekonomisi amaçlarıyla ikincisini uygulamadı; hatta tam tersine TL’yi alabildiğine devalüe etti. Böyle yaparak yabancı sermaye için Türkiye’yi bir “fırsatlar ülkesi” haline getireceğini sandı. Ama tam tersine, TL’nin aşırı oynaklığı yabancı sermayeyi iten, hatta Türk sermayesini de yurtdışına kaçıran bir rol oynadı.

Bu sebepledir ki, seçim meydanlarında halka, “ben başta olduğum sürece faiz asla artmayacak, hatta daha da inecek” vaadinde bulunan Erdoğan, seçilince Merkez Bankası faizini %8,5’tan %50’ye çıkarttı! İşte Türkiye il Çin’in bir farkı daha! Çin’de iktidar partisinin seçimlerle değişmesi mümkün değil; oysa Türkiye’de bu hâlâ mümkün. Bu da neoliberal kemer sıkma politikasını uygulamakta iktidar partisinin elini zayıflatıyor. Uluslararası sermaye ise, “seçimsiz 4 yıla” rağmen, hala Türkiye’ye yatırım yapmakta, Timothy Ash’in tivitinde söylediği üzere, “tedirgin”. Zira Lütfi Elvan’ın başına gelenler hala hafızalarında ve Mehmet Şimşek de her an, aynı sonla karşılaşabilir.

[1] İthalat, miktarca azalsa da, kurdaki aşırı artış nedeniyle ithalatın değeri patlama yaptı.


Alp Altınörs: Çevirmen, iktisatçı ve siyasetçi. Avukat bir anne ve babanın çocuğu olarak Ankara’da doğdu. Liseyi TED Ankara Kolejinde bitirdikten sonra, Bilkent Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler eğitimi gördü, ancak yarım bıraktı. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde İktisat Fakültesi’ni bitirdi. Ankara Üniversitesi’nde Rus Dili ve Edebiyat eğitimini halen sürdürmektedir. İspanyolca eğitimini İstanbul Cervantes Enstitüsü’nde tamamladı. İngilizce, İspanyolca ve Rusça dillerinde çevirmenlik yapmaktadır. ”İmkansız Sermaye-21. Yüzyılda Kapitalizm Sosyalizm ve Toplum” adlı kitabın yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Alp Altınörs Arşivi