Muhalefetin umut yaratamadığı yerde demokrasi yaşamaz!

2013'ten bu yana yaşanan sorunların tek tek her biri, demokratik bir ülkede ve duyarlı bir kamuoyunda iktidarın değişmesi için yeter. Türkiye'de bu doğal süreç yaşanmıyorsa, sorunu iktidar kadar, belki daha da önce muhalefette de aramak gerekiyor.

Ertuğrul GÜNAY

2013'ten bu yana yaşanan sorunlar, demokratik bir ülkede iktidarın değişmesi için yeter. Türkiye'de bu süreç yaşanmıyorsa, sorunu belki daha önce muhalefette aramak gerekiyor.

Unutmamak gerekir ki, Türkiye'de bugün iktidarın ayakta kalmasını sağlayan, kendi becerisi ve başarısı değil, muhalefetin başlangıçtan bu yana yaptığı yığınak hatasıdır.

Siyaset dilinde çok bilinen bir söz vardır. "Her iktidar yıpranır, mutlak iktidar mutlaka yıpranır."
Uzun süren iktidarlar için bu söz daha da geçerlidir. Örneğin, erken cumhuriyet döneminde köklü yenilikler başarmış olan dönemin iktidarı -CHP-, tek parti yönetiminin 40'lı yılların sonuna kadar sürmesi nedeniyle aşırı ölçüde yıprandı; bedelini hala ödüyor. Demokrat Partinin üçüncü, Demirel ve Özal iktidarlarının ikinci dönemleri için de aynı şeyleri söylemek mümkündür.
(Bazan bir iktidarın, kendisine bağlanan umutları tüketmesi için bir dönemin yettiği de görülür. 1977 ve 1999 Ecevit ve 1991 DYP/SHP koalisyonları bunun örnekleridir. Ama bu hem bizim, hem dünyanın demokrasi tarihinde oldukça istisnadır).

İktidarın kendisine bağlanan umutları tükettiği ortamlarda demokrasinin sürekliliğini sağlayan güçlü muhalefetin varlığıdır. İktidarların yıprandığı dönemlerde yeni umutlar yaratan muhalefet varsa, bazı bedeller ödemek pahasına da olsa, demokrasi yeniden işlerlik kazanabilmektedir. 1950'de Demokrat Partinin, 1973'te Ecevit'in CHP'sinin, 2002'de Adalet ve Kalkınma Partisinin başardığı budur.

Muhalefetin toplumda umut yaratmadığı durumlarda rejim askeri darbelerle kesintiye uğradı; ancak darbe ortamlarından çıkış, bu kez yeni partilerin yarattığı yeni umutlarla sağlandı. 27 Mayıs 1960'dan sonra (1965'te) Adalet Partisi'nin, 12 Eylül 1980'den sonra (1983'de) ANAP'ın başardığı da buydu.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarda 15. yılını dolduruyor. Bu uzun iktidar yıllarının ilk iki dönemi -olumlu/ olumsuz tartışılabilir nedenlerle- içerde olduğu kadar dışarıda da destek buldu.
Ancak üçüncü dönemde, uzun süren her iktidarı aşındıran sorunlar AKP'nin bünyesini de sarmaya, görünür biçimde aşındırmaya başladı. Önce, toplumsal olaylara tahammülsüz, öfkeli, ötekileştirici siyaset dili ayrışma, kutuplaşma kaygıları yarattı. Ardından, ortaya dökülen yolsuzluk iddiaları, emniyet ve hukuk bürokrasisinde iktidar içi koalisyonun dağılmasına ve büyük tasfiyelere yol açtı.

Arap Baharı denilen kaos ortamında, uzun süren iktidarın verdiği kibirle kurulan boş hayaller Ortadoğu'da, özellikle de Suriye'de büyük yanlışlara neden oldu. Bu yanlışlar sadece dışarda Türkiye'yi zora sokmakla kalmadı, milyonlarca mülteci akınına ve kitlesel boyutlarda yıkıma yol açan terör eylemlerine zemin oluşturdu.

Bu kaotik ortamda ardı ardına bir yerel ve iki genel seçim ve bir cumhurbaşkanlığı seçimi yaşandı. İlk genel seçimde beklediğini bulamayan iktidar, aniden yükselen terör dalgasının endişe verici ortamında, ülkeyi yeni bir seçime sürükledi ve bu kez beklentisini gerçekleştirdi.

Bütün bu gerginliklerin faturası elbette ekonomik ve sosyal düzeyde Türkiye'ye çıktı. 2000'li yılların ilk on yılında dünyanın sayılı turizm ülkelerinden biri -dünyada 6. sırada- olan Türkiye, turizmin çöktüğü, ihracat gelirlerinin ve yabancı sermaye yatırımının azaldığı, bireylerin ve yatırımcıların kaçtığı bir ülke haline geldi. Toplum aşırı ölçüde kutuplaştı, siyaset taraflılığın ötesinde hasımlığa, husumete dönüştürüldü.

Bütün bunlardan daha da vahimi, 2016 yazında ‘güpegündüz/ karanlık' bir darbe girişimi yaşandı; bu girişim bütün siyasal çevrelerin ortak direnişiyle ve yüzlerce yurttaşımızın canı pahasına önlenebildi.
Darbe girişimi ortamında beliren siyasal dayanışma ve diyalog umutları da kısa sürede yok edildi. İktidar, darbe girişimi gerekçesiyle toplumda bir cadı avı başlattı ve bütün karşıtlarını benzer suçlamalarla susturan bir baskı ve korku ortamı yarattı.
Şimdi bu ortamda Türkiye, bu baskı rejimini hukuksal dayanaklara ve kalıcılığa kavuşturmayı amaçlayan bir anayasa değişikliği oylamasına gidiyor.

2013'ten bu yana yaşanan sorunların tek tek her biri, demokratik bir ülkede ve duyarlı bir kamuoyunda iktidarın değişmesi için yeter. Türkiye'de bu doğal süreç yaşanmıyorsa, sorunu iktidar kadar, belki daha da önce muhalefette de aramak gerekiyor. Yaşanan tıkanmayı, bugün medya ve kamuoyunda yaratılan tek sesliliğe bağlamak ve sorumluluğu tümüyle iktidarın baskıcı zihniyetine yıkmak, işin kolayına kaçmak olur.

On milyonu aşkın oy almış muhalefet partileri, yolsuzluk olayları karşısında ülkenin büyük şehirlerinde bile yüzbinlerin toplandığı mitingler yapmaz, umudunu iktidar blokunun iç kavgalarına bağlarsa, ülke yeni bir umudun ışığını göremez.
En büyük tartışmanın çarpık yapılaşma ve rant yağması olduğu bir yerel seçimde, bu sorunların simge isimleriyle en büyük şehrin önüne çıkılırsa, inandırıcı olunamaz.
Bir savcı ya da hakim, kararından ötürü tutuklandığında bunun adalet için hangi vahim sonuçları yaratacağını görmezden gelinir, "olsun, onlar da yanlış kararlar vermişti" diye olanlar kişisel hesaplaşmaya dökülürse, hukuk devleti korunamaz.

Türkiye bir seçimden ötekine aleni biçimde sürüklenirken, muhalefet haftalarca "istikşafi" görüşmelerde oyalanır ve bu danışıklı oyuna katılmayacağını, böylelikle seçimin meşruiyetinin gölgeleneceğini söyleme dirayetini gösteremezse, demokrasinin kurallarına uyulmasını sağlayamaz.
İç siyasette olduğu kadar ve dış siyasette de, haklılığı ikinci sıraya alıp, kiminle yan yana görünüleceği hesapları öne çıkarılır, popülist kaygılarla hamasi söylemlerin ardına takılınırsa, içerde umut, dışarda ilgi yaratılamaz.

Bir anayasa oylaması öncesinde muhalefet değerlendirmesini uzatmak ve ayrıntılandırmayı belki zamanlama açısından uygun bulmayanlar olabilir. O nedenle örnekleri belki şimdilik burada kesmek iyidir.
Ama unutmamak gerekir ki, Türkiye'de bugün iktidarın ayakta kalmasını sağlayan, kendi becerisi ve başarısı değil, muhalefetin başlangıçtan bu yana yaptığı yığınak hatasıdır.

Türkiye'de, çoğulcu demokrasi ve hukuk devleti alanında köklü dönüşümler isteyen bir siyasal akım, her şeyden önce iktidarın terminolojisinden ve zihin haritasının labirentinden kendini kurtarmak zorundadır.
İktidarın diliyle konuşan ve onun çizdiği sınırlarda dolaşan bir siyaset, köklü ve güçlü bir muhalefet de olamaz, yeni bir dünya umudu da kuramaz.
Yeni bir dünya bilinenleri tekrar ve eskiyi hayal etmekle değil, yeni hayaller kurmakla, önyargıları yıkan yeni fikirler ortaya atmakla ve yeni umutlar yaratmakla kurulur.

Türkiye siyaseti bunu yapmak zorundadır. Çünkü demokrasi ancak muhalefetin topluma umut ve güven verdiği ortamlarda kökleşir, yeşerir ve gelişir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi