Yargıtay 9. Daire Kararları Külliyen Geçerliliğini Yitirmiştir

90’lı yıllarda mahkemeler sola yönelik en ağır cezalandırmaları verirken, hareketin TV kanallarında en anti-kürt, en militarist dizi filmlerin yapılması da herhalde bir tesadüf değil.

Ragıp ZARAKOLU

İnsan hakları alanındaki çalışmalarımız sırasında Yargıtay 9. Dairesinin sola yönelik ağır hapis cezalarını onaylamaktaki acımasızlığı her zaman dikkatimi çekmiştir.
1974-80 yılları arasında Türkiye’de görece sol bir iktidar ihtimalinin belirmesinden sonra fiili bir içsavaş durumu yaşandı.
O dönemin CHP’si eski mirasını inkar edip sosyal demokrat bir yapılanma içine girmişti. 12 Mart askeri darbesinin zulmüne yönelik toplumsal tepki bir anda CHP’yi en güçlü iktidar adayı konumuna yükseltti.
Buna karşı AP başkanı Demirel başkanlığında, Erbakan’ın İslamcı ve Türkeş’in Türkçü partilerinin katılımı ile bir Milli Cephe hükümeti kuruldu ve fiili bir iç savaş başladı. Solu ezmede bu cephenin başarısız kalması da 12 Eylül darbesinin kapısını araladı.

12 Eylül cuntası sosyalistler yanında bir çok CHP’linin kanına girmiş olan Ülkücüleri ve MHP’yi taktik olarak hapsedip, hapse koyarak, CHP’nin ana kitlesinin rahatlamasını ve hayırhah bir tarafsızlık konumuna girmesini sağladı.

Ancak yargılamada sola karşı davalar "terör" suçu kapsamında açılırken, Ülkücülere yönelik davalar adli suç kapsamında açıldı.
Zaten en vahşi katliamlar sonrasında bile, "Bana milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz" diyen Demirel’in bizzat kendisi değil miydi?
Böylece Ülkücü kesimin kısa sürede aklanıp, siyasal haklarını geri almaları, Türkiye siyasetinde aktif olmaları sağlanırken; sol kesimin ancak bir kesiminin siyasal haklarını kullanabilmesi 15 yılı aldı.
1990’ların başında Kürt solu adeta infilak edip kitleselleşmeye başlayınca, 1991 yılında çıkarılan infaz yasası ile 1980 darbesinin sol tutsaklarının serbest kalması sağlanırken, Kürt soluna ayrımcı bir uygulama ile hapishane kapıları kapalı tutulacaktı.

Ama bu öyle ilginç bir serbest bırakma idi ki, açılan dava dosyaları açık tutularak , bir anlamda Türkiye solunun özellikle önder kadroları rehin alındı ve siyasal hakları iade edilmedi.
Bu sırada iç savaşın sağ kanadı, Türkiye siyaseti içinde yer alıp, parlamentoya katılma, hatta hükümette yer alma olanağına sahip olurken, Türkiye solu siyasal arenadan tecrit edildi.
Bu dönemde yargı çok kötü bir sınav verdi. infaz yasasının Kürt soluna yönelik ayrımcılığını onayladı.

Türkiye’de solu on yıllarca kelepçeleyen 141-142 maddeler, salt İslamist hareketi zora sokan 163 maddenin kaldırılmasını dengelemek , düzene kabul ettirmek üzere kaldırıldı.
Ama daha beter bir düzenleme ile çok ağır bir cezalandırma, Terörle Mücadele Yasası ile getirildi. Artık her türlü muhalif yapılanma ve fikir "terör" olarak nitelenebilecekti.
Özel olarak oluşturulmuş Devlet Güvenlik Mahkemeleri kısa süre içinde açılan dava dosyaları açısından adeta bir Basın Mahkemesine dönüştü. Bundan, yasaklı olan Kürt sorununa kazara değinen medya bile payını aldı.

DGM’lerde ve daha sonra sözde kaldırıldıktan sonra dosyaların devredildiği "ihtisaslaşmış " ağır ceza mahkemelerinde alınan acımasız, haksız, ağır cezalandırmalar, Yargıtay’ın yine "özel" seçilmiş kişilerden oluşan dairesinde onandı. Kazara verilmiş beraat kararları ya da hafif cezalandırmalar da buradan geri döndü.
Acımasız onamaları ile nam salan Yargıtay 9. Dairesinin başkanı ve kimi yargıçları, tarihin ilginç bir tecellisi olarak, "terör" suçlaması ile tutuklandılar.
Bunlar, "Fetöcü Terör örgütünün" parçası olarak suçlanıyorlar şimdi.
Sol eğilimli insanların hayatını "terörist" olarak mahvedenler şimdi "terörist " suçlaması altında.
Gülen hareketinin kökleri 60’larda yükselen sola ve Kürt aydınlanmasına karşı, antikomünist ve bu anti-kürt olma gibi ana kanallardan yükseldi. Fetullah Gülen’in ilk siyasal kariyerinin Erzurum Komünizm ile Mücadele Derneği olması herhalde bir tesadüf değil.
Ayrıca onca baskıya karşın kitleselleşen Nurcu hareketi Kürt ve Türk olarak ayrıştırdı.
Gülen hareketi kendini bir "hizmet" hareketi olarak tanımladı. Dolayısıyla devletin anti-kürt ve anti-sol ana siyasetine iyi hizmet ettiler.
Peki zincir nerede kırıldı?

Aynen RTE’den önce, "artık zaman geldi, sıra bizde" dedikleri ve bundan böyle kendi kendilerine "hizmet" etme kararı aldıklarında.
Gülen hareketinin ilk ana yayın organının adının "sızıntı" olması da herhalde bir tesadüf değil.
90’lı yıllarda mahkemeler sola yönelik en ağır cezalandırmaları verirken, hareketin TV kanallarında en anti-kürt, en militarist dizi filmlerin yapılması da herhalde bir tesadüf değil.
Şimdi garip bir görüntü var. KCK operasyonlarını yönetenler, daha en başta yerel yöneticileri ve Kürt siyasetçileri tutklayanlar ve kelepçeli resimlerini yayınlatanlar şimdi kendileri "terörist" olma suçlaması ile tutuklu.
Şimdi onların verdiği kararların, onamaların külliyen geçersiz olması gerekmez mi?
Özellikle, kendileri tutuklanana kadar en acımasız ağır cezaları onayan Yargıtay 9. Daire kararlarının düşürülmesi gerekmez mi?
Bu dairenin inanılmaz onama kararlarının bazı örneklerini ilerideki yazılarımda vereceğim. İnsanların ve ailelerinin hayatlarını nasıl altüst ettiklerini…
Yoksa bu ilahi adaletin tecellisi mi?

Eğer öyle ise, şimdi "Fetöcü" diye tanımlananlara bu ilahi adalet tecelli ediyorsa, şimdi adeta onları aratanlara bu adalet nasıl tecelli edecek?
Bekleyelim ve görelim. Bunlar da geçer yahu!

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi