1 Nisan sabahı Avrupa havaalanlarında AKP'lileri bekleyeceğim...

Bakalım kaç AKP'li vekil, belediye başkanı, bakan, eskisi yada yenisi, şööööyleeee bir dünya turuna çıkacak. Elimde bir demet devedikeniyle bekleyeceğim sizi.

Tam da emekli oluyordu, kendisinden sınıf olarak büyük komutanlar vardı ve kimilerinden 1, kimilerinden de 2 sınıf aşağıda bitirmişti askerî okulu. Babama sormuştum, fazla anımsamıyordu, 2 sınıf küçüktü ama Nurettin Ersin sınıf arkadaşıydı. Bir gün Nesin Vakfı'nın bahçesinde akşamın loş ışığında demleniyorduk, henüz çocuk yoktu yada tam da yeni başlanmıştı ama artık bişeylerin başlayacağından babam çok keyifliydi. Oysa 12 Eylül 1980 darbesi balyoz gibi tepemizdeydi ve babam gülerek "Keşke lisede kopya vermeseydim, şimdi orada olmazdı" dedi. Bütün keyfi kaçmıştı, yıldızlara bakıyor, belli ki geçmişine gitmişti. Kimin olduğunu sorduğumda Nurettin Ersin olduğunu söyledi.

O an biraz da kendi derdimdeydim, babamla başka şeyler konuşmak istiyordum, o yüzden tam olarak kavrayamamıştım ne demek istediğini. Oysa O da biliyordu o günkü kopya olmasa da Nurettin Ersin'in sınıfını geçeceğini ve bugünlere geleceğini. Ama işin içinde başka bişey vardı, sınıf arkadaşı, en azından okulda, yatakhanede yılları geçen birisi şimdi iktidarda ve can alıyordu. Katlanması zor bir durumdur, ne zaman ki içinde bulunduğunuz örgütten birisi işkenceye dayanamayıp konuşur, aynı duyguları yaşarsınız. O işkencenin neler olduğunu bildiğinizden kızamazsınız ama ciddi bir şekilde üzülürsünüz. Oysa demin de dediğim gibi, bırakın kopyayla mezun olmayı, Nurettin Ersin olmasa o mevkide başka bir sınıf arkadaşınız olacak ve sizi yakalatmak yada tutuklatmak için elinden geleni yapacaktır. İşte o an beraber yaptığınız yaramazlıklar gelir usunuza ve yıldızlara bakarken 2 damla düşer gözlerinizden.

Ben de tam o moddaydım, ya arkadaşlarımdan birisi konuşursa ve yakalanıp içeri alınırsam ve en önemlisi işkenceye ne kadar dayanırım, babamı alamadıkları için tam bir hedef haline mi gelirim, hiçbirini kestiremiyorum ve yurt dışına çıkmak istiyorum herkes gibi, çünkü idamlar başlamış, emniyet binalarından intihar süsü verilerek öldürmeler artıyor.

Yutkunuyorum, yutkunuyorum, bitürlü ağzımdan çıkmıyor o soru. Neden sorduğumu merak edebilirsiniz, herkes gibi haber vermeden çekip gitmek varken. Olmuyor işte, annemle babam bizi öyle bir yetiştirmiş ki, Ateş, Ali ve ben yurt dışına gidene kadar birimiz hasta değilsek, o kahvaltı, o öğle yemeği, o akşam yemeği hiç eksik yapılmamış. 5 kişilik aşiret gibiyiz, tartışmalar da, gülmeler de, oyunlar da o masada yapılıyor ve senelerce herkes hep aynı yerde oturuyor. Sandalye mülkiyetimiz var yani o yaşta.

Bir de babam yurt dışına gitmeye karşı, en azından kendisinin gitmesine karşı, öylesine karşı ki, darbe olduğunda Moskova'da kalp krizi geçirmiş ve oksijen çadırında yatıyor, ilk işi Kenan Evren'e telgraf çekmek oldu, iyileşir iyileşmez geleceğini yazdı. Bunu bir de gazetelere gönderdi ki olası yalan haberlerin önü kesilsin.

Oysa Türkiye Yazarlar Sendikası'nın ikinci başkanı Demirtaş Ceyhun içeri alınmış, ben de babamın avukatı Orhan Apaydın'la haber göndermeye çalışıyorum, en azından Demirtaş Ceyhun çıkana kadar gelmesin diye. O kadar komik haldeyiz ki esasında, darbe sabahı Orhan amcaların kapısına gittim, Hüseyin Apaydın, Demokrat Gazetesi'nde çalışıyor, arabayla gidiyoruz gazetelere ama kapıda bekçi ve asker var ve ailecek ev hapsine alınmışlar. Günde 3 kez gazeteden arıyorum, bişeye ihtiyaçlarının olup olmadığını öğrenmek için. Sonunda aldılar Orhan amcayı ve içeride kanser olanlardan birisi oldu.

Duruşmaları vardı ve ben o gün tesadüfen bir papağan almıştım. Adını barış koydum papağanın, hemen karşı eve gittim Orhan amcalara. Burhan amca duruşmada kardeşini savunuyordu ve o zaman cep telefonu neyim yok, haber alamıyoruz. Anneleri Nuriye teyze kara kara düşünüyordu. Gittim yanına ve papağanı anlattım, adını barış koyduğumu, çünkü bugün Orhan amcaların çıkacağını söyledim. Sarılıp ağlaştık, sonra Hüseyin'in yanına gittim ve 1-2 saat sonra Orhan amca Burhan amcayla beraber döndü eve.

Tam da o günlerde eve polis geldi, tedirgin bir şekilde kapıyı açtım, alınacağım diye beklerken polis "Ataol Behramoğlu evde mi" diye sormaz mı? Ben alınmayacağım diye sevineyim mi, Ataol önünde sonunda alınacak diye üzüleyim mi, tam bir ikilem içindeyim. Belli ki karakol adresi karıştırmış, darbe komikliği yaşıyorum. Şimdi tam olarak anımsayamayacağım ama Ataol o dönemde ya karşıda oturuyordu da Kadıköy'e taşınmıştı yada tersi olmuştu, yani adres değiştirmişti ve bundan emindim, çünkü Kalamış'ta Ömer Hayam lakaplı sandalcı Ömer Sandıkçı'nın orada karşılaşıp konuşuyorduk. Ben de polise yanlış yere geldiklerini söyledim ve Ataol'un eski adresini verdim. Adresini derken, tabi ki tam bilmiyorum, mahalle adını verdim.

İşte bu karmaşa içinde yurt dışına çıkmak yada kimilerinin deyimiyle kaçmak istiyorum ve o isteğimi babama anlatamadım. Sonra kimseye söylemeden pasaporta başvurdum ama bir de baktım ki vermiyorlar. Sonra öğrendim, Ilgın Su'ya da vermemişler, Emre ve Hayrettin Belli'ye de vermemişler, Hüseyin Apaydın'a da vermediler. Yani Erdoğan'ın bugün yaptığı yeni bir taktik değil, biz babalarımızdan dolayı pasaport alamadık o günlerde. Bir ara basın toplantısı yapmayı düşündüm ama bu dikkatleri üstümüze çekmek olacaktı ve vazgeçtim. Ne zaman ki AKP iktidara geldi, Erdoğan 4-5 konuşma yaptı, ben 2003 Nisan'ında ülkeyi terk ettim ve Fransa'ya iltica ederken ifademde "Türkiye'nin ve dünyanın başına bir bela geldi" dedim.

Şimdi 31 Mart akşamı bekleyeceğim, o akşamdan 1 Nisan sabahı ve gündüzüne dek, bakalım kaç AKP'li vekil, belediye başkanı, bakan, eskisi yada yenisi, şööööyleeee bir dünya turuna çıkacak. Elimde bir demet devedikeniyle bekleyeceğim sizi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi