Güzel yürekli insandı Nazım'ın oğlu Mehmet

Çocukluğumda hayal meyal anımsadığım Mehmet'le 1972 yılında Paris'te tekrar karşılaştık. Münevver teyzeyi tekrar gördüğümde Nazım'ın neden aşık olduğunu bir kez daha anladım.

O kadar isterdim ki kimi yıllarımı film şeridi gibi anımsamak ama olmuyor, bebeklik dönemini anımsayan çocuk neredeyse yok. İleriki yıllarda çekilen fotoğraflara bakıp, size olanlar anlatılınca bisüre sonra yaşamış gibi hissediyorsunuz ama o da tam değil. O dönemleri anımsamayı bebekliğimde tanıdığım insanları kaybettiğimde daha çok istiyorum. Hele o insanlarla şartların gereği daha seyrek görüşür duruma gelince bu daha çok oluyor. Nazım Hikmet'in oğlu geçen hafta bu diyardan göç edince bunu çok ama çok istedim. Nedeni de Mehmet'e yapılan saldırılar, hem de hiç tanımadan yapılan saldırılar, neyse ki Mehmet bunların hiçbirini duymuyor ama ben eminim ki biliyordu olacakları.

Mehmet'le Münevver teyze ben 4 yaşımdayken Türkiye'yi terk etmişler. Bu arada bir itirafta bulunayım ama aramızda kalsın ve Ali'ye kesinlikle söylemeyin, Ali'nin benden 1 yaş büyük olmasını işte sadece bu yüzden kıskanmışımdır. O yaşlarda 1 yaş o kadar önemli ki, benim anımsamadığım kimi şeyleri O anımsıyor. Bu arada bir itirafta daha bulunayım, Ali de benim hafızamı çok beğenir, 1 kez söylemişti ama olsun, O'nun unuttuğu kimi şeyleri anlatınca çok hoşuna gidiyordu.

Bişey daha var, doğduğumdan beri tanıdığım kimileriyle yaşıt olmak istemiştim hep. Bunlardan birisi Mehmet, diğeri de Sinan Cemgil. O zaman daha çok beraber zaman geçirdiğinizden hemen hemen her şeyi anımsıyorsunuz. O yüzden 4 yaşıma kadar Mehmet'le anlatacağım, daha doğrusu kendi hafızama güvenerek yazacağım çok şey yok.

Bir gün annemle sohbet ederken, baktım gözleri doluyor, Mehmet'i anlatmaya başladı. Siviller Münevver teyzeyi de takip ettiklerinden Mehmet arasıra polislerle oynarmış. Komünist bir şairin yada yazarın, daha doğrusu aydının çocuğu olmak öyle bir yalnızlaştırır ki sizi, takip eden de yaşamınızın bir parçası olur. Hep merak etmişimdir mesela, Ali'yle benim çocukluğumuzda ve ilk gençliğimizdeki telefon konuşmalarımız da kayda geçmiş midir ve arşivlenmiş midir diye.

Mehmet Hikmet Paris'te Zekeriya Sertel'le

Bence Mehmet'in dramı annesiyle birlikte takip edilirken yada babası yurt dışına gittiğinde başlamıyor, Münevver teyzeyle Mehmet Polonya'ya gittiğinde başlıyor. Şaka değil, Mehmet, o dev şair Nazım tarafından kendisine muhteşem bir şiir yazılan Mehmet babasını sadece 2,5 ay gördüğüyle anımsıyor, yani bence hiç anımsamıyor. Polonya'ya gittiklerinde Nazım kaldıkları otele gidiyor ama onlarla kalmıyor, kalamıyor çünkü beraberinde eşi Vera var. Nazım geldiğinde Mehmet uyumuş, Nazım kendisini uyandırmıyor, uzaktan seyrediyor ve başka bir otele Vera'nın yanına gidiyor. Zaten 1963 yılında da öldüğünden dolayı Mehmet'in belleğinde sadece 2,5 ay gördüğü Nazım dışında bişey yok.

Bu arada şunu söylemem gerekiyor, belli çevreler yazar, aydın ve sanatçıların aile yaşamlarını kendilerinkinden farklı sanıyor. Yada daha net şöyle söyleyeyim, duygularının çok değişik olduğunu, aile yaşamlarının kendilerinkinden çok farklı olduğunu sanıyor. Oysa hiç farkı yok, ben babamı ünlü birisi olduğu için değil, babam olduğu için seviyorum, sizin babanız yada annenizle, kardeşlerinizle yaşadıklarınızın benzerlerini biz de yaşıyoruz. Aziz Nesin evde devamlı komiklik yapmıyor, Nazım şiir yazmıyor yada anlatmıyor, Ruhi Su devamlı arya yada türkü peşinde değil. Sadece şu şekilde rahatlıyorsunuz büyüyünce, ben babamı yazar ve aydın olarak ayrı değerlendiriyorum, baba olarak ayrı, böyle de olması gerektiğine inanıyorum zaten.

Çocukluğumda hayal meyal anımsadığım Mehmet'le 1972 yılında Paris'te tekrar karşılaştık. Ben İngiltere'de öğrenciydim ve Noel tatilinde Ali'ye okul bakmaya gittik Paris'e. İşte 15 yaşımı bitirmek üzereyken Münevver teyzeyi tekrar gördüğümde Nazım'ın neden aşık olduğunu bir kez daha anladım. Şaka söylemiyorum, böyle bir güzellik az gördüm, sadece fiziksel değil, o aydın ve bilgi dolu bakışlar sizi olduğunuz yere mıhlıyor. Ve ilk karşılaşma, hâlâ gözlerim dolar, annem sımsıkı Mehmet'e sarılmış, Münevver teyze de bana ama şöyle böyle bir sarılma değil, Mehmet'le ben neredeyse şekil değiştirmiş durumdayız.

O yıl Mehmet resim akademisinde öğrenciydi, kendi evi atölye gibiydi, sevgilisi de İstanbul Ermenisi Hilda'ydı ve o da aynı akademide öğrenciydi. Hilda da iyi bir ressam oldu ve ölene dek Mehmet'le sevgililikten arkadaşlığa dönüşen ilişkileri sürdü. 2003 yılında Paris'te yaşamaya başladığımda ayda 2-3 kez görüşürdük Hilda'yla ve anılarımıza dönerdik.

O sıralar ben de okulda resme merak sarmışım, bilmiş gibi Mehmet'in resimlerine bakıyorum. Türkiye'de resim öğretmenim Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun öğrencisi Ferruh Durukan'dı ve çoğumuza resmi çok sevdirmişti. Dile kolay, öyle birisinden 4 yıl eğitim aldım.

Büyüdüğümde Mehmet'in resimlerini daha iyi analiz edebildim. Çok güzel resimlerdi ama hepsinin ortak bir noktası vardı, alayı karamsar renklerdi, resim sizi çekiyor ama baktıkça renkler sizi karamsarlığa itiyordu. Belli bir yaşa geldikten sonra nedenlerini düşündüm hep ve Mehmet'i daha çok sevdim. Münevver teyzeye hayranlığım da arttı, iyi bir insanı, iyi bir ressamı tek başına yetiştirmişti. Bütün düş kırıklığına karşın Münevver Andaç, Nazım'ın kimi şiirlerini Fransızcaya çevirir, daha sonra Yaşar Kemal'in İnce Memed kitabının çevirisinden dolayı Fransa'da Büyük Çeviri Ödülü'ne hak kazanır. Polonya'dan Paris'e gelişi de ayrı bir dramdır esasında.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi