Mayıs 1977'de annemin oyununa geldim!..

Jale benden küçüktü ama benim için yaşıtlarımdan kaybettiğim ilk devrimciydi, bir de panzer altında kalarak can veren ilk devrimciydi.

Sene 1970, günlerden 15 Haziran sabahı, yavaş yavaş gürültüler gelmeye başladı dışarıdan, bizim oralarda pek olmaz ama ben yine de mahalle kavgasından şüpheleniyorum. Sonra baktım bizim evden de sesler gelmeye başladı, salonda, bizde de tartışmalar var. 15-16 Haziran işçi eylemi başlamış, işçiler fabrikalardan çıkmışlar Kadıköy'e doğru yürüyorlar, meğer bağırtı dediği sloganların uğultu halinde Bağdat Caddesi'nden evimize gelmesiymiş.

Bizim evdeki tartışma da annemle dayım ve babam arasında. Dayımla babam bir tarafta, annem pencere kenarında, pencereyi açmış, eli dışarıda ve "Üstüme gelirseniz atarım" diye söyleniyor. Eline baktım, evin anahtarları. Annem kapıyı içeriden kilitlemiş ve büyük olasılıkla babamla dayımın anahtarlarını da iç etmiş ve yürüyüşe gitmelerine izin vermiyor. Dayım o zaman Çapa Tıp Dev-Genç'lisi ve işçilerle yürümek istiyor. Babamı söylememe gerek yok ama annem kargaşada öldürülebileceklerini düşündüğünden ikisini de eve hapsetmiş durumda. Olaylarda gerçekten 1'i polis, 6'sı işçi olmak üzere 7 kişi yaşamını yitirdi. Ama bu tartışma bizim evde yıllarca devam etti. Büyüyünce Ali ve ben de annemi suçladık hep ama olgunlaşınca kadın duyarlılığını anladım ve eskisi kadar kızmadım anneme.

Bu kez günlerden 31 Nisan akşamı ve ben İngiltere'den geleli 1 hafta olmuş. Önce şunu anlatmalıyım, dayıma dayım olduğu için "Dayı" diyorum, yoksa gerçekten 10 yaş arayla bir arkadaşız. Bana hiçbizaman akraba gibi gelmeyen ve o şekilde de yaklaşmayan birisi. Arkadaş gibiyiz ama saygı anlamında da babamdan sonra en çekindiğim insan, belli etmediği bir otoritesi var üzerimde. Annem onlara gideceğimizi söyledi, sevinçten uçarak kabul ettim.

Dayım Cevval ve eşi Sühendan ablayla kucaklaştık, telefonlaşmışlar zaten, rakı masası hazır. Mahallede Sühendan ablanın yaşıtı akrabaları da var, hep beraber içmeye başladık, kadınlar bisüre sonra kağıt oynamaya gitti, biz içmeye devam ediyoruz. Anılar, fıkralar gırla gidiyor. Tek değişiklik annem ara sıra geliyor ve beni kontrol ediyor. Ne yalan söyleyeyim, benim içkim o sıralar aile içinde tartışma konusu. O yaşlarda kabul etmesem de, nasıl içtiğimi şimdilerde düşündükçe beni ter basıyor.

Bu konuda şanslıyım esasında çünkü bütün arkadaşlarım alkolü fazla içen edebiyatçılar. Alkoliğe yakın olanlar var, alkolik olanlar var ve ben de onlara yakın bir durumdayım. Böyle bişeyin avantajı olur mu demeyin, çünkü oluyor. Şöyle, o günden bugüne geldiğimde ve kendime baktığımda onlardan nasıl içilmesi gerektiğini iyi öğrenmişim. Alkolik dendiğinde herkes tek tip alkolizme takılı kalıyor, oysa her akşam 2 kadeh rakı yada şarap içen de bir tür alkolik, çünkü sonuçta bu artık bedensel gereksinim noktasına gelmiş. Anlayacağınız akşamcılık esasında bir alkolizm.

Gecenin geç saatlerine doğru annem daha sık gelmeye başladı ve beni devamlı içmeye teşvik ediyor. Nedenini çözmeye çalışıyorum ama yavaş yavaş çakır keyif olduğumdan anlayamıyorum da, paso içkiye devam. Sonradan anladım ki, bu oyun tek başıma annemin tezgâhı değil, organizenin içinde dayımla Sühendan abla da var.

Uyanmaya çalışıyorum, her yerim tutulmuş durumda, kaskatıyım ama sanki deprem oluyor ve ben uyumaya devam ediyorum. Yavaş yavaş gözümü açtım ki uyurken hareket ediyorum. Kafamı bir kaldırdım, ben bir arabanın içinde ve arka koltukta uyumuşum. Dayım arabayı kullanıyor, cam göbeği mavisi bir Murat 124 ve yanında Sühendan abla, bana "Ayıldın mı leyn" gibilerinden bakıyor.

  • Dayı nereye gidiyoruz?
  • Benim Karasu'da bir arsam var, ona bakmaya gidiyoruz.
  • Evet Ali'yle ablamın da var da, bana ne sizin arsanızdan, ben niye geliyorum?
  • Hem görürsün, hem de gezersin, fena mı olur, buraları hiç görmemiştik.

İşte o zaman anladım beni geceden beri 1 Mayıs'tan kaçırdıklarını. Dayımın düştüğü tuzağa ben de düşmüştüm, hem de dayım ve annem tarafından. Dönmeleri için yalvarır durumdayım ama döndüğümüz saati hesapladım, yetişme olasılığım da yok. İçim içimi yiyor, ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Arsa dedikleri biyere geldik, kocaman bir arazi ve onlarınki nerede belli değil, Ali'ninkiyle komşuymuş ama Ali'ninki nerede bilen yok ve ben dayıma kızamamanın ezikliği içinde mel mel çevreye bakıyorum.

Neyse, geri döndük, ben Kalamış'a gittim, daha bişeyden haberim yok, Ali de Uğur Müldür'le beraber gelmişler kahveye ve haberler gelmeye başladı. Bu kez babama bişey oldu mu telaşı başladı, katılan arkadaşlarım var, onların ismi var mı diye ölüm listelerine bakıyorum. Eve geldiğimizde saat kaçtı ama anımsamıyorum ama annemle tek kelime konuşmuyorum. İşte o an annemin yüzünde sevinçle üzüntüyü aynı anda gördüm. Ölenlere çok üzülüyordu ama oğlunu ölümden kurtarmıştı. Bir yanı ağlamaklı, diğer yanı güleç ve sevecen bir ifadeyle bana bakıyordu, beni de tanıdığından söylenmeme hazır bir şekilde gardını almış oturuyordu.

Ölenlerden birisi Jale'ydi, ben Jale'ye İngiltere'den geldikten 1 gün sonra evimizin kapısını açmıştım. Göztepe'deki İran Aryamehr lise 3 öğrencisiydi, edebiyat öğretmeni, Aziz Nesin'le söyleşi yapmasını ödev olarak vermiş ve eve geldi. Babamın odasına götürdüm, onları baş başa bıraktım, şimdi evdeyim, televizyonda 6 gün önce kendisine kapıyı açtığım Jale'nin ölüsü, panzer ezmiş ve ağlayamıyorum, kilitlendim, dondum, babamla tek satır bile konuşmadık, sırrımız gibi sakladık kendi içimizde Jale olayını.

Jale benden küçüktü ama benim için yaşıtlarımdan kaybettiğim ilk devrimciydi, bir de panzer altında kalarak can veren ilk devrimciydi. Sonraki anma toplantısında konuşmacıydım ve en zor konuşmamdı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi