iyiyim, sağolun. siz nasılsınız?

burada bir ayı devirdim, kendi tercihimle tek kişilik bir odada kalıyorum; hücre denen bir yer. kaç adım olduğunu saymadım...

sevgi soysal’ı küçük yaşta okudum; belki de değerini takdir edemeyecek kadar erken yaşta. bazı kitaplarını daha sonra tekrar okuyunca tante rosa’nın dilini, yenilikçi yapısını, -özellikle yazıldığı dönem için- çarpıcı bakış açısını fark ettim.

onun eserlerini ilk okuduğum yıllarda çocukluktan yeni çıkıyordum ve yetişkinliğimi nasıl biçimlendireceğim üzerine düşünürken "solculuk" adını verdiğim ve bugünkünden çok daha sade ve ama sığ bir şekilde tanımladığım bir şeye hayatımda yer vermeye kararlıydım. daha çok bu yüzden, sevgi soysal’ın 12 mart döneminde, cezaevinde kalan kadınların yaşantılarını anlatan yıldırım bölge kadınlar koğuşu adlı anlatısı ve barış adlı çocuk başlıklı öyküsü beni çok etkilemişti.

sevgi soysal’ın anlattığı cezaevi, gündelik sıkıntıların uzağında, epeyce şen, sıcak ilişkilerin bulunduğu, bolca mizah yapılan, yaşanmaya değer bir yerdi. o yıllarda, bazen gece uyumadan önce kurduğum hayallerde, siyasal sebeplerle cezaevinde bulunmaya da yer verirdim.

malum, bu hayallerimin gerçek olduğu dönemlerden birindeyim.

gündemi takip etme olanaklarının kısıtlı olduğu bu koşullarda yazdıklarım belki biraz özel ve öznel olabilir, bunu da bağışlayacağınızı ümit ediyorum.

sevgi soysal’ı ikince defa okuduğumda beni rahatsız eden bir nokta olmuştu. gerçek birer kişiler olan kahramanlarıyla ortak yaşantılarını, üstelik de onları hakiki adlarıyla anarak paylaşıyor, o çok tatlı, sarkastik üslubuyla zaman zaman kritik eleştirilerde bulunuyordu. bunları keyifle okumuş olmakla birlikte bugün bana mahremiyetin ihlali gibi gözüküyor. o insanların cevap hakkı bulunmadığını, eleştirilere cevap yazsalar bile sevgi soysal kadar tanınmış bir yazarın tüm okurlarına ulaşmalarının mümkün olmadığını düşünüyorum. eli kalem tutanın, cümle kurabilenin, yazdıklarını yayınlatabilenin gücünü bu şekilde kullanmasını doğru bulmuyorum. o yüzden buradaki hayatımı paylaştığım insanlardan bahsetmeyeceğim.

burada bir ayı devirdim, kendi tercihimle tek kişilik bir odada kalıyorum; hücre denen bir yer. kaç adım olduğunu saymadım ama işçi koğuşlarında böyle bir mekanda en az dört kişinin kaldığını, dünyanın herhangi bir yerinde, böyle bir mekânda en az dört göçmenin yaşadığını biliyorum. ikinci kattayım ve parmaklıklı pencereden görünen jiletli tellerin arkasında, gündoğumunun pembeleri, pırıl pırıl mavi gökyüzü, alacakaranlık ve projektörlerin aydınlattığı gecenin karası birbirini izliyor. bunları yazarken aşağıdan, havalandırmadan sohbet ve kahkahalar yükseliyor. kitaplarım, kalemlerim ve defterim var. hem kendine ait bir odanın bulunduğu hane, hapishane de olabilir, değil mi?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi