Keşke şu Mart 31 çekmeseydi!

Ne bileyim, 28 ya da 26, 25 hatta 20 çekseydi de siyaset adına, özellikle AKP-MHP iktidarı tarafından yaşatılan bunca rezillik, pespayelik, toplumu zehirleyen nefret dili daha kısa sürseydi.

Yöneticisi olduğu kentin HDP/DBP’li belediye başkanı Saray tarafından görevden alınıyor.

Kentin valisi de görevden alınan başkanın yerine kayyım olarak atanıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, seçimlere dört gün kala o kente gelecek. Seçim mitingi yapacak; aynen 31 Mart yerel seçimleri sürecinde 60’dan fazla kentte yaptığı gibi…

Vali ve kayyım belediye başkanı bir dizi karar yayınlıyor "Büyükşehir Belediye Başkanlığı Yazı İşleri ve Kararlar Dairesi Başkanlığı" olarak. Bir karar da aynen şöyle:

"Sayın Cumhurbaşkanımızın (Devlet Başkanı sıfatıyla) ilimize yapacakları ziyaretleri nedeniyle Temsil, Ağırlama ve Tören Giderlerinin karşılanmasının kabulüne OYBİRLİĞİYLE…"

"Kayyımistan bölgesi"nde AKP iktidarı illerde valilerle, ilçelerde de kaymakamlarla belediye başkanlığını aynı kişi bünyesinde toplamış durumda.

Oysa bu süreci başlatan Erdoğan, 2010 Ocak’ında yaptığı grup toplantısında bakın ne diyordu:

"Bu ülkede tek partili dönem deyince akla ne geliyor? CHP gelir. Düşünün CHP’li İl Başkanı o zaman aynı zamanda o ilin valisi, Belediye Başkanı."

Zaten maşallah bu süreçte kayyım atanan valiler, kaymakamlar aynı zamanda devletin gücünü de arkalarına alarak AKP il ve ilçe başkanı gibi davranıyorlar.

Belediyeye kayyım olarak atanan valiye göre "Devlet Başkanı sıfatıyla" gittiği, bu nedenle temsil, ağırlama ve tören giderlerinin yerel yönetim tarafından karşılandığı o kentteki mitinginde AKP’ye, Cumhur İttifakı’na oy isteyen bir parti başkanı olarak konuşuyor.

Örneğin, muhalifi Kılıçdaroğlu için "Bay Kemal akşam yalan, sabah yalan" diyor. Rakiplerini sert bir dille eleştiriyor.

"CHP, HDP, sözde İYİ Parti ve ne yazık ki adı Saadet olan ama kendisi Saadet olmayan parti… Bitmiş, tükenmiş bunlar. Öyle bir ittifak ki Van’da, Diyarbakır’da, İstanbul’da, Ankara’da başka konuşuyorlar. Bu öyle bir ittifak ki bukalemun gibi Batı’da başka Doğu’da başka kılığa giriyor."

Zaten Erdoğan işin kolayını buldu. Saray’ından Cumhurbaşkanı olarak çıkıyor. Yüzlerce koruması ve araç konvoyuyla havaalanına gidiyor. Cumhurbaşkanı sıfatıyla 10’dan fazla "makam uçağı"ndan birine biniyor. Gittiği kentte Cumhurbaşkanı protokolüyle karşılanıyor. Cumhurbaşkanı olarak yurttaşlara kapatılan yollardan yüzlerce koruması ve araç konvoyuyla, yüksek binaların tepelerine yerleştirilmiş keskin nişancıların arasından geçerek devlet tarafından kendisi için hazırlanmış miting kürsüsüne çıkıyor.

İşte o anda Cumhurbaşkanlığını bırakıyor ve seçim meydanına çıkmış AKP Genel Başkanı olarak muhalefete en ağır hakaretleri ederek konuşuyor. Olmadık suçlamalar yapıyor.

Muhalefet bu ağır hakaretlere, asılsız suçlamalara yanıt vermeye kalktığında birdenbire AKP Genel Başkanlığı’nı bırakıp tekrar Cumhurbaşkanı kesiliyor ve "Siz bir ülkenin Cumhurbaşkanına bunları nasıl söylersiniz" diye dava açıyor. Zaten kaderleri büyük çoğunluğu Erdoğan tarafından belirlenmiş Hâkimler ve Savcılar Kurulu’na bağlı savcılar yazıyor iddianameyi, hâkimler basıyor cezayı.

Artık Türkiye’nin sistemi bu. Ancak kurulan bu düzenin ne denli kirli, ne denli yoz olduğu 31 Mart seçimleri sürecinde çok daha net anlaşıldı.

Türkiye tarihinde bu kadar pespaye koşullarda yapılan, yalanın, iftiranın ülkeyi yönetenler tarafından muhaliflere pervasızca yöneltildiği, tehdidin, şantajın tavan yaptığı, bu kadar çok belden aşağı vurulduğu bir seçim süreci görülmemiştir.

Rakip partiler adına sahte broşür bastırmaktan duvarlara sahte mesajlar yazmaya, sosyal medyada yalan haberler yaymaya, asılsız iddialarla rakiplerine iftiralar atma iktidar bloğu tarafından olağan hale getirildi.

Devletin elindeki var olan ve açıklanması açıkça suç teşkil eden arşiv bilgileri "terörist" diye yandaş medyaya servis edildi, hem de fotoğraflarıyla beraber. Troller, sosyal medyada "Mansur Yavaş’ın PKK’lı meclis adayları", "Kılıçdaroğlu’nun PKK’lı meclis adayları" diye klipler servis etti.

İçişleri Bakanı yandaş medyaya sızdırdığı bu bilgiler üzerinden "Millet ittifakının meclis listelerinde teröristler var" diye kampanya yürüttü. Cumhurbaşkanı "seçilmeleri durumunda görevden alınacak" açıklamaları yaptı.

Oysa bu kişilerin adaylıkları YSK tarafından onaylanmıştı ve yasaya göre aday olmalarına engel teşkil edecek hiçbir adli sicil kayıtları yoktu.

Madem bunlar "terörist", elinde kanıt var, o zaman nasıl hâlâ dışarıda dolaşıp belediye meclis üyeliklerine aday olabiliyorlar?

Cumhurbaşkanının "seçilirlerse görevden alırız" açıklaması ise her başı sıkıştıkça sarıldığı "milli irade"ye inancının nasıl işine geldiği zaman kullandığının en açık ifadesi.

Cumhur İttifakı’nın sözcüleri "çılgın" bir seçim kampanyası yürüttüler. Toplumu düşmanlaştırıcı, halkı kin ve nefrete sevk eden, ayrımcı, ötekileştirici, nefret söyleminin tavan yaptığı bir dil kullandılar.

Toplumda iyileştirmesi güç yaralar açtılar. Onarılması hayli uzun sürecek tahribatlar yaptılar.

Çoğu kişi bunu "seçim kaybetme telaşı"na yordu. Böyle olup olmadığını 31 Mart gecesi göreceğiz.

Ancak şunu söylemek gerekir ki, keşke şu Mart, 31 çekmeseydi.

Ne bileyim, 28 ya da 26, 25 hatta 20 çekseydi de siyaset adına, seçim adına, özellikle AKP-MHP iktidarı tarafından yaşatılan bunca rezillik, bunca pespayelik, toplumu zehirleyen nefret dili daha kısa sürseydi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi