Nefretin çifte standardı gözleri kör etti!

Elinde önyargı etiketleriyle birbirini yaftalamak için ‘nefret pususu’nda bekleyen insanlardan oluşan bir toplum yaratıldı.

Sosyal medyaya bu görüntü düşünce kıyamet kopuyor.

Genç kadının başında çarşafa benzeyen siyah bir örtü var. Arka fonda Anıtkabir görülüyor.

Atatürk’e olmadık hakaretlerle saldırıyor.

Bu görüntüler üzerine sosyal medyadan tepki yağmaya başlıyor.

Buraya kadar olanlar çok anlaşılır bir durum; birilerinin "değeri", hatta bazılarının "kutsalı" saydığı tarihi bir kişiliğe açıkça saldırılırsa bunun da karşılığı verilir.

Ancak süreç ilerledikçe karşı çıkmanın, eleştirmenin, karşı hakarette bulunmanın dozu nitelik değiştiriyor ve Atatürk’e hakaret eden genç kadının tutuklanması isteniyor.

Sonunda tutuklanıyor da…

Şimdi burada bir dakika durmak gerekiyor.

Atatürk’e hakaret etti diye bu genç kadının tutuklanmasını isteyenlerin çok büyük bölümü eminim ki, mezuniyet töreninde "Tayyipler Alemi" karikatürü taşıdıkları için ODTÜ’lü öğrencilerin tutuklanmasına şiddetle karşı çıkmıştır.

Atatürk’e hakaretin tutuklanma sebebi olmasını isteyenin, Erdoğan’a hakaret suçundan yapılan tutuklamalara karşı çıkma hakkı yoktur.

"Hakaret suçu tutuklama sebebi olmalı mı, olmamalı mı?" sorusunun iki yanıtı olmaz, tek karşılığı olur.

"Benim karşı olduğuma hakaret etmek serbest olsun, benim sevdiğime hakaret eden hemen tutuklansın" demek ancak nefretin gözleri kör etmesinden doğan bir çifte standarttır.

Öyle kanserli bir hücre dokusu ki bu toplumu saran; tek tek insanları, grupları, meslekleri sinsi sinsi ele geçiriyor.

Murat Akçabay, biri bir, biri dört, diğeri de altı yaşındaki üç çocuğunu ve eşi Hatice’yi yanına alıp Yunanistan’a kaçmak için lastik bir bota biniyor.

Bot alabora oluyor, eşi ve üç çocuğu kayıp…

Sonunda en küçük oğlu Bekir’le eşi Hatice cansız bedenleri birbirine sarılmış olarak bulunuyor. İki çocuğu ise hala kayıp.

Şimdi insanın yüreğini yaralayan bu olayı görmezden mi geleceğiz?

Haber yapıp sorgulamayacak mıyız, bu ülkede insanlar çoluğunu çocuğunu, karısını alıp neden böyle bir ölüm yolculuğuna çıkarlar?

Nasıl bir zulüm devletinden kaçmaktadır bu insanlar?

Bir insan eğer gazeteciyse, eğer içinde ufacık bir vicdan kırıntısı varsa peşine düşer bu olayın.

Sorar, sorgular, yorum ve analiz yapar.

"Nasıl bir ülkede yaşıyoruz ki, insanlar kurtulmak için ölümü göze alıyor?" sorusuna yanıt arar.

Ancak bunu yaptınız mı karşısındakini yaftalamayı, nefretle bekleyenler hemen etiketi üzerinize yapıştırır:

"FETÖ’cü!..."

Ancak bu durumun bir de başka boyutu var.

Bu olayı önemseyip soranların, sorgulayanların bir kısmı da bu ülkede yaşanan başka vahşetleri görmezden gelip böyle bir olayı içinden geçtiğimiz karanlığın tek olgusu olarak önümüze getiriyor.

Suruç’ta bir AKP milletvekilinin yakınlarıyla ile esnaf bir aile arasındaki kavga kanlı bir çatışmaya dönüşüyor.

AKP’li vekilin bir akrabası ölüyor. Katil zanlısı yakalanıyor.

Çatışmanın diğer tarafında olan baba ve iki çocuğu hafif yaralı olarak geldikleri hastanede AKP’li vekilin yakınları tarafından linç edilerek öldürülüyor.

Hastanede bulunan polisler görevini yapmıyor, güvenlik kameralarının çektiği görüntüler yok oluyor, dosyaya gizlilik kararı konuluyor, aileye otopsi raporları verilmiyor, katil zanlıları AKP iktidarından yana oldukları için yakalanmıyor ve üç kişiyi yitiren aile tehditlerden dolayı yaşadıkları kenti terk etmek zorunda kalıyor.

Şimdi bir gazeteci çıkıp sormayacak mı, "baba ile iki oğlunun katilleri nerede, neden yakalanmıyorlar, hastane görüntülerini kim ortadan kaldırdı, mağdur aileyi devlet neden korumuyor" diye…

Eğer son kalan gazetecilerden biri ya da birkaçı bunu yapmaya kalktığı anda elde etiketler hazır, hemen nefretle üzerine yapıştıracaklar:

"Kandil’in uzantısı HDP’li gazeteci!"

Hatta bu nefretlerini kesmezse öbür etiketleri de hazırdır:

"PKK’li terörist… Bölücü!"

Seçim sürecinde CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun izlediği ittifak politikasında bazı eksiklere rağmen başarılı olduğunu, 15 milletvekilini İYİ Parti’ye göndermekle iktidarın oyununu boşa çıkardığını haber yaparsanız, bu olgu üzerinden yorum ve analizlere yer verirsiniz.

Hemen etiketi iliştirirler üzerinize:

"Siz de bayağı CHP yanlısı yayın yapıyorsunuz."

İnce ve ekibinin olağanüstü kurultay için topladığı imzalar üzerinden haber yaparsınız, kurultay isteyen tarafın, "bazı MYK üyelerinin ve genel başkan yardımcılarının değişim isteyen delegeler için ‘ikna odaları’ kurdukları, imza vermemeleri için vaatlerde bulunulduğu" iddialarına yer verirsiniz.

Bir başka etiket nefretle yapıştırılır size:

"Sadece CHP’li değil, aynı zamanda Muharrem İnce’ci olmuşsunuz!"

Bir bakarsınız ki üzeriniz hayatta bir araya gelmeleri mümkün olmayan bir dolu etiketle yaftalamış sizi nefretle pusuda bekleyenler.

Bir bakarsınız durumunuz ABD’li papaz Brunson’dan beter duruma düşmüşsünüz.

Bir Amerikalı olmanıza rağmen PKK’li olmakla, Protestan cemaatinin Diriliş Kilisesi’nde pastör olmanıza rağmen Nurculuğun bir kolu olan Gülen cemaati üyesi olmakla, bir de adı bilinmeyen bir ülke için casusluk yapmakla suçlanmak gibi bir şey bu.

AKP devleti önce kendi resmi yayınlarıyla, sonra yandaşlarını da kullanarak her türlü manipülasyonu, dezenformasyonu, kara propagandayı yapar.

Siz bir gazeteci olarak bir yalanı ortaya çıkartmak için mağdur duruma düşmüş kişiye mikrofon tuttunuz mu yandınız.

O mağdurun üzerinde hangi etiket varsa aynısı sizin üzerinize yapıştırılır anında büyük bir nefretle.

Siz istediğiniz kadar "Gazetecilikte mağdurun kimliğine bakılmaz" diye yırtının, üzerinize o yafta bir etiket olarak yapıştırılmıştır çoktan.

Erdoğan bu toplumda kendi tabanını konsolide etmek için büyük bir nefret söylemine başvurdu. 

Ancak bu sadece AKP’nin tabanıyla sınırlı kalmadı, dalga dalga tüm topluma yayıldı nefret.

Artık politikacı politikacılığını, doktor doktorluğunu, yargıç yargıçlığını, savcı savcılığını, avukat avukatlığını, meyhaneci meyhaneciliğini, otobüs şoförü otobüs şoförlüğünü ve ne yazık ki gazeteci de gazeteciliğini Erdoğan’ın Türkiye’yi soktuğu nefret tünelinden geçirmeden yapamaz oldu.

İşin acıklı yanı, şiddetle Erdoğan’a karşı olduklarını söyleyenler bile onun dizayn ettiği nefret söyleminin bir parçası oldular.

Erdoğan’ı tebrik etmek lazım bu noktada.

Türkiye toplumunu büyük bir nefret uçurumunun kenarına getirmekle kalmadı…

Hem kendi yandaşlarının, hem de karşıtlarının gözlerini kör etti nefretin çifte standardıyla!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi