Belçika sömürgeci tarihiyle hesaplaşıyor, ya Türkiye?

Ermenilerin, Pontüslülerin, Asurilerin, Kürtlerin, Yahudilerin, Alevilerin ve bilcümle solcuların acımasızca kırımının hesaplaşması ne zaman?

Belçika Kralı Filip’in bugünlerde keyfi yerinde değil… Türkiye dahil dünyanın tüm ülkeleri onu Fransızca versiyonuyla Philippe olarak bilir, ama hükümdarlık ettiği ülke nüfusunun ezici çoğunluğu Flamanca konuşup yazdığı için protokolde ve medyada egemen ismiyle kendileri Filip’tir. Ben de öyle yazıyorum.

Keyfinin yerinde olmamasının bir nedeni son anda patlak veren hükümet krizi ise, diğeri de hiç kuşkusuz Brüksel yakınındaki Tervuren’de bulunan Afrika Müzesi’nin beş yıllık bir restorasyondan sonra yeniden açılışı dolayısıyla Belçika’nın Afrika’daki sömürgeciliğinin ve de o dönemdeki Belçika Kralı Léopold II’nin bu sömürgecilikteki sorumluluğunun yeniden tartışmaya açılmış olması.

Kral Filip bu gelişmeden o denli rahatsız ki, restore edilen Afrika Müzesi’nin yeniden açılış törenine katılmayı reddetti.

Oysa sadece Léopold II’nin değil, ondan çok sonra tahta çıkmış olan kralların en saygı duyulanlarından birinin, Filip’in kendi öz amcası Boudewijn’in Afrika’da Kongo’nun yanı sıra Ruanda ve Burundi’de işlenen insanlık suçlarındaki rolü artık cümlenin malumu.

Léopold II’nin sömürgeci cürümleri için tarihçiler şunu yazıyor:

"Afrika kıtası denildiğinde akla ilk gelen zengin kaynaklar ve sömürge düzenidir. Sömürgecilik söz konusu olduğunda ise eleştirilerin çoğu İngiltere ve Fransa üzerinden yapılır. Ancak Afrika’daki sömürü düzeninde en az bu iki ülke kadar sorumlu olan bir diğer ülke süper güçlerin Napolyon savaşlarından sonra tampon bölge olarak oluşturdukları suni Belçika Devleti'dir.

"1884-1885 yılları arasında düzenlenen Berlin Konferansı’nda Belçika’nın Kongo üzerindeki hâkimiyeti tanınmış ve Bağımsız Kongo Devleti kurulmuştur. Belçika Kralı Leopold II, sahip olduğu tapular sayesinde Kongo’yu kendi özel mülkü haline getirmiştir. Afrika’yı medenileştirme fikriyle yola çıkan Léopold, Kongo’daki fildişi ve kauçuk gibi zenginlikleri sömürebilmek için çeşitli koloni düzenleri kurmuştur.

"1890’lı yılların başında Avrupa’da gelişen sanayi ile birlikte kauçuk yeni bir zenginlik kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kauçuk ağacının olgunlaşması uzun yıllar aldığından, o dönemde kauçuk ağaçlarına sahip en geniş ülke olan Kongo, Belçika tarafından önemli bir gelir kaynağı olarak kullanılmıştır.

"Kauçuk üretiminde en dikkat çeken nokta yerel halkın acımasızca bu üretimlerde çalıştırılmasıdır. Kongolu işçilerden, isyan edenlerin elleri ve ayakları çapraz kesilerek itaat etmeleri sağlanmaya çalışılmıştır. Üretim kotasını dolduramayan Kongolu erkekler yakalanamadığında, askerler bu kişilerin eşlerinin veya çocuklarının ellerini kesmiştir. Tüm bu yaşananların etkisiyle 1880 ve 1920 yılları arasında Kongo'daki nüfusun 20 milyondan 10 milyona düştüğü tahmin edilmektedir." (Kaynak)

AZİZ GÖRÜNÜŞLÜ BİR KRALIN MARİFETLERİ...

Ya 1960’da sömürge statüsünden kurtularak bağımsızlığa kavuşan Kongo’nun kurucu lideri Patrice Lumumba’nın Kral Boudewijn’in saltanatı döneminde CIA’nin de işbirliğiyle devrilerek katledilmesi?

Lumumba katledildiğinde İzmir’de çalıştığım Sabah Postası gazetesinde bunu protesto eden yazılar yazmıştım. 1960 darbesinden sonra yeniden iktidar olmuş CHP’lilerin yönetimindeki gazeteden "Pravda’ya benzettin!" suçlamasıyla kovulmamın nedenlerinden biriydi bu…

Ama aziz görünüşüyle tüm dünyada hayranlık kazanmış Kral Boudewijn’in bu konudaki rolünü bilmiyordum. Belçika’ya geldiğimde öğrendim ki Boudewijn’in geçmişi de birçok karanlık sayfalar içeriyordu: Kongo lideri Patrice Lumumba’nın 1961’de iktidardan düşürülüp katledilmesinden, İspanya’da Franko’ya, Afrika’da Mobutu gibi diktatörlere destek vermesine kadar…

Daha sonraki yıllarda Boudewijn’in Şili’de Allende iktidarının yıkılmasını amaçlayan CIA projelerinin finansmanına katkıda bulunduğu da açığa çıkacaktı.

Le Renouveau charismatique adlı Hıristiyan sektinin mensubu olan Boudewijn-Fabiola çiftinin dinsel tutuculuğu o denli güçlüydü ki, Boudewijn işi Belçika Parlamentosu’nun kabul ettiği çocuk aldırmaya izin veren yasayı imzalamamak için 1990 yılında krallıktan bir günlüğüne istifa etmeye kadar vardıracaktı.

Boudewijn hayattayken Belçika Devleti’nin geçmişteki cürümlerinin açığa çıkartılması için bittabi büyük bir çaba gösterilmedi.

Onun 1993 yılında ölmesi üzerine tahta oturtulan Prens Albert’in 20 yıl süren hükümdarlık dönemi ise Belçika için siyasal istikrarsızlıklar ve kraliyet sarayı mensuplarının özel yaşamına ilişkin sansasyonlarla dolu olarak geçti.

Kraliyet ailesi mensuplarına devlet bütçesinden yüksek ulufeler dağıtılması ve de kralın küçük oğlu Prens Laurent’ın yarattığı skandallar saraylıların itibarını sarsarken, 1999 yılında Kral Albert’in evlilik dışı ilişkisinden bir kızı olduğunun açığa çıkması üzerine kıyamet koptu.

Benzer bir olay Fransa’nın sosyalist cumhurbaşkanı Mitterrand’ın evlilik dışı ilişkiden bir kızı olduğunun ortaya çıkması üzerine komşu ülkede de yaşanmış, ancak Mitterrand inkâr yoluna sapmayıp kızın babası olduğunu kabul edince sorun kapanmıştı.

Belçika’da ise Kral Albert, mevcut sayısız delil ve karinelere, hatta berlirgin fizik benzerliğe rağmen, Delphine Boël adındaki ressamın kendi kızı olduğunu ısrarla inkâr etmiş, bu nedenle kamuoyundaki saygınlığını ve güvenilirliğini adamakıllı yitirmişti. 2013’te tahtı oğlu Filip’e devretmesinin başlıca nedenlerinden birisi de buydu.

Albert II artık emekli bir kral olduğu halde evlilik dışı kızı Delphine işin peşini bırakmayıp mahkemede babalık davası açtı ve ADN testi yapılmasını talep etti. Alt mahkemenin bu talebi reddetmesine rağmen bir üst mahkeme geçen ay Delphine’i haklı bularak emekli kral Albert’in üç ay içinde ADN testi yaptırmasını emretti.

Sonunda mahkeme Albert’in iki oğlu ve bir kızı dışında bir kızı daha olduğuna hükmeder ve babalık yükümlülüklerini yerine getirmesini emrederse kraliyet protokolünün nasıl bir değişime uğrayacağı özellikle sansasyon medyasında tartışma konusu.

Belçika Devleti'nin kendi tarihiyle hesaplaşması

Ama demokratik çevrelerde asıl tartışma konusu Belçika Devleti’nin kendi tarihiyle hesaplaşması… Kongo ulusal liderini katlettirme utancını bir nebze örtebilmek için tam 57 yıl sonra, 2018'in Haziran ayı sonunda Patrice Lumumba'nın adı Kongolu siyah topluluğun yoğun yaşadığı Brüksel'in Ixelles semtinde bir meydana, işçi ağırlıklı Charleroi kentinde de bir başka alana verildi.

Ama o dönemin kurbanlarının torunları bugün Lumumba'ya birkaç sokak ya da meydan adı verilmesiyle yetinmiyor, o dönemin müstemlekeci kralı Leopold II'nin gerçek yerine oturtularak Belçika'nın tüm kent ve kasabalarındaki heykel ve anıtlarının yıkılmasını istiyor.

Bu istemi ilk kez 2008 yılının Eylül’ünde yazar Théophile de Giraud ve arkadaşları Troonplein’deki Léopold II heykelini döktüğü kanın sembolü kırmızıya boyayarak başlatmışlardı.

Bugünkü istemlerin en önemlilerinden biri de, Kongo'nun talanı üzerine kurulmuş olan Tervuren'deki Afrika Müzesi’nde bulunan 120 binden fazla eserin geldikleri ülkelere iade edilmesi…

Belçika Kralı Filip Afrika Müzesi’nin yeniden açılış törenine bizzat katılmayı reddederek bir yerde Léopold II’ye de, amcası Boudewijn’e de sahip çıkıyor.

Ama her şeye rağmen Belçika kendi tarihiyle hesaplaşmaya girmiş durumda, Afrika kökenlilerin ve onlarla dayanışmadaki demokratik güçlerin mücadelesi burada kalmayacak.

Daha önce de yazmıştım:

Tüm bu gelişmeleri izlerken 1071'de Anadolu'ya girişle başlayıp İstanbul'un, ardından Balkanlar'ın fethiyle devam eden, Viyana'yı bile tehdit eden Türk-İslam fütuhatının o ülkelerin yerli halklarında bıraktığı acıları düşünüyorum.

Osmanlı'nın çöküşünde Ermeni'lerin, Pontus'lülerin, Asuri'lerin soykırımını, yeni kurulan cumhuriyette Kürtlerin. Yahudilerin, Alevilerin ve bilcümle solcuların acımasızca kırımını düşünüyorum.

Tekrar soruyorum: Putları kırma üzerine Afrikalı siyah kardeşlerimizin derslerini ne zaman öğrenmiş ve uygulamaya koymuş olacağız?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi