Sürgünde despot sorgulamanın bedeli…

Erdoğan Berlin'de sürgün gazeteci Can Dündar'ın soru sormasını engelledi… 30 yıl önce de Turgut Özal kendisini sorgulayan iki sürgün gazeteciyi ikinci kez vatandaşlıktan attırmıştı.

Recep Tayyip Erdoğan'ın geçen hafta ilişkilerini düzeltmek ve pekiştirmek için Almanya'ya yapmış olduğu seyahat her bakımdan skandallarla doluydu. Bu konuda çok yazıldı, söylendi… Skandalların utancı sadece Tayyip'in değil, aynızamanda her attığı adımda çirkin show yapacağı bilinen bir diktatörü davet edip kırmızı halı döşeyerek karşılayan, hakaretlerini sineye çeken Merkel'in üzerine…

Bu skandallardan en çok yankı yapanı ve eleştiri konusu olanı hiç kuşkusuz sürgündeki meslektaşımız Can Dündar'a yapılan baskılar ve haksız suçlamalar...

Can Dündar, Tayyip'in seyahati başlamadan önce Alman haber ajansı DPA'ya verdiği söyleşide, basın toplantısına katılıp Erdoğan'a "Neden Türkiye'de cezaevlerinde gazetecilerin değil teröristlerin olduğunu söylediğini" sorarak bu kişilerin "terörist değil gazeteci" olduklarını kanıtlayacağını söylemişti.

Türkiye konusunda duyarlı olan tüm gazeteciler ve insan hakları savunucuları da bu nedenle 28 Eylül'deki basın toplantısına odaklanmış bulunuyordu. Basın toplantısına katılabilmesi ve sorularını sorabilmesi için Federal Basın Dairesi (BPA) da kendisinin akreditasyon talebine derhal onay vermişti.

Ancak Türkiye'de medyayı her türlü baskı ve komplolarla susturmayı büyük ölçüde başaran Erdoğan, davetli olarak bulunduğu ülkede de basın özgürlüğünü ve tüm protokol kurallaını çiğneyerek Dündar'ın katılması halinde basın toplantısını iptal ettirme şantajına başvurdu.

Sonuç olarak, Alman yöneticilerinin ricası üzerine Dündar da akreditasyon sahibi olmasına rağmen basın toplantısına katılmaktan ve Erdoğan'a soru yöneltmekten vazgeçti. Twitter'daki açıklamasında da geri çekilişini "Erdoğan beni bahane ederek sorulardan kaçacaktı buna izin vermek istemedim" diye gerekçelendirdi.

Basın toplantısı sırasında bu konuda sıkıştırılan Merkel ise "Yanlış anlaşılma olmasın, akredistasyon için hukuki zemin vardır. Eşitlik açısından bu hak tanınmıştır. Can Dündar'ın kendisi katılmama kararı verdi" diyerek sorumluluğu onun  üzerine yıktı.

Ancak Dündar'ın katılmadığı basın toplantısında Erdoğan rahatlıkla esip gürlerken, bir başka skandal daha yaşandı. Akredite olarak toplantıya "Gazetecilere Özgürlük" yazılı bir tişortle katılan Avrupa Postası'ndan gazeteci Adil Yiğit, konuk başbakan rahatsız olmasın kaygısıyla, Alman güvenlik görevlileri tarafından yaka paça salondan dışarı atıldı.

Ama skandalın en büyüğü, basın toplantısında Dündar'ın katılamamasıyla ilgili bir soruya Erdoğan'ın verdiği iftira dolu yanıt: "Can Dündar’ın bir ajan olduğunu, devletin sırlarını ifşa ettiğini ve bunun için 5 yıl 10 aya mahkum edildiğini biliyorsunuzdur. 5 yıl 10 aya mahkum olan bir kişi, kaçarak Almanya'ya gelmiştir. Şu anda bu kişi Türk yargısına göre bir mahkumdur ve 5 yıl 10 ay mahkumiyeti vardır, ajandır."

Can Dündar da hemen bir basın toplantısı düzenleyerek hakkındaki "ajan" suçlamasına yanıt verdi:

"Ben ajan değilim, gazeteciyim. Bir haber yaptım ve bu haber yüzünden yargılandım. Erdoğan benim ajan olduğumu kanıtlarsa mesleği bırakmaya hazırım. Yayınladığımız görüntüler devletin jandarmaları tarafından çekilmiş görüntülerdi. Dolayısıyla ortada bir devlet sırrı yoktu. Erdoğan, basın toplantısında dünyanın gözünün içine baka baka yalan söyledi."

***

Devleti kendi kişiliklerinde yoğunlaştırılmış bir mutlak otoriteyle yöneten tüm "lider"lerin yaptığı budur, yalan söylemektir.

Böylesi "lider"leri sığındıkları ülkenin görece özgürlük ortamında sorgulamaya kalkışan sürgün gazeteciler bu cüretin bedelini  çoğunca ağır şekilde öder.

Erdoğan'ın fiyaskolu Berlin basın toplantısı beni onyıllar öncesine götürdü.

12 Eylül faşist rejimi bazı göstermelik reformlarla dünya kamuoyunun gözünü boyamaya çalışırken, rejimin savcıları Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesi için dilekçe imzalayan binlerce aydına karşı kovuşturma açıyor, Evren bu aydınları "Vahdettin de aydındı. Ama vatan hainiydi" diye suçlayarak mahkumiyet fetvası veriyordu.

9 Eylül 1984’te sürgünde yitirdiğimiz Yılmaz Güney’den sonra 22 Eylül 1985’te de uzun süredir ağır bir hastalıkla boğuşan ve tedavisi için mutlaka yurt dışına çıkması gerektiği halde kendisine pasaport verilmeyen büyük sanatçımız Ruhi Su’yu yitirmiştik.

Türkiye Yazarlar Sendikası başkanı olan Aziz Nesin ise, Avrupa’daki çeşitli yazar ve gazeteci kuruluşları tarafından konuşma yapmak için davet ediliyor, fakat ona da pasaport verilmiyordu.

Avrupa’nın vurduymazlığından yararlanarak başlatılan bu yeni cadı kazanı karşısında Türkiye’deki yürekli aydınları desteklemek için sürgün gazeteciler olarak Avrupa kurumları nezdindeki uyarı kampanyasına hız verdik. Önce Aziz Nesin’in savunmasını broşür olarak basıp geniş ölçüde dağıttık.

Dönemin başbakanı Özal o sıralarda, Türkiye’nin Avrupa Toplulukları’na başvurma zamanının yaklaştığını söyleyip duruyordu. Böyle bir girişimden önce Avrupa kamuoyunu Türkiye’deki militarist "demokrasi"nin içyüzünü açıklayan hacımlı bir belge ile uyarmalıydık.  

Birkaç ayda İngilizce olarak yayına hazırladığımız 400 sayfalık Türkiye’de Militarist "Demokrasi" Üzerine Kara Kitap’ı 1980 Darbesi’nin 6. Yıldönümünde, 12 Eylül 1986'da Brüksel’deki Uluslararası Basın Merkezi (IPC)’de bir basın toplantısı düzenleyerek Avrupa kamuoyuna sunduk.*

Ertesi gün Belçika gazetelerinde basın toplantısı şu başlıklarla yeralıyordu:

        "Ankara’da kara yıldönümü: 12 Eylül" (La Cité)

        "Avrupa militarize edilmiş ‘demokrasi’nin arkasında mı?" (Le Drapeau Rouge)

        "Türk muhalefeti: Avrupa Toplulukları Ankara’ya Teslim oluyor" (De Standaard)

        "Türk muhalefeti Türk-AET ilişkilerine karşı" (Het Volk)

        "Sahte parlementer rejim insan haklarını ihlale devam ediyor" (Syndicats).

Türk basınının Brüksel’deki tüm temsilcileri basın toplantısını izledikleri halde İstanbul’daki gazetelerde bu konuda hemen hemen hiç haber çıkmadı.

Milliyet temsilcisi Mehmet Ali Birand’ın 1980 Darbesi’yle ilgili olarak iki yıl önce yayınlanan bir kitabından önemli bölümleri de İngilizceye çevirerek kitapta yer vermiştik. Birant, basın toplantısının sonunda, böyle önemli bir yapıtı tek başına gerçekleştirdiğimiz için bizi hararetle kutlamıştı. Ne ki, ertesi gün Milliyet’te de tek satır haber yoktu.

Sadece daha önce birlikte çalıştığımız ve o sırada önemli bir gazetenin yöneticisi durumunda bulunan bir meslektaşımız basın toplantısının yapıldığı günün akşamı telefon ederek "Ağabey, haberin geldi. Ama koyamayacağım. Koyacak olsam bile, ancak küfrederek koyabilirim. Ne dersin?" diye sordu.

"Üzme tatlı canını," dedim. "Sansür altında olduğunuzu biliyorum. Ama küfürlü olarak bir şeyler çıkabilecekse, sen yine de bir haber koy."

Ertesi gün Türk basınında çıkan tek haberdi. Küfür yoktu ama yine de tek paragraftan oluşan haberde Brüksel’deki basın toplantısının Türkiye düşmanları tarafından yapıldığı özellikle vurgulanıyordu.

***

İnsan haklarının sürekli çiğneniyor olmasına rağmen Özal Hükümeti, 14 Nisan 1987 tarihinde Avrupa Birliği’ne üyelik için resmi başvuruda bulundu.

Talep dosyaya konmuş, ama henüz hiçbir işleme tabi tutulmamıştı. Avrupa duvarında bir gedik açabilmek için önce Yunanistan’la ilişkileri biraz yumuşatan, daha sonra da Avrupa’daki Türk göçü kartına oynayan Özal, AB’ye katılma talebine yeni bir ivme kazandırmak üzere 3 Mart 1988’de kalabalık bir siyasetçi, gazeteci ve işadamı topluluğuyla "Brüksel çıkartması" yaptı.

Ertesi gün Yunan Başbakanı Papandreu ile de görüşüp ondan da Türkiye’nin adaylığı için destek alan Özal, Brüksel’deki Uluslararası Gazeteciler Merkezi (IPC)’nin büyük salonunda muzaffer bir kumandan edasıyla basın toplantısı yaparak Türkiye’nin artık demokratik bir ülke olduğunu dosta düşmana ilan etti.

Oysa, Türkiye’de basın davalarının ardı arkası kesilmiyor, ülkenin seçkin düşünürleri, sanatçıları hâlâ hapislerde çile çekiyor, ordunun Kürt kıyımı sürüp gidiyordu.

İnci ve ben, 1976'dan beri Brüksel'deki basın örgütlerinin üyesi ve Avrupa Birliği kurumları nezdinde akredite gazeteciler olarak Özal'ın basın toplantı'sını izliyorduk.

Sorulara geçildiğinde Özal, The Guardian muhabirinin insan haklarının durumuyla ilgili bir sorusuna yanıt olarak, Türkiye’nin işkencenin önlenmesi konusundaki Avrupa sözleşmesini imzalamış olduğunu söyleyerek bu dikenli konuyu kapatmaya çalışmıştı.

Bunun üzerine söz alarak sordum:

"Sayın Başbakan, hâlâ binlerce siyasal tutuklunun hapishanelerde yattığı, askeri mahkemelerin siyasal davalara bakmaya devam ettiği ve 14 binden fazla TC vatandaşının vatandaşlıktan atılmış olduğu Türk basınında da yazılıyor. Durum böyleyken, insan haklarına tam saygıyı dayatan Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin gerçekten katılabileceğine samimi olarak inanıyor musunuz?"

Özal, soruyu İngilizce sorduğum için beni yabancı, belki de tipime bakarak Yunanlı gazeteci sanarak kendinden emin yanıtladı:

"Kuşkusuz ki, siyasal tutuklu deyiminden ne anlaşıldığı konusunda farklılıklar var. 1980’den önceki beş yıllık siyasal şiddet döneminde 5 bin kişi öldürüldü, 20 bin kişi yaralandı. Bu suçları işleyen kişiler için siyasal tutuklu demek mümkün değildir."

Bu kez İnci üsteledi:

"Sayın Başbakan, Avrupa’da bulunan 14 bin Türk vatandaşı vatandaşlıktan atıldı. Bunların arasında sendikacılar, gazeteciler, sanatçılar ve yazarlar var. Onları da terörist mi sayıyorsunuz?"

"Hayır, sendikacıları ve yazarları terörist saymıyoruz. Eğer illegal faaliyetlere karışmamışlarsa istedikleri zaman Türkiye’ye dönebilirler. Türk mahkemeleri adildir" yanıtı üzerine İnci tekrar sordu:

"Demokrasi ve illegal kavramları üzerinde bir tartışmaya girmek niyetinde değilim. Bilmek istediğim tek şey, nasıl oluyor da hiçbir terör eylemine karışmamış oldukları halde 14 bin kişi vatandaşlıktan atılabiliyor?"

Özal herhalde İnci’yi de yabancı gazeteci zannederek sordu:

"Madam, siz hiç Türkiye’de bulundunuz mu?"

"Ben Türk gazetecisiyim, fakat sizin yüzünüzden Türkiye’ye gitme hakkından yoksunum."

"Benim yüzümden mi?"

"Evet, ben de vatandaşlıktan atılmış olan 14 bin kişiden birisiyim. Altında sizin de imzanız olan bir bakanlar kurulu kararıyla vatandaşlığım kaybettirildi. Tüm benzer kararların altında da sizin imzanız var."

Bunun üzerine Özal’ın yanı başında bizim sorularımızı müstehzi bir ifadeyle izleyen zamanın dışişleri bakanı Mesut Yılmaz’ın suratı asılıyor, Özal’ın kulağına bir şeyler fısıldıyor. Ve Başbakan diğer gazetecilerin sorularını dahi beklemeden sinirli bir şekilde "Basın toplantımız burada bitmiştir" diyerek alelacele konferans salonunu terkediyor.

Salona girişte en azından bizimle selamlaşmak lütfunda bulunan Türkiye’den gelmiş meslektaşlarımız da bize "allahaısmarladık" bile demeden Özal’ın ardından koşuşturuyor.

Ve bu olaydan birkaç hafta sonra da, demokrasi şampiyonu başbakanın direktifiyle TC Brüksel Başkonsolosluğu bizim TC vatandaşlığından atıldığımıza ve Türkiye’deki tüm varlığımıza elkonulacağına dair Bakanlar Kurulu kararını 1 Haziran 1988'de iadeli taahhütlü mektupla ikinci kez tebliğ ediyor. Vatansızlaştırıldığımız böylece katmerli olarak kesinleştiriliyor…

Bize yönelik bu adaletsiz uygulama karşısında üyesi olduğumuz Belçika basın örgütleri, uluslararası basın kuruluşları, insan hakları örgütleri arka arkaya protesto bildirileri yayınlıyorlar.

Ama Türkiye'de eski dostumuz olan birkaç gazetecinin yazıları dışında hiçbir gazeteden ve basın kuruluşundan dayanışma görmüyoruz.

***

Evet, sürgünde despot sorgulamanın bedeli var…

Üzerinden tam 30 yıl geçtikten sonra sürgün gazeteci Can Dündar'a da despot sorgulamaya kalkışmanın bedeli Tayyip ve onun kontrolü altındaki Türk medyası tarafından "ajan"lıkla suçlanarak ödetilmek isteniyor.

Tayyip dün Beştepe'de yine böğürmüş: "Dördüncü kuvvet, dördüncü kol, bilmem ne falan... Medyayla filan falan demokrasi olmaz…"

Bedel ödemekse, bu kafadaki bir despota ve onun uşaklarına da bu yaptıklarının bedeli ödetilmelidir... Bu konuda sürgündeki medyaya büyük görev düşüyor… Türkiye'de son derece zor koşullar altında mücadele veren muhalefete uluslararası planda daha güçlü destek sağlayarak… Türkiye'de yazılıp söylenemeyenleri sosyal medya üzerinden ülkenin en ücra köşelerine kadar ulaştırarak…

Kısasa kısas…

(*) http://www.info-turk.be/black%20book.pdf

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi