Siyasi şizofreni: Referandum değil plebisit, başkanlık değil diktatörlük (1)

 * Siyaset biliminde güçler ayrılığındaki bir zaaf , ya da bunun birliği, doğrudan otoriter rejim, diktatörlük, faşizm ve totalitarizm demektir. Adeta bir matematik formülüdür.

* Açık Faşizm »e geçmek için yapılan oylama, sözde « milli irade » çerçevesinde demokratik bir yöntemmiş gibi sunuluyor. Nazizm bile ilk aşamada bu kadarını başaramamıştı

Erol Özkoray

 

Türkiye büyük bir tuzağın içine düştü. 16 Nisan’da oylanacak olan aslında şu : « Diktatörlük istiyor musunuz, yoksa istemiyor musunuz? » Tabii halka böyle bir soru sorulamaz. Yani böyle bir konunun referandumu olmaz. Çünkü böyle bir sorunun demokrasi ile uzaktan yakından bir ilgisi yok. Dolayısı ile tamamen şizofrenik bir durum yaşanıyor. Buna felsefede sofizm de deniyor: Yanlışları doğru göstermeye çalışmak. Durum o kadar absürd ki, insanlar, niçin « Evet » ya da « Hayır » diyecekleri konusunda kendilerine empoze edilen saçma ikilemin peşinde, gerekçeler üretme yarışındalar. Karşı taraf zaten diktatörlük mizansenini bilinçli olarak yaptığı için, bu durum özellikle « Hayır » diyenler icin geçerli. Halbuki faşizm, faşizmdir! Daha ne gerekçesi olacak?

Referandum kavramına yakından bakalım.

Referandumu siyasi amaçları için sömürerek dejenere eden lider Fransa Devlet Başkanı Charles de Gaulle oldu. 1950 yıllarının sonunda ve özellikle de 1960’lı yıllarda referandumu çok kullandı, çok abarttı ve genelde şu şekilde konumlandırdı: « Ya ben, ya da kaos! » Fransızlar da hep De Gaulle’ü seçtiler. 1969 referandumuna kadar. 68 Mayıs’ı sonrası şantaj işe yaramadı, nihayet kaosta karar kıldılar ve De Gaulle’ü yolladılar. O da gitti. Ama De Gaulle’un referandumlarında kaybederse gideceği seçeneği vardı. Türkiye’dekinde o şık bile yok! Yani otokrat kazansa da, kaybetse de orada. « Hayır » ın bir yaptırımı yok. Siyaset bilimi açısından büyük aymazlık. Bugüne kadar dünya demokrasi tarihinde görülmemiş bir vaka.

Nitelik itibarı ile referandumlar temel sorunları halka götürdüğü için demokratik bir yöntemmiş gibi algılanır. Yerel konularda tamam da, ulusal düzeydekiler için genelde bu doğru değildir. Bir kere belli konular halka sorulamaz: Mesela idam konusu gibi. Siyasetçinin görevi kamuoyunu eğitmek ve ona öncülük etmektir. İdam da tam böyle bir konudur. Bu konuda kamuoyu her ülkede geriden gelir. Siyasetçi onu ilerletir. Örneğin Fransa’da Devlet Başkanı François Mitterrand 1981’de idam cezasını kaldırdığında kamuoyu karşıydı. Ama Mitterrand öncülük etti ve kalktı. Kamuoyu da onu bir süreç içinde izledi ve çoğunluk idam karşıtlığına geldi. Ama bunu başarmak için ayaktakımı politikacı değil, Devlet adamı olmak gerekir. Onun icin referandumlar sahte demokrasi gibidir ve aldatıcı yanı çoktur.

İkinci olarak ise referandumlarda kamuoyunu siyasi iktidarlar yönlendirir. Demokrasilerde esas olan bilgilendirmeyle kamuoyunu oluşturmaktır. Yönlendirme ise demokrasi dışı yöntemle kamuoyunu istediğiniz noktaya götürmektir. Bu da demokratik usülle herhangi bir ilgisi olmayan faşist bir yöntemdir. Louis Alhtusser’in teorisi « devletin ideolojik aygıtları»nda ortaya çıkardığı gibi -özellikle de medya ile- bu faşist uygulama gerçekleştirilir. Türkiye’de şimdi bu yapılıyor.

Üçüncü olarak ise referandum, plebisit eğilimlidir. Yani insanları ön plana çıkartır. Türkiye’de olduğu gibi. 16 Nisan’da bir kişi oylanacak. Anayasa değişikliği ise işin göstermelik ve teknik yanı. 16 Nisan tipik bir plebisittir. O gün bir kişiye diktatörlük verilip verilmeyeceği oylanacak. Onun için bilinçli kesimlerin, aydınların, bilim insanlarının, yazarların, gazetecilerin referandumu değil, plebisit kavramını kullanması gerekiyor. Bunu Batılı herhangi bir Anayasacıya sorsanız, hiç tereddütsüz plebisit der. Ama Türkiye’de kavramlar Batı seviyesinde bilinmediği için hemen her konuda, sunulan zokayı yutmakta yarış da bitmiyor. Üstelik bu kurulacak olan rejimin niteliğini anlatmış oluyor. Çünkü o rejimin de Başkanlıkla uzaktan yakından bir ilgisi yok. Bu plebisitte başta da belirttiğimiz gibi sorulan asıl soru da şudur: « Tek kişi diktatörlüğüne Evet mi, yoksa Hayır mı? » Tabii böyle bir soruya demokrasilerde yer yok.

Siyaset biliminde okutulan ilk konu « Kuvvetler ayrılığı prensibi »dir. Çünkü bu konuyu kavramadan demokratik rejimler anlaşılamaz. Buna güçler ayrılığı da denir. Montesquieu’den esinlenilmiştir. Burada konu yasama, yürütme ve yargının birbirlerinden ayrılması ve birbirlerini kontrol edebilmeleridir. Ancak bu koşullarda bir demokrasinin varlığı söz konusu olabilir ve sağlıklı işleyebilir. Bu üç gücün yetkilerinin belirlenmesi de Anayasa’larla olur (İngiltere de ona bile ihtiyaç yoktur, çünkü demokratik gelenekler yerleşmiştir), birinin öbürüne göre ön plana çıkması demokratik rejimlerin niteliklerini belirler. Buna göre rejim ya Başkanlık olur, ya yarı-başkanlık, ya da parlamenter rejim olarak adlandırılır.

Başkanlık rejiminin patenti de ABD’ye aittir. Tektir, çünkü özel olarak bütün rejim hukuk üzerine inşa edilmiştir. Siyasi sistem bunun üzerine gelir. Dünyada başka bir örneği yok. Aynısını kurmak imkansızdır. Zaten taklit edince « prezidansiyalist rejim » içine düşülür ki, bunun adı da diktatörlük olur. Örneğin bir zamanların Latin Amerika diktatörlükleri. Başkan güçlüdür, ama Kongre ve yargı ile gücü dengelenir. Demokratik sistem o kadar mükemmel bir biçimde işler ki, Watergate skandalı gibi bir olayda Başkan görevden uzaklaştırılır. Muhtemelen impeachment ile yeni Başkan Trump da, dört yılını tamamlayamadan Rusya ile ilişkileri nedeniyle gönderilecektir.

Yarı-başkanlık sistemi de Fransa’nın rejimidir, yine taklit edilmesi olanak dışıdır. 59 yıldır yaşayan bir rejimdir. Başkanı halk doğrudan seçer. Bu rejimi sürdürebilmek için büyük tecrübe gerekir, çünkü çok zordur. Yürütme çift başlıdır (Cumhurbaşkanı ve Başbakan) ve bütün sistem parlamenter rejim çerçevesinde dengeli bir şekilde döner. 12 Eylül Anayasası ile aslında Türkiye’deki gizli rejimin böyle olması planlanmıştır. 1982 darbe Anayasa’sı, 1958 Fransız V. Cumhuriyet Anayasası’nın çok kötü bir kopyasıdır. Askerler demiştir ki, rejim düşmanın eline geçerse (islamcılar, ya da sosyalistler) Cumhurbaşkanı’na öyle yetkiler verelim ki direnebilsin ve laik cumhuriyeti korusun. O yetkiler de Fransız Başkanı’nın yetkileridir: Başbakanı atamak, hükümete başkanlık etmek ve Meclisi fesh etmek. Tabii Cumhurbaşkanı’nı TBMM seçtiği sürece bu durum sırıtmadı, ama gizli olarak hep vardı. Ne zamanki halk oyuyla 2014’te Cumhurbaşkanı seçildi, bu yetkiler gerçek hale geldi, rejim de yarı-başkanlık sistemine dönüştü. Yani Türkiye’deki rejim değişeli üç yıl oluyor. Çok basit bir nedenden dolayı: Eğer Cumhurbaşkanı’nı doğrudan halk seçerse, yürütme içindeki gerçek patron o olur, Başbakan ise sadece onun memuru statüsüne indirgenir. Fransız Anayasa’sındaki Başkan’a olağanüstü koşullarda, olağanüstü yetkiler veren tek faşist madde olan 16. maddeyi de (Fransız siyasetçiler utançlarından 90’larda Anayasa değişikligi ile bu maddeyi nispeten normalleştirdiler), daha da ağırlaştırarak Anayasa’nın 120. maddesi ile kopya edince de (üstelik 121. ve 122. maddeleri de buna ekleyerek rejim tam faşist yapıldı) seçilen Cumhurbaşkanı’na Anayasal diktatörlük imkanı verdiler. O da OHAL’dir. Demokrasi kültüründen nasibini hiç almamış ve diktatör eğilimleri ağır basan biri de bu durumu tepe tepe kullanır ve fiili olarak diktatörlüğünü ilan eder. Nitekim de aynen böyle oldu. Türkiye’nin içinde bulunduğu rejim, 120. madde doğrultusunda halen diktatörlüktür. Nicos Poulantzas’ın deyimiyle « Olağanüstü Devlet Biçimi »dir. Yani olağanüstü koşullarda (Anayasa 120. madde) tamamen mütasyona uğramış yarı-başkanlık sisteminin en aşırı uç noktası olan faşizm içinde yüzülüyor halen. Kısaca, bu rejim içinde plebisite gidiliyor.

Bu iki demokratik rejim de, nevi şahsına münhasır başka bir ülkede uygulanması mümkün olmayan rejimlerdir. Bunları taklit etmeye çalışan ülkeler yukarda da söylediğimiz gibi prezidansiyalist, yani diktatörlük rejiminin içine düşerler. Nitekim Türkiye düştü bile. Yani prezidansiyalist rejimler, Başkanlık, ya da yarı-başkanlık rejimlerinin yanından bile geçemez.

Parlamenter rejimin patenti de İngiltere’ye aittir. En çok kullanılan rejim biçimidir. Çünkü en kolayıdır. Güçler ayrılığı prensibi çok net olarak işler. Riski yoktur. Herkesin rolü bellidir. Darbelerin neden olduğu her türlü dejenerasyona rağmen, Türkiye’nin de en tecrübeli olduğu rejim biçimidir. Hatta, Meşrutiyet’ten (1876) beri geçerli ve tecrübe kazanılmış tek siyasi sistemdir. İniş ve çıkışlarıyla tam 140 yıllık bir gelenekten söz ediyoruz.

Ama ne zamanki biri çıkıp « ben güçler ayrılığına karşıyım » derse aklınızla, bilginizle, kültürünüzle, sizi siz yapan bütün değerlerle ve bilimle alay ediyor demektir. Kısaca tüm Batı dünyası ile… Bunun doğrudan tercümesi: DİKTATÖRLÜKTÜR. Siyaset biliminde güçler ayrılığındaki bir zaaf , ya da bunun birliği, doğrudan otoriter rejim, diktatörlük, faşizm ve totalitarizm demektir. Adeta bir matematik formülüdür. Güçler birliği = Diktatörlük. Bir topluma da, güçler ayrılığının kaldırılıp kaldırılmayacagı sorulmaz. Sorulamaz. Böyle bir konunun referandumu olmaz. Çünkü bu bir şizofreni olur, demokrasinin ruhu dahil herşeyine karşıdır.  Kısaca, Türkiye böylesine absürd yani çok saçma bir tuzağın içinde. « Açık Faşizm »e geçmek için yapılan oy atma eylemi, sözde « milli irade » çerçevesinde demokratik bir yöntemmiş gibi sunuluyor. Nazizm bile ilk aşamasında bu kadarını başaramamıştı. Hani ileri-geri, uluorta demokratik Avrupa’ya haksız yere provokatif Nazi ve faşist hakareti yapılıyor ya, daniskası kendisindedir ve plebisitle kurumsallaştırmaya çalıştığı rejimdedir. Kısaca, sözün ve aklın bittiği noktadayız. Tabii cehennemin de eşiğinde…

Bu durumda ne referandum kavramı, ne de başkanlık rejimi tanımlaması kullanılabilir. 16 Nisan’da bir plebisit yapılacak ve halka tek adamın diktatörlüğünü isteyip istemediği sorulacak. Yani total şizofrenik bir durum söz konusu.

Peki, « Evet » çıktığında ülkenin ne tür belaların içine savrulacağı aşağı yukarı belli de (kaldı ki ona da değineceğiz çünkü çok büyük anormallikler de olabilecek), eğer « Hayır » çıkarsa neler olacak? Bu şizofrenik durum, koskoca ülkenin düşürüldüğü bu -faşist- çıkmaz, gelecek yazının konusu.

Pazartesi 27 Mart : Otoriter rejimin kurumsallaşması (2)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Özkoray Arşivi