Ertuğrul Günay

Ertuğrul Günay

OHAL, KHK'lar, Hukuk..

Çağdaş devlet kurallarıyla ve kurumlarıyla yönetilir; varlığını, saygınlığını ve devamlılığını bununla sağlar.

"Ey va'd-i muhal, ey ebedi kizb-i muhakkak

 Ey mahkemelerden mütemadi kovulan hak!" *                                                                                        


Önceki günlerde TBMM'de OHAL, 5. kez yeniden uzatıldı.

Türkiye, 15 Temmuz 2016'da karanlık ve kanlı bir darbe girişimi yaşadı. Böyle vahim bir girişim sonrası, Anayasa'nın öngördüğü çerçeve içinde Olağanüstü Hal (OHAL) ilanı doğal ve hatta zorunlu kabul edilebilir.

Ancak, üzerinden 15 ay geçtikten sonra OHAL'in halen ve aynen devam etmesi ve bu süreçte çıkarılan kararnamelerin, OHAL ilanını gerektiren olay ve durumların dışına taşması, amacın darbecilerle mücadele boyutlarını aştığı, otoriter bir yönetim biçimini sürekli kılmanın aracına dönüştüğü tartışmalarına yol açıyor.

Kaldı ki bu kararnameler, anayasa hukukunun, özünü korumak için on yıllardır güvenceler oluşturmaya çalıştığı temel hak ve özgürlükleri zedeleyen, kullanılmaz hale getiren düzenlemeler ve uygulamalar içeriyor. Bu uygulamalar, evrensel hukuk kurallarına aykırılığı bir yana, Türkiye'nin halen yürürlükte olduğunu 'varsaydığımız' Anayasa ilkelerine bile aykırı.

Türkiye, çok partili sisteme geçtikten sonra defalarca darbelere ve bu yolda girişimlere maruz kaldı. Darbe süreçlerinde hukukun temel kuralları hep çiğnendi, adil yargılama ilkesiyle bağdaşmaz uygulamalar yaşandı.

Şimdi de, bir darbe girişimi önledikten sonraki süreçte yapılan uygulamalar, darbe dönemi yargılamalarına benziyor. Bu durum ve görünüm, Türkiye demokrasisi açısından büyük talihsizlik. Bu uygulamalar, içerde ve dışarıda tartışmalara, giderek ülkenin dünyadaki imajına büyük zarar verirken, telafisi imkansız mağduriyetlere yol açıyor. Görünen o ki, ileride de ülkenin büyük tazminat yükü altına girmesine de neden olacak.

Türkiye, hiçbir dönemde siyasi yargılamaları tam adalet içinde, yansız ve tümüyle hukuka uygun yapmayı başaramadı. Her dönemin sonunda da geride bu tutumun tartışmaları ve tortuları kaldı, adalet mekanizmasına güven sarsıldı.

Oysa bunu başarmak, tüm toplumun her koşulda güveneceği 'hukuk devleti' anlayışının sağlam temeller üzerinde yükselmesini sağlamak demekti.

Şimdi de, hukuk denetiminden uzak KHK'larla yapılan ihraçlar, daha büyük boyutlarda eskinin kötü bir tekrarını çağrıştırıyor. İttihat ve Terakki'den bu yana gördüğümüz siyasi amaçlı tasfiyeler, -27 Mayıs'ın 147'leri, 12 Eylül'ün 1402'likleri gibi- hukuk tarihimizin ayıpları arasında ve onları sayfa sayfa aşarak yerini almış görünüyor.

Geldiğimiz bu noktada, iktidarı ve muhalefeti ile siyasetin sorumluluğunun yanısıra yargının da büyük sorumluluğu var. Türkiye'de yargı, belki hiç bir dönemde 'adalet'e yüklediğimiz kutsal anlama uygun bir mükemmellikte işlemedi; fakat -göreceli de olsa-  bağımsız olduğu dönemler oldu. Tümüyle tarafsız olduğu dönemleri hiç hatırlamıyorum. Bu sınırlı tarafsızlığın bile siyasal kasıtlarla zedelendiği, hesaplaşma aracı halinde geldiği son 10 yıla yakın süredir, bu savrulmanın ağır bedellerini ödedik, ödemeye de devam ediyoruz.

Şimdi çok daha vahim bir durumla karşı karşıyayız.

Bir hukuk uygulayıcısının, yargıç ya da savcının görev sınırları içindeki hukuki kararı nedeniyle mesleğinden, hatta özgürlüğünden yoksun bırakıldığı ortamda artık, hukuk kitaplarında okuduğumuz yargıdan söz etmek imkansızdır.

Muhalefet, bu alanda ilk tehlikeli adımlar atılırken, işin sonunun nereye varacağını -ne yazık ki- göremedi. Daha da vahimi, hakim ve savcıların uğratıldığı yaptırımlara, kötü örnekleri emsal alarak,  "onlar da hak etmişlerdi" mantığıyla ve öç duygusuyla sessiz ve seyirci kaldı. Şimdi, geldiğimiz noktada, bağımsızlık ve tarafsızlık sadece boş bir söylem ve bir hayalden ibaret.

Hukuk tarihimiz bu konuda ayıplıdır. 27 Mayıs öncesi ve sonrasında, 12 Eylül'de, 28 Şubat'ta benzer süreçler yaşadık. Yassıada Mahkemelerinde, sanık sandalyesine oturtulan ülkenin seçilmiş yöneticilerine "sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor" diyen yargıçlar, yargımızın yüz kızartıcı örnekleri olarak hala anımsanıyor. Sonraki dönemlerde de, adaletin kılıcı olmak yerine, kuvvetlinin balyozu olmayı seçen yargı uygulamalarına tanık olduk. Bütün bunlar "hukuk devleti" anlayışının kağıttan bilince, dilden kalbe, sözden uygulamaya intikal etmemiş olmasının sonuçlarıdır.

Toplu mağduriyetler üreten sürecin yanlışlarını ayıklamak için kurulduğu varsayılan OHAL Komisyonu, uluslararası hukuk denetimini savsaklamak için uydurulmuş siyasi bir mekanizmadan ibaret olarak görünüyor. Ne yazık ki, sadre şifa, derde deva bir sonuç üretmiyor; adaletin maruz kaldığı tahribatı giderecek kuvvette ve dirayette görünmüyor. Oysa buna çok ve acilen ihtiyaç var.

Son yıllarda yaşadığımız olaylar, devlet kurallarının, yasaların, hatta Anayasa'nın hiçe sayılması karşısında -hemen tüm toplumca- yaşadığımız teslimiyet ve suskunluk, Türkiye'de kurumların olmadığını bize öğretti. En vahim olan budur. Oysa, çağdaş devlet kurallarıyla ve kurumlarıyla yönetilir; varlığını, saygınlığını ve devamlılığını bununla sağlar.

Türkiye'de hukuk devletinin kuralları ve demokrasinin bunca yıllık kazanımları çiğnenirken, yüksek yargı organlarının, üniversitelerin, hukuk fakültelerinin suskunluğu, hatta suskunluktan öte tabasbusu, sanırım, ileride demokrasi tarihimizin ibret verici sayfaları olarak kitaplarda yer alacaktır.

-------------------------------------------------------------------

*Ey boş vaad, ey sonsuz ve kesin yalan,

 Ey mahkemelerden her zaman kovulan hak!"

(Sis'ten, Tevfik Fikret)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ertuğrul Günay Arşivi