Tükürsen dişlerin dökülür

Herkes bir başına dolaşıyor, kimse giyinmiyor bir diğerinin ölüm acısını. Acısının başında nöbetçi bırakılıyoruz sıramız geldikçe. Paramparça olmaya doğru hızla gidiyoruz...

Geçen cumartesi günü "Dersim’in Beşinci Mevsimi" yazımın yayınlandığı gün, devlet freni patlak bir kamyon gibi olanca şiddetiyle direksiyonu İstanbul’un orta yerinde Cumartesi Anneleri’nin üstüne kırdı. O günün acısı, elemi, yarattığı kendine has direnişi, o direnişin fotoğraf kareleri bir kenara; görünen o ki, devlet aklıselim davranmayı tamamen bir kenara itmiş. Geçmişte yollarda, karanlık sokaklarda yakalayıp kaybedilenlerin annelerini, yakınlarını gündüz gözüyle, bütün insanlığın gözü önünde kaybetmek istiyorlar. Tam bir çöküş...

***

Çok büyük bir çoğunluk olarak devletin şiddeti karşısında derin bir yalnızlık içindeyiz. Yapanı da içine çeken, hiç kimsenin yara bere almadan kurtulamayacağı büyük bir çöküş yaşanıyor. Geleceğe ilişkin teoriler, kurtuluş yolları yetersiz ya da kendini tekrar ediyor, çaldıkça çizilen bir plak gibi...

Herkes bir başına dolaşıyor, kimse giyinmiyor bir diğerinin ölüm acısını. Acısının başında nöbetçi bırakılıyoruz sıramız geldikçe. Paramparça olmaya doğru hızla gidiyoruz...

Bir bedenimizin olması kocaman bir yalan, bir yanılsama. Ölüyoruz her birimiz, her bir ölümle kendi payımızın da farkında değiliz. Çoğaldıkça insanı o oranda yalnızlaştırarak bölen, bölücü oluyor ölüm...

Ocağına ateş düşen acıyı hemen orada giyiniyor. Herkes o acıyı anında soyunuyor, duymuyor, görmüyor, konuşmuyor. Naylon oluyorlar, dillerini kapı gibi içerden kapatıp, sürgülüyorlar. Sesler kesiliyor, görüntüler parça parça, vicdanlar anında alınıyor ayaklar altına…

Ölün, bir şey demiyorum, ama siz siz olun ölü evi olmayın, ölü yakını, acı duyanı, bir kese kâğıdı gibi kendi içine çökeni olmayın. Bu durumda, önce ölünüz suçlu ilan edilir hep bir ağızdan, sonra payınıza düşeni asarlar bir ferman gibi hayatınıza. Yaşarken esameniz okunmasa bile, ölünce kayıtlara geçen suçlu olursunuz hemen orada.

Yalandır, düğün ve cenazeler bile artık bizi bir araya getirmiyor. Öncesini geçtik, otuz küsur yıldır, sanki sayfaları yazılır yazılmaz yırtılıp çöpe atılan bir defter olduk tarihin elinde. Aleni bir biçimde hayatın içini boşaltıp mezarlıkları dolduruyorlar. Kocaman, bitmeyen bir öfke...

Sabah uyanır uyanmaz bir sigara yakar gibi vurdumduymazlığı içimize çekiyoruz. Damarlarımıza bir rehavet yayılıyor, hayata bir sırt dönme. Kahve suyu koymaya gidiyoruz da ateşe ama gitmiyoruz o ölümün cenaze evine... Onların asla ar etmediği, kendi kendimizden utanacağımız yere vardırdılar bizi…

TÜKÜRSEN DİŞLERİN DÖKÜLÜR

öyle uzun ki 
derinliği kaç sigara yaktırır 
kaç sigara söndürür, bilemezsin... 
yokluğu dizlerinin bağını çözer 
uzaklığı kıştan çıkacak yeni bir bahar
hasret onun yanında çocuk kalır 
 
öyle suskun ki,  
bıçaklar bile bakmaz yüzüne... 
 
göçürttüler,  
kundaktaki çocuğuyla... 
 
diyelim su dedi de,  
inleyerek içine çöktü insan 
 
aklını yedi diye düşünün,  
çölden de insafsız 
 
değil kapı 
değil pencere, değil işte 
tarih bile geçmez önünden...
 
göğsünü bir gömlek gibi  
düğme düğme açsa bile  
yetmez acıları bir bir sığdırmaya 
 
başını ona fazla görürler 
öyle başsız kalmış gövde gibi 
gözleri yoldan gelecek olanı bekler  
ağzında sözü kalmış gibi
 
öyle gömülmüş 
kocaman bir yazdı  
boynundan vurulan 
öyle derin ve susuz 

yok, soluksuzum 
ciğerlerim paramparça 

bir sessizlik ki 
sorma geceden yıldız söktürür 
 
sabahında kapısını  
kimsenin çalmadığı terk edilmişlik 
anlatılmaz...  
öyle uzun bir yalnızlık ki 
tükürsen dişlerin dökülür... 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi