Önümüzdeki tarihî fırsat

Şimdi ikinci kez 'yetmez ama evet' hatasına düşerek, sistem tartışmasının parlamenter rejime hapsedilmesine izin verilmemeli.

İktidar İstanbul hezimetinin ardından mecburen sistem tartışmasına dahil olmak zorunda kaldı.

Erdoğan’ın "Yeni yönetim modeli özellikle yürütme çok daha hızlı sonuç odaklı harekete geçecek. Bakanlıklarımızın sayısını azaltmak, bakanlıkların işlevselliğini ve verimliliğini artırmak için birleşmeler gerçekleştirdik. Örneğin başbakan olduğumda 37 bakanlık vardı, hemen bu sayısı 26’ya indirdik. Geri kalmış ülkelerde bol bol bakanlık dağıtıyorlar. Koalisyonları kurmak için bakanlık dağıtıyorlardı. Biz bunu koalisyon olmadığı için rahatladık ve indirdik" diye savunduğu ucube sistem bir yılını doldururken, bütün sözlerini geri almak zorunda kaldı.

Şimdi yeniden bakanlıkların sayısını artırmaktan, bütün kararların tek adamın onayını beklemesi nedeniyle işleyişin yavaşlamasından ve koalisyon ortağı MHP’nin partilerine verdiği zarardan söz ediyorlar.

Evet bu yakınmalar Erdoğan’ın ağzından değil partiden sızsa da Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı Yardımcısına "sistemin rehabilitasyonu" konusunda talimat vermesi içinde bulundukları açmazın büyüklüğünü gösteriyor.

‘Yaşam süreli’ iktidar uğruna kurdukları sistemin ayaklarına dolanan bir tuzağa dönüşmesi, daha doğrusu kendi kazdıkları kuyuya düşmeleri AKP’yi çare aramaya itiyor.

Naci Bostancı’nın dediği gibi "sistemi rehabilite etmek"le kendilerini kurtarabilmeleri mümkün görünmüyor. Hele Davutoğlu ve Ali Babacan’ın parti kurma çalışmaları kamuya açık hale gelmişken. 

Muhalefetin, partisiyle sivil toplumuyla, demokratik kamuoyuyla öncelikli görevi halkları ‘AKP’ ile ‘öz AKP’ arasında bırakmamak olacaktır herhalde.

Siyasal İslam’ın tahkimatında ve ekonomide, adalette, toplumsal dokuda yarattığı tahribatta önemli payı olanların bugün "gömlek değiştirip" piyasaya çıkmaları bu saatten sonra kimi ikna eder bilemem.

Senaryo çok.

CHP, İYİ Parti, AKP ve hatta MHP’den kopacak isimlerle merkez sağda bir restorasyon hükümeti kurulması bunlardan biri. Kastedilen, revize edilmiş bir anayasa ile parlamenter sisteme dönüş. Ki bu ihtimal demokrasi güçlerinin bir kez daha kaybetmesi demektir.

Türkiye’yi 17 yıldır yöneten siyasal İslamcıların iktidara geliş koşullarını sık sık hatırlamakta yarar var.

Dönemin laik elitlerinin ve sırtlarını dayadıkları askerî vesayetin bugüne çok benzeyen uygulamalarından yılmış ‘ötekiler’, denenmeyeni denemeye yönelmişti.

Bir parlamenter rejim vardı ama "yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar" AKP’yi iktidara taşımıştı.

Şimdi ikinci kez "yetmez ama evet" hatasına düşerek, sistem tartışmasının parlamenter rejime hapsedilmesine izin verilmemeli.

Muhalefet partileri de bunu görmüş olmalılar ki, CHP, İYİ Parti, SP bu kez "etiketlenme" korkusunu aşarak HDP’yle birlikte "ortak paydalar" üzerinde çalışmaya başlamışlar.

Buna mecburlar çünkü yalnız Türkiye’nin içerdeki kaderi değil Orta Doğu’daki komşularımızla ilişkilerimizin de kaderi Kürtlerle eşitlik üzerinden yapılacak kalıcı bir sözleşmeye bağlı. 

Her ne kadar AKP içinden doğan yeni partilere çok şans tanınmasa da isimleri Ali Babacan ile anılan ve "çözüm süreci"ndeki rolleri ile hatırlanan Sadullah Ergin, Beşir Atalay’ın varlığı dolayısıyla kurulacak partinin programında Kürt meselesinin önemli yer alacağını tahmin etmek zor değil.   

CHP’nin parti programını yenileme kararı da, "ortak paydalar" çalışması ile birlikte değerlendirildiğinde önemli hamleler olarak kabul edilebilir. Ama özellikle Kürt meselesinin çözümünde en az "Dolmabahçe mutabakatı" eşiğini aşmak zorunda. 

Seçim sürecinin en önemli aktörü HDP’nin ve sol, sosyalist kesimlerin yakalanan bu fırsatı değerlendirirken Ertuğrul Kürkçü’nün şu uyarılarına kulak vermelerini öneririm.

"Muhalefetin genel ufku eski ‘parlamentoculuk’un ihyasıyla sınırlı olsa da Üçüncü Kutbun topluma, 23 Haziran sonrası güç dizilişinin bütün imkânlarını sınamayı; ‘Başkanlık Rejimi’ ile Demokratik Cumhuriyet’in birbirleriyle bağdaşmaz iki ayrı rejim biçimi olduğunu açıkça ortaya koymayı; aşağıdan yukarı yerel meclisler toplayarak TBMM’yi ‘Demokratik Cumhuriyet’ bayrağı altında bir halk hareketiyle kuşatmayı teklif etmesi gerekir. Bu bir ‘yeni anayasa’nın tarihsel güvencelere kavuşmasının da maddi zeminidir. Kürt halkına karşı sürdürülen savaşa ve sömürgeciliğe son verilerek, barış ve demokratik çözüm için toplumsal inisiyatifin başlatılacağı düzlem de burasıdır." 

Kürkçü’nün sözlerinin bir ucu da CHP’ye ve CHP içindeki demokratlara değiyor. Aranılan ‘toplumsal uzlaşma’ ve ülkenin refahı ise adres, seçim sürecinde ortaya çıkan demokrasi ittifakı.

Toplumsal muhalefetin tüm aktörlerinin yeni anayasa çalışmalarına katılması sağlanamaz ve Meclis'in duvarları arasına hapsedilirse, Kürkçü’nün ifadesiyle "31 Mart gecesi İstanbul’un dip dalgalarıyla bir kıyıya savrulmuş olan ‘Büyük Koalisyon’un, ‘medarı maişet’ motorlarını peşinde sürükleyerek geri dönüşünü çaresizce izlemek zorunda kalmak da var".

Siyasal iklim de, toplumsal ruh hali de önemli bir fırsatı Türkiye’nin önüne bırakmış hatta dayatmışken ve ülke çok önemli bir dönüm noktasının arifesindeyken "vatan-millet sevgisi"nin gereği tam da budur.

Yani "hak hukuk adalet" diye bağırmaktan bıktıysak…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi