Kimlik değil umut siyasetine ihtiyaç var

Türkiye’nin farklı düzlemlerde ikiye ve üçe bölünmesine yol açan bu kimlik siyasetini aşması ve umut siyasetini geç olmadan üretmesi, bunun üzerine düşünmesi gerekiyor.

Türkiye’de siyaset, son yıllarda siyasi iktidarın bilinçli bir tercihi ile kimlik siyasetine hapsoldu. Kültürel kimlik olarak sayıca çok olanın belirleyici olduğu, çoğunluğa dayanan bu denklem, Türkiye’yi kabaca ikiye bölmüş durumda. Bu bölünme, esas olarak "değer" temelli ve değeri temsil edenin "şey"in kamusal alanda görünürlüğüne dayanıyor. Bunlar ise çoğunlukla dinsel semboller.

Bu bölünmenin bir yanında muhafazakâr ve yerel değerler, diğer yanında seküler ve yereli de kapsama gayretinde olan evrensel değerler var.

Bu bölünme, spesifik bazı konularda istisnalar gösterse de, 16 Nisan Referandumu’nda, 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı seçiminde de kendini gösterdi.

Cumhur İttifakı’nın kendisine başarı kriteri olarak koyduğu yüzde 52’lik oy bloku esas olarak budur. Bu durum, her toplumsal kesimi içe kapattığı ölçüde farklı düzlemlerde gettolaşmaya yol açmaktadır.

ÖNCE İKİYE SONRA ÜÇE

Bu bölünmenin alt katmanında ise giderek kesif hale gelen siyasi bir bölünme var. Bunu da, seçim sonuçlarından görüyoruz. Seçim sonuçlarını kabaca gösteren Türkiye haritasına baktığımızda ülkenin üçe bölünmüş olduğunu görmekteyiz.

Kıyılara ve metropollere sıkışan sekülerliğin ağır bastığı CHP, İç Anadolu ile Karadeniz bölgesinde muhafazakâr ve milliyetçiliğin ağır bastığı bir AK Parti-MHP eklemlenmesi ve nihayet Doğu ve Güneydoğu’da etnik kimlik olarak Kürtlüğü temsil eden HDP.

Bu kaba ayrımın içinde şunu hemen ekleyelim kıyı ve metropollerde de, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da da belli ağırlıkta AK Parti oyu var.

Değerler üzerinden ikiye, siyasi tercihler açısından üçe bölünmüş bu Türkiye, toplumun, toplumsal taleplerin değil siyasetin, siyasetçilerin eseridir. Yaşanan bu kutuplaşma ve zihni bölünme toplumdan değil siyasal söylemin, üslubun ürünüdür.

Bu bölünme hâli, siyasi iktidarın kendine yakın medya aracılığıyla sistematik olarak manipüle edilerek, iktidardan farklı düşünen, farklı siyaset öneren tüm partiler, siyasi gruplar, STK’lar ötekileştiriliyor.

Türkiye’nin farklı düzlemlerde ikiye ve üçe bölünmesine yol açan bu kimlik siyasetini aşması ve umut siyasetini geç olmadan üretmesi, bunun üzerine düşünmesi gerekiyor.

TANZİM SATIŞ NE KADAR SÜREBİLİR?

Kimlik siyasetinin kaçınılmaz sonucu, ülkenin karşılaştığı her sorun, kaynağı ne olursa olsun siyasetin kendisinde aranmıyor. Her sorununun kaynağı, sürekli olarak dış güçler, lobiler, büyük aileler ve onların içerideki işbirlikçilerine bağlanabiliyor.

Bu söylem, iktidar medyası tarafından manipülatif biçimde kullanılarak "gerçek" olarak sunulabiliyor.

Bunun son örneği, uygulanan ve hatta olmadığı için uygulanamayan tarım politikaları nedeniyle artan gıda fiyatlarına karşı, belediyenin doğrudan ürün tedarik ederek, meydanlarda tanzim satış mağazaları aracılığıyla satmasıdır.

Ucuz gıda almak için uzun kuyruklar oluşturan insanlarla yapılan söyleşilerde, karşı karşıya kalınan durumun nedeni olarak siyaset değil dış güçler sorumlu ilan edilebilmektedir. İnsanların yüzlerine yansıyanın çaresizlik olmasına rağmen, uzatılan mikrofonlara TV ekranlarından duya duya içselleştirdikleri hamasi cümleleri tekrarlamaktan geri durmuyorlar.

Kabul edelim bu durum izaha muhtaçtır.

Bu çaresizliğe rağmen muhalefetin çabalarının var olan siyasi tabloyu değiştirememesi, büyük siyasetin hapsedildiği kimlik siyasetinden ve belli ölçüde bu kimlik siyasetini siyaseten yeniden üretmelerinden kaynaklanmaktadır.

Evet, bu satışlar, günlük olarak gıda fiyatlarında düşmeye yol açabilir ama ekonomik olarak sürdürülebilir ve taşınabilir değildir. Kamu zararlarının sürekli büyümesi anlamını taşır. Bunu İstanbul dışında kaç ilde aynı anda yapabilirsiniz? Bu kadar ürünü nereden bulacaksınız?

Bunların hepsi palyatif çözümlerdir ama iktidar bunu medya aracılığıyla öyle bir kullanmaktadır ki, uygulanan yanlış tarım politikalarının bir sorunu olarak fiyatların artması, sanki kendi sorumluluklarında değilmiş gibi propaganda yapmayı becerebilmektedir.

YERLİ MEDYANIN NEDEN ŞANSI YOK?

Tam bu noktada, Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül’ün yazısında kullandığı "Yerli medya’nın geleceği konusunda çok ciddi endişelerimiz var." "Haklı" tespitini analiz edebiliriz.

Halkın gerçekleri bilme hakkının savunucu olan gazetecilik, aynı zamanda "demokrasinin de bekçi köpeğidir". Bu açıdan medyanın "yerli" olması evrensel normlar açısından karşılığı olmayan bir kavramsallaştırmadır.

Karagül’ün işaret ve şikâyet ettiği durum, bizatihi iktidara yakın medya kurumlarının ve yöneticilerinin ürettiği bir sonuçtur. Gazetenin, televizyonun ve gazetecinin kurumsal ve kişisel geleceğini halka değil iktidara bağladığı ölçüde, gazetecilik ikinci plana itilip, iktidarın siyasal söylemini, o gazete ve televizyonlarda ana, baskın ses, görüş haline gelmesi süreci başlıyor. O noktada, bu medya organlarında, gazetecilere değil iktidarın sesini, sözünü kamuoyuna aktaran prezantabl ekran yüzlerine ve etiketli akademisyenlere özetle "aracılara" ve "organik aydınlara" ihtiyaç duyuluyor.

Bu durum etiketi ne olursa olsun gazeteciliğin, medyanın bizatihi kendisini yok etmesidir.

DAR ALANDA VAR OLMA ÇABASI

Gerek sahip oldukları düşünceleri nedeniyle bu kurumlardan kendi istekleriyle ayrılanlar gerekse düşüncelerini ifade ettikleri için duyulan rahatsızlıklardan dolayı atılanlar; mesleklerini sürdürmek uğruna daha minimal koşullarda mesleklerini icra etmeye çalışıyorlar.

Birkaç gazete ve TV dışında, internet gazeteleri, bireysel internet yayınları, online TV platformları bu var olma çabasının ürünü.

Bu platformlarda gazetecilik yapanlar, yazı yazanlar, yorum yapanlar o yüzden dışlandıkları medyanın ekranlarında yer bulamıyorlar.

Çünkü, Karagül’ün geleceğinden endişe duyduğu "yerli medya", yazının başında ifade ettiğim "kimlik siyasetinin" kamusal alandaki en büyük üreticisi ve taşıyıcısı. O yüzden Karagül endişelerinde haklı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Murat Aksoy Arşivi