5 günde 4 şehir

Kendi kentinin önemini ancak başka kentleri tanıyıp kıyaslayınca daha iyi anlayabilirsin değil mi? Ben çok yabancı kent gördüm ama hâlâ kavrayamıyorum bugünkü Konstantinopolis’in kıymetini!

Geçtiğimiz hafta, kuş misali, Çarşamba’dan düne kadar, o şehir senin bu şehir benim, uçtum durdum. Bir başka deyişle, Köln-Londra-Stockholm-Selanik hattında çalıştım. 

Gidiş dönüşleri topladığımda 7400 km ediyor. Toplam uçuş süresi de 11 saat. Ucuz hatta kıytırık uçaklarla uçtuğum için kent merkezinden çok uzaklardaki havaalanlarına (Düsseldorf Weeze, Stansted, Skavsta) git-gel, bir de diş macunu ile deodorantı ayrı küçük naylon torbalara yerleştir, Xray’den geçerken ayakkabıları çıkar giy… Gıcık oluyor insan.

Köln ve Selanik’de daha uzun süreler kaldığım ve kalacağım için bugün bu iki kentten söz etmeyeceğim. 

Londra’da Artı TV için izlediğim bir toplantı, Stockholm’de ise bir konferans tercümanlığı işi vardı. Bu kadar kısa sürede bu kadar çok kente gidince, hele iş için gidiyorsan, haliyle çok fazla şey göremiyorsun, duyamıyorsun, okuyamıyorsun. Ama yine de Londra ve Stockholm’e ilk kez gitmediğim için, eski haliyle bugününü karşılaştırma imkânı doğuyor, bir de kentleri kendi aralarında ya da kendi kentinle kıyaslıyorsun. 

İnsan Galatasaraylı olunca bir de serde solculuk varsa, Avrupa’nın hatta dünyanın her kentinde mutlaka dostları, arkadaşları vardır. Onlarla görüşmek paha biçilmez bir memnuniyet kaynağı. Biraz nostalji, biraz aktüalite, eh bir parça da dedikodu. Bir kent, eğer tanıdığın varsa, o kent artık senin için yabancı değildir. 

Ben ilkokula Londra’da başlamıştım(1959). Croydon ve Cambridge’de okudum. Sonra Londra’da BBC Türkçe Servisinde çalışmıştım (1983-87). 10 sene kadar önce de İngiltere Barış Meclisi'nin bir toplantısına katıldığımı hatırlıyorum.

Londra hâlâ eski ve kirli. Brexit yüzünden daha da eskiyecek ve kirlenecek. Sivas-Zaralı dostumuz Hasan’ın lokantasına giderken, Highgate’ten geçiyorduk, tanıdım. ‘’Bak şu soldan yukarı çıkarsan Marx’ın mezarı var’’ dedi. Bilmez miyim? 83’de geldiğimde ilk gün önce Sakallı Dedemin mezarına gitmiş, ellerimi göğe doğru açıp iki Manifesto bir Felsefenin Sefaleti’ni okumuştum huşu içinde. Belki bir şeyler kaparım diye de ilk iki-üç ay Highgate’de bir ev kiralamıştım. Londra’nın Cihangir’i Hamstead’e yaklaşırken Hasan, bir binayı gösterdi.‘‘George Orwell burada otururmuş’’ dedi. Orwell’le BBC’den tanışırdık zaten! Sonra lokantaya girdik, dipte iki kişilik bir masayı gösterdi: ‘’Bu da Eric Habsbawn’ın yeri. Her hafta mutlaka gelir bizde yemek yerdi. Sohbet ederdik’’. Yıldızlar geçidi. My Old Stars! Çağdaş takılalım biraz da: Akşam toplantıdan çıkıp kalacağımız eve giderken bir başka arkadaş iki katlı mütevazı bir apartman gösterdi: ‘’Jeremy Corbyn’in evi. Komşum olur. Bazen otobüs durağına beraber yürürüz’’. We are many, they are few! Bizdeki few yani lonely man 3000 kişilik koruma ordusu ile dolaşıyor. Ve bu aralar ne olduysa artık (!) sahneye pek çıkamıyor. Hasta masta olmasın!

Merkeze indik. 4 yıl çalıştığım Bush House’un önünden geçtik, 32 yıl sonra. E değişmiş tabii. Kim değişmiyor ki? Ne değişmiyor ki?

Türkiyeliler, artık oldukça yumuşak bir kimlik sahibi olduklarından mıdır yoksa başka sebepleri mi vardır, bilemem, Avrupa’da gittikleri yere genellikle çabuk uyum sağlayabiliyor. Hele 3. ve 4. kuşaklar kelimenin gerçek anlamıyla artık hakiki Avrupa yurttaşları. Yine de ülkeden ülkeye farklar var tabii. Mesela İngiltere’dekiler doğal olarak Fransa ya da Almanya’dakilere oranla… nasıl desem, daha bir İngiliz sanki. Yes indeed! Daha modern, daha sakin, daha kültürlü göründü bana. 

Londra’da vakti zamanında İlhan Berk ile Ergun Balcı’yı ağırladığım günler geldi aklıma. İkisi şimdi deniz kenarında bir yerde sohbet ediyordur herhalde. 

Stockholm daha az bildiğim bir kent. Son 30 yılda topu topu üçüncü gidişim. Adalardan mürekkep serin bir cennet. Her şey çok temiz, çok düzgün. Bizim gibi Akdenizliler bir süre sonra sıkılır sanki bu kentte. Zaten yazın hava kararmıyor, kışın da sabah 10’daki aydınlık öğlen 1’de bitiyor. 

Bir tam gün Yiğit’le (Bener) tercüme yaptıktan sonra akşam şahane bir yemek yedik. Kadro önemli: Türkiye’nin en genç eski tüfeği adaşım Zarakolu, Mezopotamya Ekspresinin şef kondüktörü Cengiz Çandar, benim, mektepten iki kıyak arkadaşım, 35-40 yıldır İsveç’te yaşayan Cüneyt ile Muhteşem. Hepimiz sabah sol taraftan kalkangillerdeniz. Olof Palme cinayetinin işlendiği mekânın önünden geçip Yazarlar Birliği'nin lokantasına gittik. 12 Mart’tan günümüze tekaüt militan maceralarından, büyük ve küçük siyasete, ortak tanıdıklarımızın hâl ve gidişinden, Diyarbekir’den Hewler’e, Washington’dan Paris’e gazetecilik öykülerine, Babıali anılarından GS-FB maçlarına kadar değinip de kahkaha atmadığımız konu kalmadı galiba. Çok eğlendik çok. Muhabbet, demirhindi şerbeti tadındaydı. Şehrin sapsarı, sırım gibi ya da iri yarı cüsseli ve mavi gözlü kadınlarının kıskanç bakışlarını yakaladım bizim masanın önünden geçerken. Batı O’nu değil ama bizi kıskanıyordu hakikaten.

Bu yaşımda bu kadar yol, her gece en fazla 4 saat uyku ile sağ salim ve neşe içinde bitirdim bu haftayı da. Değdi ama… 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi