Berlin'de bir hafta sonu

50 yıldır tanıdığın okul arkadaşlarınla, hesapsız kitapsız gırgır şamata yapıyorsun bir deplasman kentinde. Güzel yemekler yiyip, şarapları da midene indiriyorsun.

Dört Galatasaraylı İstanbul dışında bir yerde bir araya gelirse, bir kilo pirinç, yarım kilo kuzu kuşbaşı, 250 gram arnavut ciğeri, bir avuç kuş üzümü, bir avuç dolma fıstığı alır, tuz, karabiber ve soğanı ekler ve derhal bir Galatasaray Pilavı yapar. Spontane olarak. Kurumsal versiyonun orijinali Haziran'ın ilk Pazar'ı mektepte yapılır. Yanına salata ile tulumba tatlısı eklenir. Ardından Ankara, İzmir, Bursa, Datça gibi milli ve yerli şehirlerde turneye çıkılır. Bilahare Paris, Brüksel, Alger, Tunis'de yaşayan kardeş ve ağabeylerimiz, pilavlarını organize eder. Oradan Yeni Kıta'ya geçip New York ya da Los Angeles'da da pilav şenlikleri düzenlenir.

Bu ritüel Türkiye'de 1934'den beri yaşatılmakta. Galiba 80'lerden bu yana da deplasmana çıkıyoruz.

Geçtiğimiz hafta sonu, Paris, Köln ve İstanbul'dan okul arkadaşlarım, eşleriyle birlikte, Berlin'de evi olan bir arkadaşımızın davetine uyup Alman başkentinde toplandık. Pilav bahane, muhabbet şahane. Çünkü bilen bilir, biz‚ "Fikri Hür, Vicdanı Hür, İrfanı Hür" Tevfik Fikret'in torunlarıyız.

Galatasaray mektebini üç kelime ile tarif et deseler, yanıtım belli: Rasyonalite, dayanışma ve gırgır. Dile kolay kimimiz 12, kimimiz 7 sene aynı sınıflarda, aynı yemekhanelerde, aynı yatakhanelerde yaşamışız. Üstelik bir insanın kişiliğinin oluştuğu en kritik yaş kuşağında (6- 18) acaip komünal bir ortamda yetişmişiz.

Bizim dönem, Cumhuriyet 100 yaşına basarken, mezuniyetimizin 50. yılını kutlayacak.

Berlin'de iki gün içinde, buz gibi havaya rağmen, günde ortalama 15 bin adım yürümüşüz. Bergama Müzesi'nin iki bölümünü de gezdik. Şahane. Artık herhalde aklı başında bir Kültür Bakanı çıkar da bu anıtın Türkiye'ye geri getirilmesini sağlar (Yoksa kalsın mı orada?). Sonra Gözyaşı Müzesi'ni turladık. Berlin ikiye bölünmüşken önemli ama sıkıntılı bir geçiş noktasını, dönemin mobilya ve eşyalarıyla düzenlemişler. TV ekranlarında da o günlerin olaylarını izledik.

İbret olsun diye bir parçası bırakılan Duvar'ın önünde fotograf çektirdik. Hitler'in intihar ettiği, yerin 3 kat altındaki sığınağa gitmeye vaktimiz kalmadı.

Dimitrof'dan bildiğimiz kundaklamaya kurban giden Meclis binası Reichstag'ın önünden galiba 3 kez geçtik. Alternatif kahveler mahallesi ile Noel pazarlarını da arşınladık. Almanya'da iken mecburen bir öğün tombik sosislerden yiyip Bavyeralı şişman adamlar gibi biralarımızı içtik. Her akşam başka bir mutfağın lokantasını şenlendirdik. "Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat" derler, ayrıca da vakitsiz ve gereksiz yere iştahınızı kabartmayayım diye ayrıntı vermiyorum.

Ben daha önce, biri Duvar varken, iki kez gelmiştim bu kente. Çok kimliği var bu şehrin. Berlin, Talat Paşa'nın vurulduğu (15 Mart 1921) kent. 17 Haziran 1951 günü yapılan Almanya-Türkiye milli maçında kalede, 2016 yazında Cennetspor'a transfer olmuş kaleci Turgay (Şeren) abimiz vardı ve şahane kurtarışları sayesinde "Berlin Panteri" ünvanını almıştı. Hitler'in de protokol tribününden izlediği 1936 olimpiyatlarının yapıldığı o meşhur Olimpiyat Stadı'nı daha önce görmüştüm.

Turgay abiden iki yaş küçük Kanada'lı şair-şarkıcı Leonard Cohen'in iki şarkısında geçer Berlin. Birinci Berlin göndermesi First we take Manhattan (1988) şarkısında:

 Önce Manhattan'ı fethediyoruz ardından Berlin'i alıyoruz.

1992'de çıkan The Future albümündeki The Future şarkısında da kara nostalji dizeleri mevcut:

 Berlin Duvarı'nı geri verin bana/Stalin'i de iade edin, Aziz Paul'ü de/Biraderim gördüm ben geleceği/Gelecekte kıyım var!

Başka bir sürü şarkıda, hikâyede, romanda, filmde ve tiyatro piyesinde de geçer Berlin kenti. 1972 yapımı Bob Fosse'un yönettiği "Cabaret" da bir Berlin şaheseridir.

Hani "Almanya yenilince biz de yenilmiş sayılmıştık" ya Birinci Dünya Savaşı'nda, işte o zamandan kalma bir kankalık vardır Türklerle Almanlar arasında. Alman paşalar Osmanlı ordusunda Genel Kurmay Başkanlığına kadar yükselmişti vakti zamanında. Hitler'den kaçan Alman bilim insanları gelmişti İstanbul Üniversitesi'ne 2. Dünya Savaşı başlarken. Sonra yüzbinlerce misafir işçi(?) gitti Türkiye'den Almanya'ya 1960'lardan itibaren. Türk mahallesi Kreuzberg'e uğradık bir ara. Çünkü canımız Türk kahvesi çekmişti.  

Galatasaraylılık aslında kolay tanımlanamayacak bir aidiyet. Çünkü her türlü siyasi, ideolojik, kültürel hatta ekonomik kriterin üstünde bir konum. Tarih, siyaset, edebiyat, futbol her konuyu çok efendice tartışırız aramızda. Hemfikir olup olmamak önemli değil bizde. Öyle sadece geçmişte kalmış yatakhane anıları anlatan yaşlı-başlı emekliler değiliz yani. Eskiden başka tür muhabbetlerimiz de vardı, şimdilerde daha çok sağlık konuları, yeni çıkan ilaçlar gündeme geliyor. Bir de çocuklarımızın hatta torunlarımızın durumu.  

Paris'deki ve İstanbul'daki arkadaşlarımızdan son haberleri konuşuyorduk Cumartesi akşamı yemekte. Cep telefonlarımız bip bip diye ötmeye başladı. Bir baktık, bizim dönemin çocukları (GSL 105) aynı anda ve birbirinden habersiz üç yemek düzenlemişler. Biri Bodrum'da diğer ikisi İstanbul'da. Millet mezelerin, rakı bardaklarının filan resimlerini çekip birbirine afiyet olsun mesajları atıyor. Bu da sosyal medyanın olumlu yanı. Zamanı ve mekanı yenmiş gibi oluyorsun...

Yazı yazmak, haber yetiştirmek, TV haberine KJ yapıştırmak gibi sıkıntıların yok. 48 saatliğine de olsa tatildesin. 50 yıldır tanıdığın arkadaşlarınla berabersin. Yiyorsun, içiyorsun, eğlenip gülüyorsun. Daha ne istersin ki?

Ben bunlar olmasa bile, o melun suratlı adamın olmadığı, adının geçmediği her mekanda kendimi rahat ve huzurlu hissedebiliyorum. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi