Ölümsüz yazar

4 yıl olmuş aramızdan ayrılalı. Çok özlüyoruz kallavi kahkahalarını, köyünü anlatmasını, Sait Faik'le, Nazım Hikmet'le muhabbetlerini...

Merhaba,

Ben yaklaşık 20-25 yıl, Yaşar Kemal'in, diplomatlarla, yabancı yazar arkadaşları ve gazetecilerle, yurtdışındaki toplantılarda karşılaştığı insanlarla görüşmelerinde, sözlü tercümanlığını yapma onuruna eriştim.

Barcelona'da, Paris'te, Milano'da, Oslo'da, Basınköy'de, Vaniköy'de... çevirmenlik yaparken her zaman tek başına değildim. Çoğu zaman Ayşe Baban vardı, kimi zaman Yiğit Bener vardı, Fransa'da, toprağı bol olsun Altan Gökalp vardı.

Bizim evde, annemin babamın evinde, Yaşar Kemal külliyatı zaten mevcuttu. İlkokul 4. ya da 5. sınıftaydım, kuşakdaşlarımın çoğu gibi, benim de ilk okuduğum roman 'İnce Memed' olmuştu. 35-40 yıl sonra Yaşar Kemal'i bizzat, fiziken tanıyıp onunla konuşmaya başlayınca, İnce Memed'i daha iyi anladım.

 

Yaşar Kemal bence aslında bir köprü mimarı idi, hatta bizzat kendisi de bir köprü idi:

- Benim tanıdığım, sokaktaki, evindeki, lokantadaki, üniversitedeki, konferans salonundaki Yaşar Kemal ile romancı Yaşar Kemal arasında bir köprü. Aslında ikisi aynı insandı.

- Romanlarındaki kahramanlar ile kendisi arasında bir köprü.

- Köyle kent arasında bir köprü. Mesela İstanbul'dayken Hemite'yi, Hemite'de iken Istanbul'u düşünür, konuşurdu.

- Hakikatle kurgu arasında bir köprü. Mesela tüm romanlarındaki manzaralar, olaylar, insanlar aslında hakiki hayatta da mevcut idi.

- Türklerle Kürtler arasında bir köprü. Eskiden beri öyleydi ama bunu en güzel bir şekilde Ankara'daki Barış Konferansı'nın (Mayıs 2013) açılış konuşmasında gösterdi.

- Türkiye ile dış dünya arasında bir köprü. Dünyada en çok tanınan Türkiyeli yazardır Yaşar Kemal.

Yaşar Kemal, bu köprü işlevini/misyonunu, öyle planlayarak, hesaplayarak yapmıyordu. Köprü olmak, yani birleştirmek, bir araya getirmek, ilişkiye geçirmek, onun doğasında zaten vardı.

 

Yaşar Kemal müthiş karizmatik bir insandı. Sokakta yürürken, bir mekana girerken, abartmıyorum, sanki başının üzerinde bir ışık haresi varmış gibi herkesin ilgisini çekerdi. Bulunduğu her ortamda hemen odak noktası olurdu. Dev cüssesi, kallavi kahkahaları ile merkeze yerleşirdi. Livaneli'nin kitabında da var bu sahneler.

 

Ben çevirmen olarak, bir yere, toplantı mekanına, konferans salonuna giderken mesela, Yaşar abinin solunda yürürdüm. Kulağım onun söyleyeceği sözcüklerde, cümlelerde, gözüm etrafta. O, kalabalığın arasından geçerken, etraftaki insanların bakışlarında, müthiş bir saygı, sevgi, hayranlık çok açık, çok güzel görünürdü.

 

Anılar deyince, Yaşar abiyle birlikte birkaç fotoğraf karesi geliyor aklıma:

 

Paris'te, Del Duca ödülü (1982) ya da Légion d'Honneur (1984) aldığı törende, şimdi tam hatırlamıyorum hangisiydi, resepsiyon sırasında, böyle mavi gözlü, çok şık giyinmiş, aristokrat, ince sesli bir adam yanaştı Yaşar abinin yanına. İsmi lazım değil...

 

Zülfü Livaneli – Jean d'Ormesson mu?

Ragıp Duran- Ben söylemedim adını, siz söylediniz... Siz de ordaydınız Zülfü abi!

 

Neyse... Académie Française üyesi, Le Figaro yazarı ünlü bir şahsiyet kendisi. 'Ooo Yachaar...' diyerek samimiyet gösterisinde bulundu, sarıldılar, kucaklaştılar. Şimdi herkes Yaşar abiyi tanıyor. Yaşar abi de kendisini tanıyanların, kaçınılmaz olarak ancak bir kısmını tanıyor. Yaşar abi çaktırmıyor durumu ama çıkaramadı kim olduğunu. Kulağıma eğilip 'Kimdi bu adam yahu?' dedi. Ben adını söyledim. Hemen hatırladı. 'Hıı iyi bir yazardır ama, sağcıdır' dedi. Muhabette pek de fazla yüz vermedi bu şahsiyete...

 

Zülfü Livaneli – Yaşar abi bu insanlara hep şefkatle yaklaşırdı. Kimseyi kırmazdı...

Ragıp Duran – Evet ama, abi bu adam yine de sağcıydı!

 

Demem o ki, Yaşar abi, edebiyat-siyaset-ideoloji arasındaki ilişkileri, hiyerarşiyi, yaklaşımı iyi bir şekilde düzenlemişti.

 

İkinci kare:

Yaşar Kemal'in yakın çevresindeki insanların bir avantajı, bir imtiyazı vardı: Yaşar abi roman yazmaya koyulduğunda, yakın çevresine o romanı bütün ayrıntılarıyla anlatırdı, yazdıklarını ve yazacaklarını uzun uzun aktarırdı. 'Bir Ada Hikayesi'nin birinci cildini (Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana / 1997) yazarken, bunu Yiğit anlattı, terminolojiye önemli bir katkıda bulundu. 'Ecocide' sözcüğünü ilk kullanandır. 'Ecocide' yani doğa katliamı, doğa ya da çevre kırımı.

 

Üçüncü kare:

Yaşar Kemal sadece genç, istidatlı, umut veren yazarlara değil, majör yazarlara da destek verirdi. Mesela Mehmed Uzun'un ilk kitabını okuduğunda 'Bu adam iyi bir yazar, hem de Kürtçe yazıyor' demişti. Sonra yakın dost oldular. Yaşar abi, Mehmed Uzun hastalandığında kalktı Diyarbekir'e gitti, sonra cenazesi için bir daha gitti ve tabutu başında çok önemli bir konuşma yaptı. Edebiyatla Kürt meselesi iç içe bu kadar iyi ve doğru anlatılamazdı. Yaşar abi, demin Şeyhmus (Diken) hatırlattı, Şeyhmus'un kaleme aldığı Mehmet Uzun biyografisine de önsöz yazdı.

Yaşar abi, kendini solcu sanan ama Kürt meselesinde devlet gibi düşünüp konuşan aydınlardan, yazarlardan değildi. Kürt meselesiyle ilişkisi de, kendi kökeninden çok, insanlıkla, demokrasiyle, mazlumlarla dayanışmasının ifadesinden kaynaklanıyordu.

 

Son kare:

2007 yılı Mayıs ayında Norveç'te, Lillyhammer kentinde düzenlenen "Björnstjerne Björnson Anma Konferansı"ndayız. En az 500 kişilik bir amfitiyatro. Tıklım tıklım. Yaşar abi, doğa-insan ilişkileri çerçevesinde kapitalizm ve çevre tahribatı konusunda esaslı bir konuşma metni yazmıştı. Ayşe Baban da İngilizceye çevirmişti. Yaşar abi ilk paragrafı Türkçe olarak okudu. Ben sonra İngilizce metni okumaya başladım. 45-50 dakikalık bir konuşma. Son paragrafı da Yaşar abi Türkçe okudu. Ben de çeviri metnini okudum. Bitti. Başımı kaldırdım. Koca salonda çıt yok, kimse hareket etmiyor. Dinleyiciler sanki heykel kesilmiş. Hani, televizyon seyrederken, ses kesilir, resim donar ya, öyle bir durum. Paralize olmuşlar. Vurulmuşlar. Takılmışlar. Ben metni daha önce yüksek sesle en az 4-5 kere okumuşum. Telaffuz, esler üzerinde çalışmışım. Pimpirikli bir adamım. Ayşe'ye baktım. Acaba bir hata mı yaptım? O da hafif şaşkın. Bu sessizlik ve hareketsizlik en az 35-40 saniye sürdü. Aslında çok uzun bir süredir bu. 7-8 cümle okunur bu sürede. Neyse... Bakıyorum salona. Koca amfide, alttan üstten, sağdan soldan, tek tük, böyle ateş böcekleri gibi, kendine gelip, alkışlayanları gördüm. Tabii her insanın idrak ve algılama katsayısı farklı. Alkışlayanların sayısı yavaş yavaş arttı. Ayağa kalktılar, alkışlar çoğalarak sürüyor. Sonunda bütün salon en az 4-5 dakika alkış tuttu. Biz de kendimize geldik.

 

Ben yıllardır gazeteci ya da çevirmen olarak konferans izledim. Hiç böyle bir manzara görmedim. Norveçli izleyici, insanı, kendini, evreni, doğayı anlatan böyle bir konuşmacıyla herhalde ilk kez karşılaşıyordu.

 

Sonuç olarak ben şunu anladım:

Edebiyat var oldukça,

Roman var oldukça,

Özgürlük için mücadele var oldukça,

Doğa var oldukça

Yaşar Kemal de var olacak.

Teşekkürler.


*Bu metin, Yaşar Kemal'in birinci ölüm yıldönümünde, 29 Şubat 2016 günü Galatasaray Üniversitesi'nde düzenlenen ''İnsanı, Toplumu, Dünyayı Kucaklamak'' başlıklı sempozyumda yapılan konuşmanın yazılı versiyonudur. ''Yaşar Kemal'in Dostları: İzler, İzlenimler, Anılar'' oturumunda, Zülfü Livaneli moderatör, Gencay Gürsoy, Levent Yılmaz, Güven Turan ve ben konuşmacı idik. Sempozyumun bildirileri, Dr. Seza Yılancıoğlu tarafından derlenip, Literatür yayınlarında aynı başlık altında kitap olarak 2019'da basılmış. Kitabı henüz göremedim.

**''Bir Kenti Dövmek!'' başlıklı son yazımda, Diyarbakır/Sur'u neden örnek vermediğimi soranlar oldu. Yazının başlığı ''Bir Kenti Öldürmek!'' olsaydı Sur'dan mutlaka söz etmek gerekirdi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ragıp Duran Arşivi