Taksim'deki Suriyeliler/Solingen'deki Türkler

Irkçılık ya da milliyetçilik hastalık değildir. Kültürle, eğitimle, siyasetle, ortamla doğar, gelişir, kasıtlı ve bilinçli olarak yetiştirilir. Kendisini tanımayan başkasını da tanımaz.

Yılbaşı kutlamaları sırasında Istanbul Taksim meydanında bir grup Suriyeli ve Afgan gençlerin bayraklarıyla birlikte sevinç tezahüratları yapması toplumun önemli bir kesiminde öfkeyle karşılandı. Bu kızgınlığın ifadesi özellikle sosyal medyada doğrudan ve açıkça milliyetçi ve ırkçı ifadelerle yansıdı.

Sorun, kızgınlığın hedefinin bizzat bu Suriyeliler ve Afganlar olması. Bu insanlar neden burada? Memleketlerinde ne olmuş da buraya gelmişler? Bu insanları burada kim, ne amaçla barındırıyor? Misafir ediyor? Bu insanlar göçmen mi? Kalıcı mı, geçici mi? gibi sorulara kimse, bilhassa karşı çıkanlar, yanıt aramıyor. ''Burası bizim memleketimiz siz kim oluyorsunuz? Savaş varsa gidin memleketinize vatanınızı koruyun!'' diye akıl verenler de var.

Taksim meydanını kendi yurttaşına yasaklayıp, Suriyelilerin ve Afganların eğlenmesine izin veren istibdat devletini görmeden, orada toplanan insanlara yönelik bu hıncın adı milliyetçilik değilse nedir?

Türklerin tarih boyunca, galiba 1912 Balkan Savaşı günleri ile İstiklal Harbi'nin nispeten kısa bir dönemi hariç, topraklarını kaybetme, evinden barkından olma konusunda tecrübeleri olmadı, böyle bir şey yaşamadılar. Orta Asya'dan tek yön bilet kesilenler ile Kafkasya'dan sürülenleri hesaba katmıyorum. Bu nedenle de Türkiye'ye sığınmak zorunda kalan ''yabancılarla'' empati kurmak zor.

Fransız küçük ve orta burjuvazisi, kendi devletleri yıllar boyunca Afrika'yı inim inim inletip kara kıtayı sömürüp soyarken kılını kıpırdatmamış, aksine nemalanmasını çok iyi bilmişti. Kolonyalizm sona erdikten sonra, 60'lardan itibaren eski Fransız sömürgelerindeki Vietnamlılar, Mağribiler iş için, aş için Fransa'ya geldiklerinde aynı küçük ve orta burjuvazi neredeyse ayaklanmıştı: ''Ben ırkçı değilim ama Arapları sevmem!'', ''Bu çekik gözlü sarı ırk başımıza bela!'' gibi deyimler moda olmuştu o zamanlar.

Taksim'e çıkan Suriye ve Afganistan vatandaşlarının tam olarak kimler olduğunu bilmiyorum. Ama bundan 2-3 sene önce Nizip ve Samandağ'daki resmî kampları gezdiğimde çok açık bir şekilde görmüştüm: Ankara, sıradan, mağdur bütün Suriyelileri ağırlamıyor. Kamplara kabul edilip maddi manevi destek görenlerin çok büyük bir çoğunluğu, Ankara'nın Suriye'de Esad rejimine ve Kürtlere karşı maşa olarak kullanmak istediği ve bugün ÖSO adı altında toparlanan silahlı cihadçıların aileleri. Bu kamplarda gündüz saatlerinde yaptığımız ziyaretlerde 15-55 yaş arası neredeyse hiç erkek yoktu. Çocuklar, kadınlar ve yaşlılar gördük sadece. Bir başka ayrıntı: Suriye gibi çok milliyetli, çok etnikli bir memleketten, Türkiye'deki kamplara benim gördüğüm ve bildiğim kadarıyla, nedense yok denecek kadar az sayıda Kürt, Nusayri, Ermeni ya da Süryani aile kabul edilmişti. Ankara, Suriyelilere, BM'nin resmî göçmen statüsünü tanımadığı için ''geçici misafir'' diye uyduruk bir kartvizit vermişti. Sanki misafirin kalıcısı olurmuş gibi!

İstanbul, Mersin ve Antep'te ise iş güç sahibi, Sünni Müslüman olmayan çok sayıda Suriyeli ile de temasımız olmuştu. Onların olanakları vardı. Ankara'nın koruma ya da desteği olmadan da kendilerine Türkiye'de yeni bir hayat kurmaya çalışıyorlardı.

İnsan doğduğunda, bebekliğinde, normal bir ortamda yetişirse çocukluğunda ne milliyetçi olur ne de ırkçı. Afrikalı siyah çocuklarla beyaz çocukların nasıl da uyum içinde eğlenip oynadıklarını görenler vardır herhalde. Bebeklerin ve çocukların bir avantajı daha vardır: Onlar dinsizdir ve herhangi bir tabuları yoktur. Milliyetçilik ve ırkçılık eğitimle, kültürle, siyasetle ve ortamla doğar, yetişir, büyür. Daha ilkokuldan başlayarak ''Türküm doğruyum...'', ''Damarlarındaki asil kan...'', ''Ne Mutlu Türküm diyene...'', ''Bir Türk dünyaya bedeldir...'', ''Varlığım Türk varlığına armağan olsun'' gibi dogmalarla büyütülürse, bu yetmiyormuş gibi bu aralar ''Dünya lideri'', ''Osmanlıyı yeniden ihya ediyoruz'' ya da ''11. büyük ekonomi...'' gibi safsatalar medya aracılığı ile yaygınlaştırılıp meşrulaştırılmaya çalışılıyorsa durum kaçınılmaz ve vahimdir. Ayrıca ''Araplar bizi sırtımızdan hançerlemişti'', ''Araplar zaten pistir...'' vs... gibi kalıpları da unutmayalım.

Milliyetçiliğin ve ırkçılığın en tehlikeli yanlarından biri de, her türlü siyasi ya da adli olayı, hatta bütün hayatı sadece ırk ya da milliyet temelinde/perspektifinde açıklamaya çalışması. Mesela, Suriyeli bir genç hırsızlık yaptığında, başlık ''Suriyeli hırsızlık yaparken yakalandı'' olur. Türk, hırsızlık yapsa hiçbir zaman ''Türk hırsız yakalandı'' diye başlık okuyamazsınız. Bu gerici kafanın kavrayamadığı/kabul etmediği şu: Söz konusu genç, Suriyeli olduğu için hırsızlık yapmıyor, fakir olduğu için yapıyor, çalışarak kazanamayacağı bir şeyi çalarak elde etmek için yapıyor. Yani, hırsızlıkla milliyet ya da ırk arasında hiçbir ilişki yoktur. Irk ve milliyet, bizim doğuştan edindiğimiz ve bizim irademizin dışında bir kimlik. Hırsızlık ise tamamen toplumsal, ekonomik, ahlaki bir olgu.

1993 Mayıs ayında Almanya'da neo-naziler, Solingen kentinde bir Türk ailenin yaşadığı evi kundaklayıp 5 kişinin ölümüne neden olmuştu. Bu ırkçı saldırıdan Almanya'yı, Alman devletini, Alman toplumunu ya da herhangi bir Alman yurttaşını sorumlu tutmak mümkün değil. Alman devleti zaten yakılan bu evi müze haline getirip her yıl anma törenleri düzenleyerek üzerine düşen görevi yerine getiriyor. Irkçı neo-naziler sorumlu bu katliamdan.

Türkiye'de Solingen faciasına benzer yüzlerce olay yaşandı. Hangisinde gerçek sorumlular teşhir edildi? (Sivas, Maraş, Roboski...). Hangisiyle yüzleşti devlet ve toplum?

Kendini bilmeyen, kendi tarihini tek gözle okuyan, onun kara lekeleri ile yüzleşemeyen toplumlarda, milliyetçilik, ırkçılık daha kolay yeşerir. Milliyetçilik ve ırkçılık, bugünün ve geçmişin olumsuzluklarını bayrakla örtmeye benzeyen bir işlev görür. Hele devletin başındakiler her gün, bazen isim bile vererek, kendi yurttaşlarının bir kısmını hedef gösterirse, (Bölücü Kürtler, terörist Kürtler...) bilinçsiz, sıradan insanlar kolayca hedefe koyarlar kendi yurttaşlarını.

Kürtçe konuştu diye vurulan insanların ülkesi burası!

Ermeni ve Rum mallarına el koymak için 1915'leri, 1942'leri, 1955'leri yaşamış bir memleket burası.

Irkçılıkla milliyetçiliğin mülkiyetle ilişkisini görmeden, ekonomi-politikasını çözmeden de anlayamayız Taksim'deki yabancılara yönelik düşmanlığı.

İktidarın, mezhep temelli ve fetihçi Suriye politikalarını tahlil etmeden Taksim'deki kalabalığa ırkçı bir şekilde yaklaşmanın anlamı yok.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi