Testis unus, testis nullus (*)

Cumhurbaşkanı önce bira, Mozart ve faşizm konusuna daldı. Ertesi gün Basın Bayramı'na. İçerik, karşı-gerçekler kataloğu ama çaresizliğin de itirafı.

'(...) Son 16 yılda ülkemiz genelinde hayata geçirilen reformlar, Türk basınının zenginleşmesine, çeşitlenmesine, daha demokratik ve özgürlükçü bir yapıya kavuşmasına vesile olmuştur." (...)

"Medyanın bağımsızlığını en iyi biçimde sağlama hususunda, hukuki düzenlemeler kadar, basın mensuplarının meslek ahlakına ve tarafsızlık ilkesine uymaları da önem taşımaktadır. Medyamızın, meslek ilkelerini ve milletimizin hassasiyetlerini dikkate alarak, doğru bilgilendirme görevini en güzel şekilde yapacağına ve demokrasimize katkıda bulunmaya devam edeceğine inanıyorum.(...)''

Anadolu Ajansı'nın dün geçtiği bu haber, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 10 Ocak Basın Bayramı nedeniyle yayınladığı mesajdan bir bölüm.

Toplam 64 kelimelik bu bölümde 64'den fazla sorun var.

Hepsine yerimiz yok. Ama öncelikle bu mesaj, Cumhurbaşkanı'nın somut gerçeklikten tamamen koptuğunun yeni bir kanıtı. Çünkü söylediği hiçbir şey doğru değil. Bu mesaj ayrıca klasik propaganda yönteminin iflasının bir örneği.

Önemli noktalara tek tek değinelim:

İlk üç satır, karşı-gerçeklerle dolu: Son 16 yılda ülkemiz genelinde hayata geçirilen reformlar arasında, gazeteciliği güçlendiren, bağımsızlaştıran, özgürleştiren bir tek kanun ya da girişim yapılmadı. Türk basını zenginleşmedi, aksine fakirleşti. Gazete-dergi sayısı açısından da tiraj açısından da. Türk basını çeşitlenmedi aksine, doğru dürüst gazetecilik yapmaya çalışan ne kadar farklı yayın organı varsa, ilk başta iktidara yakın iş adamları tarafından satın alındı (aldırıldı), geri kalanlar ise yasaklandı, kapatıldı. Türk basını, eskiye oranla daha demokratik ve özgürlükçü bir yapıya kavuşmadı. Aksine demokrasi ve özgürlük karşıtı bir yayın çizgisi egemen medyada hâkim oldu. Yerli ve uluslararası meslek örgütleri, Türkiye'nin bir gazeteci hapishanesine döndüğünü rakamlarla somut olarak teşhir etti. İşten atılan, işinden ayrılmak zorunda kalan ve halen işsiz olan gazeteci sayısı bütün tarihin en yüksek rakamlarına ulaştı. Keza yüzlerce Sarı Basın kartı iptal edildi. Hapistekiler yetmiyormuş gibi yüzlerce gazetecinin Cumhurbaşkanı'na hakaret ya da Terör Örgütü Propagandası bahanesiyle yargılandıkları duruşmalar halen devam ediyor.

İkinci paragraf, hem bir tespit hem de bir dilek içeriyor ama bu bölümde ifade edilen her nokta gerçekle çelişiyor. Bir kere medya bağımsız değil, Alo Fatih'le başlayan süreç şimdi Saray kalemşörleri tarafından sürdürülüyor. Medyanın bağımsızlığı için iktidar herhangi bir hukuki düzenleme yapmadı. Ayrıca Erdoğan'ın gazeteci saydığı yandaş kalemlerin de meslek ahlakına ve tarafsızlık ilkesine uydukları şimdiye kadar görülmemiş, duyulmamış bir iddia. Zaten kendilerinin bile böyle bir açıklaması, iddiası yok ki...

Nihayet son bölümde bir de gazetecilerin ''milletimizin hassasiyetlerini dikkate alması'' diye bir ibare geçiyor ki, bunu da aslında ''Saray'ın hassasiyetleri'' diye okumak gerekir. Gazetecilik gerçeklerle uğraşır, gerçek ve kamu çıkarının dışında hiçbir kurum, kişi ya da mecranın hatta milletimizin hassasiyetlerini gözetmek durumunda değildir. Zaten ''milletimizin hassasiyetleri'' ibaresi son derece muğlak ayrıca siyasi bir terim. Kim oluşturuyor ve kim belirliyor bu hassasiyetleri? Yasal ya da meşru hatta rasyonel bir tabanı/gerekçesi yok ki bu hassasiyetlerin. Patron Hulusi Bey'in hassasiyeti ile işçi Hasan'ın aynı hassasiyetleri olabilir mi ki?

Gelelim şimdi Erdoğan'ın neden böyle bir mesaj yayınlama ihtiyacı duyduğuna. Medyanın hali ortada, yandaş medya bile batma sinyalleri veriyor. İnşaat şirketlerinin kârlarıyla ayakta durmaya çalışan yandaş medya, ekonomik krizden etkilendiği için, döviz kurları nedeniyle ithal kağıt ve mürekkep de bulamaz hale geliyor. Çok yüksek maaşlı yöneticiler hayatta kalabilmek için kendi işyerlerinde tensikata gidiyor. İnşaat sektörünün de duraklamaya girmesiyle musluğun suyunun kesilmesi çok yakın.

Dikta rejimleri yalanla beslenir, yalanla büyür. Üstelik belki ilk başta iş tartışmalı gerçeklerle, abartılı söylemlerle, yarım hakikatlerle başlar, ama sonra çorap söküğü gibi gider. Yalan artık standart hale gelmiştir. Her seferinde hem de daha büyük yalanlara ihtiyaç vardır. Medya iktidarın elinde ve ''Ben ne söylesem halk inanır, benim söylediğim doğru olmasa bile halk yine bana inanır'' güveni ve rahatlığı var Erdoğan'da. Yakın çevresinde ağzını açıp hakikatı ona söyleyebilecek, onurunu koruyabilecek insan da yok zaten. Televizyonlar gazeteler de hep ve sadece onun dediklerini yayınladığına göre bir sorun yok! Ne var ki bu televizyon ve gazeteler çökmekte olduklarını çok iyi biliyor. Ama Erdoğan bu durumu bilmesine rağmen, manzarayı olumlu göstermek zorunda. Aslında pek yakışmasa da Sindirella rolüne girmek ister kendisi, ne var ki hakiki ve sevimsiz bir Pinokyo var ortada. Aslan yarasını göstermez derler. Doğru, ama her tarafı yara bere içindeki hayvanın yaralı, yorgun, çökmüş cemali, istemese de poster ve ekranlarda sırıtıyor.

Çöken sadece medya değil, ekonominin, finans dünyasının tüm sektörlerinde kuşku var, gerginlik var. Bu durumdan toplumun çok farklı kesimleri giderek daha da rahatsız olmaya başladı.

Tek Adam rejimlerinde hiçbir olumsuzluk telaffuz da edilmez kabul de edilmez, her şey olumludur, hayatı toz pembe göstermek için sürekli olarak müspet bir tablo çizmek gerekir. Özellikle aksayan konularda.

Yeni Şafak, Akit, Aydınlık, Sabah gibi gazetelerde ya da aHaber, ATV, TRT gibi televizyonlarda çalışanlar ve hatta yöneticiler Erdoğan'ın bu mesajını okuduklarında nasıl bir tepki vermişlerdir acaba?

- Cumhurbaşkanımız yine şahane konuşmuş!

- Yok canım Reis gaz veriyor!

- Biz bağımsız ve özgürmüşüz duydun mu?

- Reformlar yapılmış ve bizim medya zenginleşip çeşitlenmiş haberin var mı?

- Cumhurbaşkanımız yine şahane konuşmuş! FETÖ'cü ya da PKK'lı gibi çamur atmayın lan!

- Yok şefim, biz kendi aramızda gırgır yapıyorduk. Yoksa tabii ki Cumhurbaşkanımız esaslı konuşmuş. Veriyoruz zaten 4 sütun manşetten!

Muhalifler, Devlet Aklı'nın ne olduğunu belki az çok bilir, siyasal bilgiler literatüründe sık geçer. Ama bir de İktidar Aklı diye başka bir kavram var ki, iktidarla şu ya da bu şekilde sorunu olan, ya da iktidarla hiçbir ilişkisi olmayan insanların kolayca anlayıp kabullenebileceği bir yaklaşım, bir duruş değil.

İktidarda olunca, lider kendine göre bir dünya kurar. Bu dünyanın gerçeklerle ilişkili olmaması onu çok ilgilendirmez. Çünkü gerçekler kendisi için olumsuz ise, alternatif gerçekler icat edilir. Sakallı Dedemiz yıllar önce saptamıştır bu gerçeği: ''Saray'da yaşayanla kulübede yaşayan farklı düşünür''.

Erdoğan, zaten Salı günü Meclis'deki Grup toplantısında yaptığı konuşmada da bira, Mozart ve başı kapalı kadınlar konusunu gündeme getirip hepsini CeHaPe zihniyetine bağlamıştı. AKP Başkanı olarak yaptığı bu konuşmanın özeti şöyle olsa gerek: Ben bira içmiyorum, siz de içmeyeceksiniz; Ben Mozart dinlemem, siz de dinlemeyeceksiniz; Ben faşist değilim, siz faşistsiniz!

Erdoğan'ın konuşmaları, bir iktidar, belki de iktidarda kalmaya zorlanan bir liderin söylemi açısından mesela Teun A. Van Dijk gibi bir söylem analizi uzmanı için paha biçilmez bir hazine sunuyor.

Hiçbir şey bilmediği halde her şeyi bilen bir lider rolü oynamaya çalışması komik mi hazin mi? Bira içmeye Mozart dinlemeye davet edenleri faşistlikle suçlamak sadece siyasal bilgiler konusundaki cehaletini kanıtlamıyor, ciddi bir eziklik psikolojisine girdiğini de gösteriyor. Sanatçı müsveddesi diye hakaret ettiği kişilerin kendisini makaraya sarmasını hazmedemiyor.

Bu faşizm konusunda şunu da saptamak gerekir ki, her insan ayna karşısında kendini kolay kolay tanıyamaz.

Erdoğan'ın söylemi bir Cumhurbaşkanı'nın ya da AKP Genel Başkanı'nın söylemi olamaz. Bu iki makamın tarihi var, sorumlulukları var, dolayısıyla minimum düzeyde de olsa ciddiyet ister, akıl ve mantık talep eder. Bir makam ile o makamı işgal eden kişi arasında uyumsuzluklar baş gösterdiğinde sonu genel olarak pek iyi bitmez bu maceranın.

Propaganda, ajitasyon, yalan-dolan bir aşamadan sonra toplumsal/siyasal gerçekle baş edemez hale gelince, dozajı artırmak da etkili olmaz. Ters teper...

Goebbels?


(*)On Tanık, On Yalan
C. Régismanset - ''Çelişkiler '' (1906)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi