Tuğrul'un kitabı: Ay vallahi, muhteşem yani!

Aristokrat Hippi Tuğrul, son 50 yılın medyasını, akademisini, siyasetini, pop kültürünü kendi mesleki ve özel hayatının penceresinden anlatıyor. Şahane!

Baştan söyleyeyim: Şimdiye kadar okuduğum yerli yabancı gazeteci kitapları arasında, Tuğrul Eryılmaz'ın ''68'li ve Gazeteci''si en iyisi. Çünkü 70'ini devirmiş adam, fevkalade içten bir uslupla, gırgırı elden bırakmadan, somut bilgiyi dedikoduyla destekleyip, bu arada çuvaldızı kendine batırmayı ihmal etmeden, akıcı bir şekilde anlatıyor hayatını. Tanıdık tanımadık dingolara da ince ince şaapmış, bayıldım. 

Dersimli bir baba ile Sünni bir annenin doğuştan haşarı çocuğu Amed'de ilkokul, İzmir'de lise, Ankara'da Mülkiye okuduktan sonra Mick Jagger'in memleketine gidiyor. Bilmezdim, Tuğrul'da fil hafızası varmış. Gerçi zaman zaman yılan ve çıyan portreleri de teşhir ediyor ama o aslında asi ve asil bir yarış atı. Çocukluğundan Londra'ya kadar anlattığı bölümler, Türkiye sosyolojisi konulu ciddi bir akademik eserde bulunamayacak incilerle dolu.


Bir sinema sevdalısı olduğu, ayrıca son dönemlerde TV için synopsis hatta senaryo taslakları yazdığı için Tuğrul'un söylemi hem çok canlı hem de çok görsel. Kitabı okurken, karşımda Tuğrul'u konuşurken gördüm. Jestleri, mimikleri ve arada bir kırılan/boğulan ses tonuyla. Saçmalama şuursuz!


Tuğrul bir önceki yaşamında, Canterbury Anarchy County'nin Kontu olarak yaşamış olduğu için, çok kızınca ya da çok sevinince İngilizce konuşur: İncredible is in't!


Ben hep eksantrik insanları aradım ve sevdim. Sürüden ayrı gidenleri. Nev-i şahsına münhasır adam ve kadınları. Şimdiye kadar Türkiye'de çok az rastladım bu özel cinse. Kendini eksantrik sananların büyük bir çoğunluğunun, bir süre sonra, aslında egosantrik olduğu çıktı ortaya. Tuğrul ise yaptıklarıyla, yazdıklarıyla, düşünceleriyle özgür insanın, aykırılığın hakiki bir rol modelidir. Abartmıyorum: Tuğrul'u yakından tanıyıp sevmeyen insan bence insan değildir. Okuyun göreceksiniz: Annesi ve babasıyla, kardeşleriyle, oğlu Hüseyin'le ve nihayet arkadaşları ve meslektaşlarıyla ilişkilerinde hep solcu oldu, hep diğerkâmlığı savundu. Dürüstlüğü elden bırakmadı. Eşcinsellik, feminizm, ötekiler gibi kimlik alanlarında da son derece net ve açık bir insan. Şimdilerde yaşlılık ve muhafazakârlık ile yalnız kalma korkusu konularında da güzel şeyler söylüyor. Hep muhalif, hep eleştirel.


Yandaş Aydınlık gazetesinin Tuğrul'a, kitabına, bir söyleşisine çamur atması bence pek yerinde olmuş: Şekerim, demedim mi ben sana, ay bu Maocular!


TRT'den Nokta'ya, Tempo'dan Sokak'a, Cumhuriyet'ten Radikal İki'ye Tuğrul, bir sürü somut örnekle anlatıyor, hep doğru gazeteciliği, doğru haberciliği savundu ve uygulamaya çalıştı. Yönetici olduğu için patronlarla ilişkilerinde de, kendisinin de itiraf ettiği bir-iki istisna dışında, hep örnek tutum takındı. Tuğrul, gazeteciliğin pratik cephesinde mesai harcadığı gibi, üniversitelerde dersler vererek iyi bildiği teorik konuları hoş ve kışkırtıcı bir yöntemle iyi öğretmiştir.
 

Tuğrul'un anlattıklarında arkadaşlık, dostluk, sadakat gibi konularda da alınacak dersler var. Belki eski dersler ama bence hâlâ çok değerli. 
Kitabın sonunda dizindeki 8 sayfada yüzlerce insanın adı geçiyor. Ünlüler, ünsüzler, gazeteciler, sinemacılar, yazarlar, aydınlar, sanatçılar... Tuğrul'un çevresinin ne kadar zengin ve renkli olduğunu gösteriyor.


Hiç kimse mükemmel değildir. Hiçbir kitap da... Olamaz da zaten. Tuğrul'un söylediklerinde az da olsa zaman zaman flu görünümde mütevazı bir megalo çıkıyor karşımıza. Hakkıdır!


Ben kendim de eski bir Maocu (Bir tek şarabın eskisi makbuldür) olduğum için söylemiyorum ama Tuğrul'da menfi bir tutku olarak Maoculuk var: Bunu yazdıktan hemen sonra (s.42) sevdiği, saydığı arkadaşlarından, mesela Ömer Madra, Nail Satlıgan ya da Şehmus Güzel'den söz ediyor ki, üçü de eski Maocu! Nedendir bilinmez hâlâ sevdiğini söylediği İpek Çalışlar da eski Maocu.


İletişim yayınlarında çıkan bir kitapta, Murat Belge ve Ümit Kıvanç hakkında söylediklerinin olduğu gibi yayınlanması İletişim yönetiminin başarılı hoşgörüsü olsa gerek.

Fil hafızalı Tuğrul, (s.62'de) ''Sokaklara çıkar... Halkın Dostları gazeteleri satarız'' diyor. Oysa ki Halkın Dostları aylık bir kültür edebiyat dergisi idi, öyle sokaklarda satılacak bir ajit-prop yayını değildi.

Ercan Arıklı için ''çok manipülatif bir adam'' (s.122) demiş. Doğrusu ''Manipülatör'' olacak.

''Amerikan Psikiyatri Derneği 1.900 bilmem kaçta...'' (s.124) derken baskı hatası olmuş. 1'den sonra noktaya gerek yoktu.


Milliyet Sanat'ta Zeynep Oral'ın (s.218) dergiden çıkarılmasının ardından Tuğrul'un o makamı kabul etmesine şaşırdım. Normalde red ederdi. Artık nasıl olmuşsa?

Sayfasını bulamadım. Bir yerde ''Dört tane gazeteci'' diyordu. Tane gereksiz.


Söyleşiyi yapan Asu Maro iyi hazırlanmış. Mektepli kız kardeşimiz kronolojik düzeni izliyor, zaman zaman gerekli, önemli soruları soruyor. Birlikte çalışmış oldukları için, belli ki özellikle son dönem Tuğrul'unu iyi tanıyor.


Ne var ki benim bu nehir söyleşilerle bir sorunum var: Söyleşiyi yapan (İnterviewer), söyleşi yaptığı kişinin (İnterviewee) her şeyini tüm ayrıntıları ile bilemeyebilir. Hele onunla aynı yaşlarda, aynı kuşaktan değilse. ''68'li ve Gazeteci'' örneğinde mesela, Maro, Tuğrul'un özellikle Diyarbakır, İzmir, Mülkiye ve Londra yılları konusunda o dönemlerin tanıklarının da görüş, izlenim ve bilgilerini alıp, söyleşiye ekleyebilseydi, kitap çok daha zengin olurdu. Mevcut haliyle, bütün o dönemler sadece Tuğrul'un gözüyle aktarılmış oluyor. Kitabın nihai versiyonu aslında başarılı. Benim önerdiğim belki de başka bir tarz olduğu için, elimdeki kitapta bir eksiklik olarak görülebilir.


Tuğrul, iyi gazeteciliğine ve solculuğuna yakışır bir şekilde bitirmiş kitabı: Gazetecilikte 45 Yılın Hülâsası başlığı ile yayınladığı epilogue'a Özgür Gündem Nöbetçi Yayın Yönetmenliği Savunması'nı koymuş. That's it!


(*) Felsefe hocası Levent Kavas, Perşembe günü yayınlanan yazının başlığına açıklık getirdi:

Merhaba Ragıp Bey,

Bugünkü (yarınki) yazınızın başlığında Régismanset'ye gönderme yaparken "On Tanık, On Yalan" yazmanız "Testis unus, testis nullus" o anlama gelirmiş gibi bir izlenim uyandırıyor. Oysa bir hukuk ilkesini belirten o söz "Tek tanık varsa tanık yoktur" ("kimse tanık değildir") anlamına geliyor. Belki "Tek tanık, yok tanık", daha Türkçesi "Tanık tek, (demek) tanık yok".

Saygılarımla

Uzun yıllar Ayrıntı yayınevini yönetmiş olan Ömer Faruk'tan da bir düzeltme:

Az önce yazını okudum. O cümle (Sarayda yaşayanla kulübede yaşayan farklı düşünür) "Sakallı Dede"ye değil Ludwig Feuerbach'a ait. Önümüzdeki ay seçilmiş tek adam rejimlerini hazırlayan zihniyet dünyasının ele alındığı bir kitabım çıkacak. Orada da bu durumu açıkladım.

Esenlikler dilerim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi