Acının sıradanlaşması ya da yargılı infaz

Türkiye insanı yüzyılı aşkın bir süredir yoğunlaşarak devam eden acıya sağır, dilsiz ve kör!

Computeri açtım ve önüme Mezopotamya Ajansı'nın şu haberi düştü. "Diyarbakır'da 1993 yılında tutuklanan ve Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) tarafından müebbet hapis cezasına çarptırılan Fırat Arzu, 26 yıl sonra tahliye edildi. Henüz 22 yaşında girdiği cezaevinden 48 yaşında tahliye edilen Arzu, tutuklu bulunduğu Mardin E Tipi Kapalı Cezaevi'nden dün gece saatlerinde çıktı.

Arzu'nun, avukatlarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) 'adil yargılama hakkı ihlal edildi' yönünde yaptığı başvurunun kabul edilmesiyle birlikte tahliye edildiği öğrenildi. AİHM'in verdiği hak ihlali sonrası tahliye edilen Arzu, yeniden yargılanacak.

Tahliye olmasının ardından Diyarbakır'ın Çınar ilçesinde bulunan evine geçen Arzu, "Duygularımı anlatacak söz bulamıyorum. Yıllar sonra dışarıda olmak çok farklı bir duygu" diye konuştu.

Mezopotamya Ajansı birkaç gün önce de şu haberi geçmişti:

"Hakkâri’de 1991 yılında 16 yaşındayken Kürdistan İşçi Partisi üyeliği ve "silahlı eylemde bulunmak"tan hüküm giyen Serhat Tuğan dün akşam saatlerinde Van Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nden tahliye edildi.

Tuğan’ın ilk sözleri "28 yıldır toprağa ayak basmamıştım. En çok toprağa çıplak ayakla basmayı özlemiştim" oldu.

Tuğan, 32 buçuk yıl cezaevinde kalan Tahir Canan’dan sonra Türkiye’nin en uzun süreli mahkûmlarından olarak anılıyor.

1994’te Diyarbakır 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından "ülke topraklarından bir kısmını devlet hakimiyetinden ayırmaya matuf silahlı eylemde bulunmak" suçundan müebbet hapis cezasına çarptırılan Tuğan’ın avukatı 2008 yılında yaptığı başvuruda müvekkilinin silahlı eyleme katılmadığını bu nedenle cezanın örgüt üyeliğinden verilmesini talep etmiş ve yeniden yargılama istemişti.

2015 yılında Adalet Bakanlığı’nca konuyla ilgili başlatılan incelemede, Tuğan'ın silahlı eyleme katıldığını iddia eden tanıklar, o tarihte baskı altında ifade verdiklerini anlatmıştı."

Yoğunlaşan insan hakları kampanyaları sonucu, 1991 yılında af çıkarmak yerine Türkiye solunu teslim almayı tercih eden devlet, bir infaz yasası değişikliği ile Türkiye solundan 12 Eylül adaletsizliği ile çok ağır cezalar alan siyasal tutukluları serbest bıraktı. Anayasa Mahkemesi, o sırada Kürt devrimcilerin yargılandığı TCK 125. Madde mahkûmlarının kapsam dışı kalmasını onayladı.

16 yaşında korucuların yalan ifadesi ile tutuklanan Tuğan da Anayasa Mahkemesi'nin, Kürtlere ayrımcılık uygulamasını uygun bulması sonucu olarak 28 yıl hapis yattı.

TMK’nın çıktığı, kirli savaşın başlatıldığı yıldı. Sayısız yargısız infaz yaşanır, onbinlerce köy yakılıp, 3 milyon Kürt göçe zorlanırken, bir sürü yargılı infaz da yaşandı, insanların hayatları çalındı.

Bir yandan da "liberal" bir dönem yaşanmaktaydı, aynı 2002 sonrası gibi. Birçok eski solcu medyada iyi yerler buldu.

Şu ara elimde, yakında çıkacak olan Edip Yalçınkaya’nın "Dideban" adlı 1914 Bitlis’ini anlatan romanı var. Harika bir kitap, bir yandan da paralel olarak, Hamit Geylani’nin Hakkâri/Nehri" yi anlatan çıkacak olan "Şeyh Ubeydullah Nehri" kitabını okuyorum. Aklıma Edip Yalçınkaya’nın Van gölü, Akdamar adasında dolanan "Mahzen" (*) romanının şu satırları düşüyor: "Belirsizlik ile korku birleştiğinda insanın içinde büyük bir boşluk belirir. İçten içe kemiren, dizlerdeki dermanı tüketen, yorgun ve mecalsiz kılan bir boşluktur bu. İşte bu boşluk acıyla dolar. Eğer gözlerini boşluğa dikip saatlerce bakan bir insan görürseniz bilin ki o acı çekiyordur. Tıpkı babam gibi… Ben içinde büyük boşluklarla yaşayanların yüzünü gördüm. Görmeyenler asla bilemezler. Bir yandan içinizde korkunç bir kasırga patlar, bir yanda ise yüzünüz ölmüş bir insanın yüzü gibi cansız ve ifadesiz kalır. Çığlık atmak istersiniz kılınız kıpırdamaz. Ağlamak istersiniz kurumuş göz pınarlarınızdan bir damla yaş akmaz. Ruh ölür, beden anlamsız bir şekilde onu seyreder."

Yalçınkaya, kitaplarının özel yanlarından biri de Ermeni gerçekliğini de barındırması…

Edip Yalçınkaya da, yargılı infaz döneminin kurbanlarından. 2010 yılında onun "Ma Ülkesi" (**) kitabını okurken, Yüzüklerin Efendisi’nin tadını almıştım. Binlerce yıllık bir acıyı barındıran bir coğrafyayı hissettirmişti bana. Kitabı Bosch ve Bruegel’in erken sürrealist diye tanımladığım resimleri ile bezemiştim.

Bitlisli Edip Yalçınkaya da 1992 yılında 21 yaşında tutuklandı ve DGM onu ömür boyu yargılı infaza tabi tuttu. Yazmak direnmektir! derdi ANZ. Yeni Sesler dizisine ilişkin olarak.

Edip 1971 doğumlu. Şimdi 48 yaşında ve 27 yıldır hapiste!

Ve nice acıyı içinde barındırdı. Kız kardeşini Kobane direnişinde yitirdi 2014 Kasım'ında. Ve daha sonra küçük kardeşini… Saçlarına kır düştü, nice cezaevi dolanırken. Ama hep yazmaya devam etti. Yazmak direnmektir demiştik. Eğer değişmedi ise adresi en son Diyarbakır'da T Tipi Cezaevi'nde B Blok NO 17… Kart atın ona…

Yazarak direnişini sürdürüyor. Yabancı dillere çevrilecek kalitede bir yazar.

Ama sessizlik duvarı ile karşı karşıya. Türkiye insanı yüzyılı aşkın bir süredir yoğunlaşarak devam eden acıya sağır, dilsiz ve kör!

Acı sıradanlaştı. Ama Hannah Arendt’ten ödünç alarak, faşizmin sıradanlaşmasından, toplumun tüm hücrelerini sarmasından başka ne?

Uluslararası PEN’in ve Türkiye merkezinin, Kürt PEN’inin Edip Yalçınkaya üzerinde yoğunlaşması dileği ile.


(*) Edip Yalçınkaya, Mahzen, Belge Yayınları 2013.

(**) Edip Yalçınkaya, Ma Ülkesi, Belge Yayınları 2010.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi