12 Mart'çı kemalist ordunun islamist cihadı…

Bir islamci-faşistin başkomutanlığı altında ÖSO katilleriyle birlikte Suriye Kürtleri'ne ölüm, işkence ve gözyaşı götürüyor.

Kara 12 Mart yıldönümünün sabahı Artı TV'de Nazım Alpman'ın yazar ve kültür turizmi uzmanı Faruk Pekin'le yaptığı söyleşide, 68 uyanışı ve o uyanışı ezmek üzere tezgahlanan darbe üzerine günümüzde artık pek de söylenmeyen birçok gerçek dile getirildi.

Üzerinden iki gün geçti, tam da bu konuda yazmaya hazırlanıyordum ki, ekranlara ünlü bilimadamı Stephen Hawking'in ölüm haberi düştü. Ve de Hawking'in tekerlekli sandalyeye mahkum olmadan önce, 1968 yılında Londra'da iki bastona dayanarak ünlü sol direnişçilerden Tarık Ali ve Vanessa Redgrave ile birlikte ABD'nin Vietnam saldırısını protesto eden fotoğrafı…

Birden o yıllara döndüm… 1968, Türkiye'de de kısa sürede ülke boyutunda devrimci uyanışa dönüşecek olan üniversite direnişlerinin başladığı yıl…

Hawking '42'li… 1968'de henüz 26 yaşında genç bir bilimadamı… İnsanlık tarihinde yeni bir ufuk açan o yıl Türkiye'de direnişin başını çeken gençlerden Harun Karadeniz de henüz 26. baharında… Hawking'le aynı yaşlarda…

Ya daha da genç olanlarından hemen anımsayabildiklerim?

Vedat Demircioğlu 25, Sinan Cemgil 24, Mahir Çayan 22, Deniz Gezmiş, Ulaş Bardakçı, Yusuf Arslan ve Cihan Alptekin 21, Taylan Özgür 20, Hüseyin İnan ve İbrahim Kaypakkaya 19 yaşlarında… Her biri Hawking'den de daha genç…

Artı TV'deki röportajın kaydını tekrar tekrar seyrediyorum.

Faruk Pekin de o yıl henüz 21'inde ve de Robert Kolej Yüksek Okulu Öğrenci Birliği başkanı… 68'in o sıcak günlerinde Ant'ın sorumlu müdürü Osman Saffet Arolat'ın çağrısı üzerine Harun Karadeniz ve Ragıp Zarakolu ile birlikte sosyalist Ant Dergisi'nin yazı kuruluna katılmıştı.

Faruk, Ant'ın emperyalizme, faşizme, tekelci kapitalizme, militarizme ve islamcı tırmanmaya ve karşı yürüttüğü mücadelede büyük sorumluluklar üstlenmiş, dünya devrimci pratiğinin Türkiyeli okura tanıtılmasında önemli katkılarda bulunmuştu.

Örneğin Ortadoğu halklarının emperyalizme karşı birliğini öngören Ortadoğu Devrimci Çemberi açılımı Faruk'un devrimci hareketimize getirdiği önemli bir ivmeydi.

Ant'ın mücadelesinde sorumluluk alan Yaşar Uçar, Alpay Kabacalı, Osman Saffet Arolat, Ragıp Zarakolu gibi genç arkadaşlar gibi Faruk da 12 Mart darbesinden sonra sıkıyönetim tarafından tutuklandı, faşizmin zındanlarında yattı.

Tüm bunlara rağmen, darbeden sonra Avrupa'da oluşturduğumuz Demokratik Direniş Hareketi'nin Türkiye'deki baskıları Avrupa kamuoyuna yansıtması konusunda Faruk'un katkıları büyük oldu.

Bu  nitelikleriyle Faruk, darbeler konusunda bugüne dek en gerçekçi analizleri yapan 68'lilerdendir.

68'in 30. yıldönümünde Cumhuriyet'e yazdığı "68'de Galiba Epeyce de Sosyalizm Vardı!" başlıklı yazıda şöyle diyordu:

  1. Türkiye'de ’68 yine gündem konusu. Ancak o günler biraz farklı anlatılıyor. Bir kere 68'i yalnızca 'Mayıs 68' olarak algılamamak gerekir. '68 Türkiye özelinde 12 Mart 1971 darbesi öncesinin son yıllarıdır. O yıllar 28 Nisan 1960'tan çok farklı koşullara sahiptir. Köprünün altından çok sular akmıştır. 1961'de Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulmuş .,. 1965'te 15 milletvekili ile TBMM'de temsil edilmiş, 1967'de DİSK kurulmuş, sosyalizm önemli bir söylem olmuş. Sosyalizmin klasikleri yayımlanmaya başlanmış. 'ATÜT mü, feodalite mi?' konuları hararetle tartışılmış. Ve Türkiye'de 'antiemperyalizm', 'antifaşizm' sloganlarının yanı sıra, 'sosyalizm' diyenlerin sayısı oldukça artmış.

"Evet '68'de Türkiye üniversite gençliği hareketliliği dünya ile buluştu. Ancak '68 ertesi, dünyada ve Türkiye'de farklı yaşandı. Bir Fransa ya da Almanya, Türkiye'nin yaşadıklarını yaşamadı. Onların büyük çoğunluğu 15 - 16 Haziran'ı, 12 Mart darbesini, DGM genel grevini, 1 Mayıs 1977'yi, 20 Mart faşizme ihtar eylemini, 12 EyIül darbesini yaşamadılar, 30 yıl sonra '68'i değerlendirirken bu geniş çerçeve unutulmamalı.

"Diğer yandan 68 gençliği yalnızca Samsun - Ankara yürüyüşünü ya da üniversite işgallerini gerçekleştirmedi. 1968 yılında çok sayıda fabrikada grev ve işgal olayları yaşanmış, topraksız ve az topraklı köylüler toprak işgal etmişlerdi. Köylülerin yanında, fabrika kapılarında devrimci gençler de vardı. Aralarında bugün herkesin sahip çıkmada yarıştığı Deniz Gezmiş de vardı. (Denizler ABD askerlerini kaçırdıklarında ise o dönemde yalnız bırakılacaklardı.) İşçiler 'bağımsızlık', 'demokrasi' taleplerinin yanı sıra 'sosyalizm' istiyorlardı.

"O fabrikaların kapısında işçilere, tarla işgallerinde köylülere destek veren gençlerin çoğu 12 Mart sonrasında 'antiemperyalizm'den değil, 'sosyalizm'den yargılandılar, hüküm giydiler.

"1968’de Türkiye’de toplumsal siyasal etkinlikte yalnızca öğrenci gençlik yoktu; işçiler, köylüler de vardı. Belki artık söylemekten kaçınıyoruz, ama söylem olarak 'sosyalizm' vardı. '68 gençliği yalnızca üniversite gençliğinden oluşmuyordu, işçi ve köylüleri de kapsıyordu. Genel söylem de yalnızca "antiemperyalizm" ya da "antifaşizm" değildi. Bu söylemde, kimse alınmasın ama galiba epeyce de "sosyalizm" vardı. Bunu söylemekten niye çekinelim? Unutmayalım ki 'büyük insanlığın' macerası henüz sona ermedi." (Cumhuriyet, 26 Mayıs 1998)

Faruk tamamen paylaştığım bu analizini Artı TV'de de dile getirdi.

Çok değil, 68'den birkaç yıl önce, 60'lı yılların ortalarında, gençlik liderlerinin çoğunluğu için Türk Ordusu devrimci mücadelenin temel güçlerinden biriydi. Meydanlar "Ordu-gençlik elele, milli cephede!" sloganlarıyla inlemekteydi.

Gençlerin gözünde ordu, NATO'ya organik bağlılığına rağmen, hâlâ "Ulusal Kurtuluş Savaşı" mirasçısıydı. "Halkın ordusu"ydu. ABD emperyalizmine karşı "tam bağımsızlık" mücadelesi, işbirlikçi burjuvaziye ve onun müttefiki feodaliteye karşı "gerçek demokrasi" mücadelesi ancak bu ordunun ağırlığını koymasıyla, hattâ bazıları için ordunun bu mücadeleye bizzat öncülük etmesiyle kazanılacaktı.

Cumhuriyet tarihinde ilk kez sosyalist mücadeleyi işçi sınıfının önderliğinde örgütlemek üzere kurulan Türkiye İşçi Partisi'nin yönetimi dahi o günlerde radikal subaylardan gelebilecek bir darbe ihtimaline "realist" bakıyordu.

Kurucu sendikacıların çağrısı üzerine sosyalist aydınların, köylü ve esnaf liderlerinin, kürt şahsiyetlerinin akın akın partiye katıldığı bir dönemde, Genel Başkan Mehmet Ali Aybar, ordunun güvenini kazanabilmek için TİP'i  şöyle niteliyordu: "TİP Atatürkçülükten hareket ettiği ve ilhamını günümüzün gerçeklerinden aldığı için de, Atatürkçülüğü de kalıplaşmaktan kurtaran yüzde yüz yerli bir doktrin partisidir. Gerici kuvvetlerin saldırganlıklarını arttırdıkları şu günlerde Türk işçi sınıfının öncülüğü üzerindeki gereksiz tartışmaları bir yana bırakarak saflarımızı pekiştirelim… Bu cepheye ilericilik adına sadece laikliği veya kara çarşafla mücadeleyi savunandan toplumculara kadar herkes girmelidir… " (Vatan, 24 Eylül 1962).

Nazım Hikmet'in Yön tarafından basılan ve elden ele dolaşan Kurtuluş Savaşı Destanı'ndan en çok "Kocatepe'deki kurda benzeyen komutan" simgesi belleklere kazınıyordu. Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı yıllarında çekilmiş kalpaklı fotoğrafı elden ele dolaşıyor, öğrenci yurtlarının duvarlarını süslüyordu…

Artık genciyle yaşlısıyla her devrimcinin, her ilericinin gözünde Kemalist Türkiye anti-emperyalist mücadelenin öncüsüydü, dünyanın mazlum halkları Kemalizm'i örnek almaktaydı.

Türkiye'nin bizzat kendisinin, yüzyıllarca üç kıtada sömürgecilik yapmış, binlerce yıllık uygarlıklara sahip ulusları, halkları, etnik grupları köleleştirmiş bir imparatorluğun mirasçısı olduğu unutuluyordu.

Birinci emperyalist paylaşım savaşına kadar uzanan çöküş döneminde sürekli toprak ve nüfuz kaybına uğramış olsa da, son tahlilde Osmanlı ïmparatorluğu'nun da tıpkı Çarlık Rusyası gibi, Britanya Krallığı gibi, İspanya gibi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi müstevli bir devlet olduğu gerçeği görmezlikten geliniyordu.

İmparatorluğun en zayıf döneminde bile Osmanlı paşalarının Yunanlıların, Bulgarların, Ermenilerin, Arapların ulusal kurtuluş hareketlerini ezmek için, Kafklaslar'ı ve Orta Asya'yı fethetmek için Alman emperyalizmiyle işbirliği yaptığı unutuluyordu.

Dahası, bu imparatorluğun enkazı içinden doğan cumhuriyet adına Kemalizm'in yaptığı ilk işin milli burjuvaziyi semirtmek için öncelikle işçi sınıfını yoksul köylülüğü ezdiği, tüm örgütlenmelerini yasakladığı bir türlü görülemiyordu.

Hele hele Anadolu'yu tamamen Türkleştirmek, üstün Türk Ulusu'nu tek başına egemen kılmak için başta Kürt halkı olmak üzere Türk olmayan tüm halk ve etnik grupları misli görülmemiş bir baskı ve zulüm altında tutanın Kemalist ordu olduğu, bu baskı ve zulmün değişik biçimlerde 60'lı yıllarda da sürüp gittiği bir türlü söylenmiyor ya da söylenemiyordu…

Ne ki, 60'lı yıllarda tüm dünya gibi Türkiye de hızla değişmekte, sanayileşmenin, hızlı kentleşmenin etkisiyle iç dinamikler hızla gelişmekteydi.

Gençlik artık sadece üniversite gençliğinden ibaret de değildi, işçi, köylü kitlelerinde, esnaf kesiminde bilinçlenmenin, örgütlenmenin yaygınlaşması, çoğunluğu bu kesimlere mensup ailelerden gelen üniversiteli gençleri de etkiliyor, bunların önemli bir kesimi sınıfsal kökenlerine uygun olarak Türkiye İşçi Partisi ve ona yandaş fikir kulüpleri içinde örgütlenmeye çalışıyorlardı.

Bu süreç içindedir ki, Marksist düşüncenin temel eserlerini, dünya devrimci pratiklerini tanıyorlar, içinde yaşadıkları Türkiye gerçeğini bu yeni kazanımların ışığında yeniden değerlendirmeye, tartışmaya başlıyorlardı.

Özellikle Kürdistan kökenli gençlerin katkısıyla Kemalizm ve ordu tabuları da bu süreçte yeniden irdelenip sorgulanıyordu.

Daha 1964'teki ilk büyük kongresinde gençlik kollarının genel yönetim kurulunda temsil edilmesini engelleyerek devrimci gençliğe güvensizlik göstermiş olan Türkiye İşçi Partisi, Meclis'te temsil edilir olduktan sonra belli bir pasifizme ve de iç çekişmelere sürüklendiğinden, gençler giderek TİP'ten ve onun etkilediği kuruluş ve çevrelerden uzaklaşıyordu.

7 Mart 1968'de İstanbul'da patlak veren AISEC Olayları'ndan sonra, devrimci gençliğin bir bölümü FKF dışındaki ilk sol gençlik örgütü olan Devrimci Öğrenci Birliği'ni kuruyordu.

Ünlü 68 olayları işte böylesi bir ortamda patlak verdi.

İstanbul ve Ankara gibi metropoller gençlik eylemleriyle sarsılırken TİP yönetiminin "Aman faşizm gelir" korkutmasıyla, partili veya FKF'li gençlerin gösterilere katılmalarını dahi yasaklaması, devrimci gençliğin partiden tamamen uzaklaşmasına ve bağımsızlaşmasına neden oluyordu.

Avrupa'da 68 patlamasının fitilini yakan, devrimci ögrenci lideri Kızıl Rudi'nin Kurfürstendamm'da 11 Nisan 1968'de güpegündüz vurulmasıydı…

Oysa Türkiye gençliği, Rudi'nin vurulmasından aylarca önce sıcak kavganın içindeydi…

MHP komandoları, ümmetçiler hemen hergün bir yerlerde gençlere saldırmakta, gözaltı, işkence birbirini izlemekteydi. Fruko namındaki toplum polisleri Sükan'dan aldıkları emirle devrimci öğrenci avındaydı.

Önce üniversite boykot ve işgalleriyle başlayan gençlik direnişi kısa zamanda üniversite duvarlarını aşarak ülke boyutunda devrimci mücadeleye dönüşecekti.

68 isyanının eğitim boykotu aşaması 25 Haziran'da sona ererken günlerdir üniversite damlarında nöbet bekleyen Ant yazarı Ragıp Zarakolu, boykotu şiirselleştiren o çok sevdiğim notlarını getiriyordu:

"Rektörün blöfü yenildi ve muhatap olarak alınma sağlamlaştı... Günlerdir bahçede çalan davul zurnanın uğultusu ve halay çekenlerin görüntüsü kafamda... Ve her sabah, bazen eşsiz olan güneşin doğuşları... Sabahın serinliği ve sessizliği... Sabah erkenden işlemeye başlayan tezgahlar...

"Emekçilerin uyanışı!"

Ve 9 Temmuz 1968 tarihli Ant'ın kapağı:

"İşçi-gençlik elele!"

Sarı sendikacılık oyunlarına karşı İstanbul'da Derby Lastik fabrikasını işgal ediyor işçiler. İşgalin ikinci günü İstanbul Teknik Üniversitesi İşgal Konseyi oradadır. Harun Karadeniz işçilere sesleniyor:

"Bu halkın evlatları olan bizler, halka dönük düzeni kurana dek çalışacağız. Bugün burada sizin yanınızdayız. Gerektiğinde yine geleceğiz ve her hareketinizde sizinle beraber olacağız!"

Gençlik mücadelesi artık yeni boyutlara ulaşıyordu. Kendini yönlendirebilecek politik otoritenin yokluğunda genç devrimciler yeni misyonlar üstleniyordu.

Kendi ulusal sorunlarına Türk örgütlerinin en solcusunda bile çözüm bulamayan Kürt gençleri Doğu Devrimci Kültür Ocakları (DDKO)'da örgütlenmeye başlıyordu.

İşçiler 15-16 Haziran 1970'de İstanbul'u üç koldan işgal ediyor. 68 öğrenci direnişi kitlesel işçi direnişine bağlanıyordu.

Sıkıyönetim... OYAK'ta sermayeyle bütünleşen ordu artık işçiye ve gençliğe karşı net tavır koyuyordu.

Gençler, bir zamanlar Türkiye devriminin temel gücü, mazlum ulusların anti-emperyalist mücadelesinin öncüsü olarak gördükleri ordunun gerçek sınıfsal niteliğinin iyice açığa çıkması karşısında, belki de bir yerde ihanete uğramış olmanın hışmıyla kendi "ordu"larını, kendi "cephe"lerini kuruyorlardı.

Kemalist ordu işte bunu asla affetmedi. 12 Mart darbesinden sonra halk kurtuluş ordusunu kuranları, hiç cana kıymamış olsalar da, sehpaya gönderiyordu. Halk kurtuluş cephesini kuranları bomba ve kurşun yağmuruna tutarak katlediyordu.

Söze 68'li bilimadamı Hawking'in ölüm haberiyle girmiştim.

Ya Türkiye'deki bilimadamları, başta Kürt sorununu tartışmaya açtığı için her dönemin boy hedefi haline gelecek olan İsmail Beşikçi olmak üzere üniversite hocaları, halktan yana gazeteciler, yazarlar, Yılmaz Güney gibi sanatçılar… Onlar da devrimci işçiler ve gençler gibi işkencelerden geçirilerek askeriyenin zındanlarına atıldılar.

Kıyım 72'de kalmadı. 80'li yıllarda daha kapsamlı, 90'lı, 2000'li yıllarda özellikle Kürt ulusal direnişini hedef alarak bütün acımasızlığıyla sürüyor.

Ve de Kemalist Türk Ordusu,1971 darbesinden tam 47 yıl sonra, Türkiye'de şeriatı hakim kılmaya yeminli bir islamci-faşistin başkomutanlığı altında, Suriye'li islamcılardan derlediği ÖSO katilleriyle birlikte, Afrin'in kapılarını zorluyor…

Ne acıdır ki Avrupa'sı, Amerika'sı ve Rusya'sıyla cümle alem susuyor!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi