26. yıldönümünde Mölln katliamı

26. yıldönümünde Mölln katliamı
90’larda ırkçı saldırılara karşı Türkiyeli gençlerin özsavunma diye bir dertleri vardı. Bugünün gençleri ise 'büyük reis' Erdoğan'ın çengeline takılmış, Ankara’dan gelen talimata bakıyor.

Gürsel YILDIRIM *


Hatırlarsınız, 26 yıl önce 1992’de, 22’yi 23 Kasım'a bağlayan gece Almanya’nın Mölln kentinde Neo-Nazilerin düzenlediği bir ırkçı saldırıda Arslan ailesinden üç kişi hayatını kaybetti. Gece saat 00.01'de önce 40 kadar Türkiyelinin yaşadığı Ratzeburger Strasse'deki bir ev, bir kaç dakika sonra da Mühlenstrasse'de Arslan ailesinin evi kundaklandı. O dönem 19 yaşında olan failler Lars Christiansen ve 25 yaşındaki Michael Peters daha sonra itfaiyeyi arayarak "Heil Hitler, pis yabancıları yaktık" dediler. Ancak o dönem nasıl olduysa Neo-Naziler ilk etapta tespit edilemedi. Ya da bilerek tespit edilmek istenilmedi. Neo-Nazilerin düzenlediği ırkçı saldırının hemen sonrasında Alman siyasetçiler ve bazı basın organları çirkin iftiralarla olayın ırkçılık değil, Türkler arasında hesaplaşma olduğunu öne sürüp olayın mağdurlarını (somut olarak F. Arslan’ı)  suçlu ilan ettiler. 

Ratzeburger Strasse'de onlarca Türkiyeli yaralanırken, Mühlenstrasse'de Bahide Arslan (51), torunları Yeliz Arslan (10) ve Ayşe Yılmaz (14) yanarak can verdiler. Türkiye'de yaşayan ve okul tatili nedeniyle akrabalarını Mölln'e ziyarete gelen Ayşe Yılmaz’ın cenazesi hiç görmediği ve çok merak ettiği Almanya'dan Türkiye'ye geri götürüldü. Bahide Arslan'ın pencereden atlayarak kurtulan gelinleri Hava Arslan ve Ayten Arslan ağır yaralanarak sakat kaldı. Bahide Arslan'ın eşi Namık Arslan itfaiye tarafından kurtarıldı. Namık Arslan şahit olarak dinlendiği mahkemeden sonra Türkiye'ye daimi geri dönüş yaptı ve orada vefat etti. İbrahim Arslan (7) ve olay esnasında bebek olan Faruk Arslan’ın küçük oğlu Namık Arslan, evde bulunan aile büyüklerinin kendi canlarını da riske atarak sergilediği çaba neticesinde kurtuldu. Katliamda annesi, kızı ve yeğenini kaybeden ve katliam sonrası halen devam eden ağır depresyona giren Faruk Arslan, eşi Hava ve çocukları İbrahim, Namık ve vahşetten sonra doğan ve ölen ablasının ismi verilen Yeliz’i de alarak Mölln'ü terk edip Hamburg'a yerleşti.

Arslan ailesinden üç canı alan Naziler, Christiansen 7,5 yıl sonra, Peters ise 15 yıl sonra artık "toplum için tehlike teşkil etmedikleri ve iyi hallerinden" dolayı tahliye edildi. Devlet ikisine de yeni kimlik verdi. İki Nazi de hiç bir zaman pişman olmadı. Bugün nerede, nasıl yaşadıkları bilinmiyor, hayatlarını farklı bir kimlikle sürdürüyor. Kimbilir belki de onlardan birine bir yerlerde rastlamış olabiliriz. Aradan 26 yıl geçmesine rağmen Arslan ailesinin travmaları bitmedi.

İki Almanya'nın birleşmesinden hemen sonra, ilk etapta mültecilere yönelik olan ve ölümle sonuçlanan ırkçı saldırıları genellikle görmezden gelen Alman basını, ilk kez Türklerin katledildiği Mölln saldırısını "Almanya'nın çirkin yüzü kendini gösterdi" başlıklarıyla yorumladı. Ancak 90'ların başlarında artan ve pogromlara dönüşen ırkçı saldırılar, mültecilerle birlikte emek göçü nedeniyle Almanya’da yaşayan Türkiyelileri de hedef almaya devam etti. Neredeyse her gün Türkiyelilerin işyerleri, marketleri, dernekleri, camileri ve evleri kundaklandı. 1990’lı yıllarda ardı arkası kesilmeyen ırkçı saldırılar, Mölln katliamıyla Türkiyeliler açısından bir dönüm noktası olmuştu.

Mölln katliamına tepki olarak, "Artık susmak yok! Nazileri Ezeceğiz" sloganlarıyla sokaklara çıkan göçmen gençler, dönemin başbakanı Helmut Kohl’un sınırdışı tehditlerine aldırmıyor ve Neo-Nazilere karşı özsavunmanın meşru olduğundan yola çıkarak, Neo-Nazilerin odak noktalarına yöneliyorlardı. Irkçı saldırılar karşısında Türkiyeli göçmen gençler gittikçe sertleşiyor, buna karşılık Türkiyeli göçmenleri temsilen kurulmuş olan derneklerin bir kısmı ve göçmenleri temsilen yerel ve federal parlamentoya seçilen Türkiyeli politikacılar da gençlere "sakin olun" mesajları veriyordu. Bunlara ek olarak Ankara’dan "büyüklerimiz", özellikle radikalleşen Türkiyeli gençlere yönelik "rahat olun" mesajlarıyla, yeni gelişen göçmen direniş odaklarını pasifize etmeye çalışıyordu.

En nihayetinde Alman devletinin ve Türk devletinin ortak çabaları zamanla sonuç verdi. İşte bu ve diğer birçok nedenden dolayı ırkçılığa karşı yıllarca sokakta sesimiz çıkmaz oldu. Ne de olsa artık biz Türkiyeli göçmenleri temsil eden birileri de vardı sahnelerde. Örneğin parlamentoda Cem Özdemir ve Hakkı Keskin gibi isimler göçmenleri temsilen vardı. Ve biz göçmenler onların demeçlerinden ve gazetelerdeki şık pozlarından bunu anlıyorduk. Dolayısıyla yıllarca kendimizi böylesi ve benzeri parlamenterlerin sahnelerdeki varlığıyla ve ırkçılığa karşı mücadele söz konusu olduğunda, iki lafı bir araya getirmeyen Türkiyelilerin ve bir çok Türkiyeli göçmen temsilcilerinin boş lafları ve gazetelerdeki "entegrasyon" pozlarıyla avuttuk.

Mölln katliamının üzerinden 26 yıl geçti. Mölln ve Solingen katliamlarından sonra gelişen genç göçmenlerin direnişi karşısında, Alman devleti "antegrasyon" politikalarını devreye soktu. Bazı göçmen kesimlere yeni hareket alanları açıldı. Türkiyeli göçmenlere sunulan hareket alanlarına ek olarak, en azından ırkçılığa karşı mücadelede dirsek temasında olan Türkiyeli göçmenlere, Türk-Kürt ayrımcılığı dayatıldı. Türkler ve Kürtler zamanla birbirine mesafe koydu. Bu ve başka birçok nedenden dolayı, zamanla sokakta gösterdiğimiz demokratik tepkilerimiz azaldı. Mücadelemize rağmen göçmenlere yönelik ne ölümcül ırkçı saldırılar durdu ne de Alman devletinin ve kurumlarının günlük yaşamımızı belirleyen yapısal ırkçılığı ortadan kalktı. Göçmenlerden bazılarına sunulan birazcık imtiyaz dışında işin özünde bir şey değişmedi. Bunu en son NSU (Neo-Nazi Yeraltı Örgütü) cinayetlerinin tesadüfen ortaya çıkması sonrasında anlamış olduk. Buna rağmen kendimize dönüp hiçbir zaman sormadık. Neden acaba yıllarca bütün bu olanlara rağmen, NSU cinayetlerine rağmen, katleden ırkçı saldırılara rağmen göçmenlerin sokak tepkileri yok denecek kadar az?

Mölln'den 26 yıl sonra hazırlıksız yakalandık, Neo-Naziler ve diğer ırkçılar bizlere yönelik öldüresiye atakta. Son yıllarda yeniden tırmanışta olan bu ırkçı saldırılara rağmen, ırkçı-faşist bir partinin, AfD’nin toplumsal kabulüne rağmen, her gün bir yenisini duyduğumuz "kara haber"lere rağmen, gelişmeler karşında sessizce kendi kendimize sadece mırıldanıyoruz. Ne bir özeleştirimiz var ne de bundan sonra nelerin yapılması gerektiği konusunda bir öngörümüz var. Yıllardan beri "göçmenlik" ve "entegrasyon" bağlamında alışılagelmiş laflarla kendimizi daha ne kadar avutacağız? Mölln ve hemen arkasından 29 Mayıs 1993’de gerçekleşen Solingen katliamı sonrasında sokaklarda gelişen göçmenlerin direniş odakları zamanla pasifize oldu.

1990'lı yılların ortalarına kadar süregelen muazzam enerji, süreçle birlikte sırf kendi burnunun ucunu gören ya da kendi çıkarını gözeten çevreler aracılığıyla, örneğin "proje getiren" başka kanallara akıtıldı. Bir kısmımız "göçmen politikası" adına yıllarca "topluma uyum" diyerek kendimizi uyutmakla geçirdik. Çoğulcu toplumun elit temsilcileri tarafından "yukarıdan" gelen "uyum kırbaçları" karşısında, "evet uymalıyız" diyerek, ırkçılık karşısında sessiz kaldık. Sadece dönem dönem SPD’li Thilo Sarrazin gibi kişiliklere tepki göstermeyi başarabildik. Tesadüfen ortaya çıkan NSU seri cinayetleri ve bu cinayetlerdeki Alman devletinin payı belki birazcık gözümüzün açılmasına neden oldu, fakat bu 1992’de Mölln katliamı sonrası ya da Solingen katliamı sonrası gibi bir tepkiyi beraberinde doğurmadı. Neden acaba? Oysa ki NSU cinayetlerinin boyutu Mölln ve Solingen katliamlarından daha da korkunçtu. Sanki bir korku filmi izler gibi NSU cinayetlerinin çok boyutluluğunu izledik. Münih’te olan NSU mahkeme sürecinde ve karar sonrasında göçmenler olarak sesimizi maalesef çıkaramadık. Sessizliğe gömüldük. Oysaki hepimiz tehdit altındayız, bizleri temsilen gördüklerimiz de dahil… Biz Türkiyeli göçmenleri de hedef alan tehdit, sadece Nazilerle sınırlı değil. İşin gerisinde bizzat devletin de bilgisi ve desteği olduğuna dair ciddi iddialar ve şüpheler de var.

26 yıl önce Mölln katliamından hemen sonra "Susmak yok!  Susmak boyun eğmektir!" diyerek sokaklardaydık. Bütün enerjimizle ırkçı saldırılara karşı tepkilerimizi örgütledik. Mölln’de 28.11.1992’de gerçekleşen yoğun katılımlı yürüyüşü Hamburg’dan "Irkçılığa Karşı Mücadele Girişimi" olarak gerçekleştirdik. Öz örgütlenme ve özsavunma meşrudur dedik. Mölln katliamı sonrası da ırkçı saldırılar devam etti. Bu saldırılara karşı özellikle Türkiyeli gençlerin radikal tepkileri vardı. Bugün ne Türkiyeli gençlerin bir tepkisi ne de "Susmak boyun eğmektir!" diyen bir ses var. Benedict Anderson’nun deyimiyle,"uzun mesafe milliyetçiliği"ni (long-distance nationalism) eskiye nazaran daha fazla benimser olduk. 90’larda ırkçı saldırılara karşı özellikle Türkiyeli gençlerin özsavunma diye bir dertleri vardı. Bunun için Nazilere karşı "çete" tarzı da denilebilecek tepkiler söz konusuydu. Bugünün Türkiyeli gençleri ise "büyük reis" Erdoğan'ın çengeline takılmış, Ankara’dan gelen talimata bakıyor.

Sadece Suriye’den, Afganistan’dan, siyah Afrika‘dan gelen mültecilere yönelik değil bu katleden ırkçı saldırılar. Biz Türkiyeliler de bizzat bu saldırıların hedefindeyiz. Özellikle son dönemlerde Türkiyeli göçmenlere yönelik de saldırılar gerçekleşiyor. Durum endişe verici boyutlara ulaşıyor, ama bu henüz hiç kimsenin umurunda değil… Bugünlerde olanlara uzak kalırsak, 26 yıl önceki Mölln vahşetinden geçmişten ders çıkaramazsak, Solingen katliamından ders çıkaramazsak, "Susmak yok! Susmak  boyun eğmektir" diyerek sokaklarda olmazsak, burnumuzun ucunda olanlara dahi tepki gösteremezsek, maalesef yine geç kalmış olacağız…


* Ramazan Avcı İnisiyatifi Aktivisti

Öne Çıkanlar