Belçika’da kriminal Türk lobisinin oluşumu

En ilericileri de dahil Belçika siyasal partilerinin aday listelerine konulacak Türk kökenli adaylar Diyanet Vakfı disiplinine bağlı derneklerle pazarlıklar yapılarak belirlenmekte, belirlenen adaylar daha sona yine Diyanet Vakfı merkezinde yapılan bir dizi açık ya da kapalı toplantıda Türk lobisinin çıkarları doğrultusunda görev yapmaya koşullandırılmakta.

Doğan Özgüden

Avrupa'nın başkenti Brüksel, sadece Türkiye'nin Avrupa Birliği ve NATO ile ilişkileri açısından değil, aynı zamanda yıllardır dünyanın dört bir yanında oluşturulmaya çalışılan Türk Lobisi'nin tek merkezden sevk ve idare edilebilmesi açısından da hep ön planda olageldi. Türkiye'den gelmiş ekonomik ya da politik göçmenleri Türk Devleti'nin kontrolu altında tutabilmek, kontrol altına alınamayan etnik grupları ya da rejim karşıtlarını etkisiz hale getirebilmek için şiddet de dahil her türlü yasal ya da yasadışı yöntem sonuna kadar kullanıldı.

Siyasal göçün başladığı 1971 Darbesi sonrasında gerek militaristlerin kuklası Erim Hükümeti, gerekse daha sonra "demokratikleşme" yaftası altında işbasına gelen Ecevit ve Demirel hükümetleri yurt dışında az sayıdaki rejim muhaliflerinin sesini kısmak, faaliyetlerini engellemek için büyükelçilikler, askeri ataşeler, sosyal danışmanlar, anadil öğretmeni ya da din görevlisi kisvesi altında gönderilmiş ajanlar aracılığıyla ellerinden geleni ardlarına koymadılar. Belçika’da bizler bu baskıları bizzat yaşadık.

Ancak tüm bu baskı ve komplolar, dönemin nesnel koşulları nedeniyle bekledikleri sonucu vermedi.

Nesnel koşulların başında tabii ki göçmenlerin o dönemde sırf kendi güncel sorunlarına yanıt arayışı içinde, genellikle de Belçika işçi sendikalarının ve ilerici kuruluşlarının desteğiyle oluşturdukları derneklerin henüz Türk Devleti'nin baskı ve kontrolü altına alınamamış olması, Türk medyasının gerek teknik olarak, gerekse dağıtım olanakları bakımından bugünkü beyin yıkayıcı ve kışkırtıcı etkinlik düzeyine ulaşmamış olması geliyor.

Diğer önemli faktör ise, dönemin uluslararası konjonktürüyle doğrudan ilişkili. 60'lı yılların sonu ve 70'li yılların başı, tüm dünyada sosyal devrimlerin ve ulusal kurtuluş hareketlerinin başarıdan başarıya koştuğu, Avrupa'da ise Türkiye dışında üç ülkede, Portekiz, İspanya ve Yunanistan'da faşist diktatörlüklere karşı mücadelenin hızla geliştiği, Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin dünyadaki güçler dengesinde ağırlık taşıdığı bir dönemdi.

Özellikle henüz kapanmamış bulunan Valon ve Flaman bölgesindeki maden ocaklarında ve demir-çelik sektöründe çalışan Türkiyeli göçmenler, işyerinde ya da işçi mahallelerinde birlikte oldukları, çalışma ve yaşam koşullarını paylaştıkları İtalyan, İspanyol, Yunan, Portekizli işçilerin sendikal ve siyasal militanlığından, enternasyonalizminden son derece etkilenmekte, Türk Devleti'nin koşullandırma ve sindirme çabaları sürekli bu nesnel engelle karşı karşıya kalmaktaydı.

Belçika'nın bir özelliği de, tüm sektörlerde sendikalaşma oranının yüzde 100'e yakın derecede yüksek olmasıydı. Her ne kadar bu oranın yüksekliğinde Belçika sendikalarının özellikle işsizlik paralarının ödenmesinde aracılık etmesinin önemli etkisi varsa da, bu otomatik sendikalaşma dahi Türkiyeli işçilere belli bir bilinç ve özgüven kazandırmıştı. Özellikle göçmen işçilerin sayısal çoğunluk taşıdığı yeraltı madenlerinde birçok Türkiyeli işçinin sendika temsilcisi seçilmesi, bunların daha sonra sendika hiyerarşisinde de belli konumlara yükselmesi bu özgüveni daha da pekiştirmişti.

1971 Darbesi'nden sonra az sayıda da olsa Türkiye sol hareketinin içinde yetişmiş, hattâ bu harekette etkin rol oynamış kişilerin siyasal göçmen olarak gelmeleri de Belçika'daki Türkiyeli göçmenlerin bilinçlenme ve örgütlenme çabalarına yeni bir ivme kazandırmıştı.

Ne var ki, bu koşullar 1974'ten itibaren hızla değişmeye başladı. Büyük petrol krizinden sonra başta Almanya olmak üzere diğer sanayileşmiş Avrupa ülkelerinin yeni göçmenlere kapılarını kapatması, hemen ardından çoğunlukla göçmen işçi çalıştıran kömür ve demir-çelik sektörlerinde Avrupa Birliği'nin "rasyonalizasyon ve rantabilizasyon" direktiflerine uygun olarak birçok büyük işyerinin arka arkaya kapanması, çok sayıda Türkiyeli işçinin birden bire aktif işçi konumundan uzaklaşarak kendini işsizler ordusu içinde bulmasına yol açacaktı. İşsiz olmanın, işsizlik yardımıyla yaşayan bir marjinal durumuna düşmenin ilk sonucu, göçmenlerin, ekonomik krizle birlikte güçlenen ırkçı ve yabancı düşmanı hareketlerin boy hedefi haline gelmenin de etkisiyle, içe kapanması ve giderek kendilerini zamanında Avrupa'ya satmış olan ülkenin mesajlarına daha duyarlı hale gelmesi olmuştu.

Yine 70'li yılların başında Yunanistan, Portekiz ve İspanya'daki faşist diktatörlüklerin birbiri ardına çökmesi, Belçika işçi sınıfı hareketi içinde gerek nicel gerekse nitel olarak büyük ağırlık taşıyan bu ülkelerden gelmiş işçilerin giderek kendi ülkelerine dönmeleri ya da eski militanlığını yitirmesi, Belçika'daki Türkiyeli işçileri bu planda da yalnızlığa itmişti.

Bu yeni konjonktür, giderek iyice yabancılaştığı bu toplumda "Türk" kimliğini ve "İslam" aidiyetini yegane güven unsuru olarak görmeye başlayan işçilerin ya da işsizlerin büyük bir hızla aşırı milliyetçi ya da köktendinci örgütlenmelerin pençesine düşmesine yolaçtı.

MHP ve AKP’nin öncülü olan Milli Görüş, işte böylesi bir ortamda Avrupa Birliği'nin hemen her ülkesinde, Türk işçilerinin yoğun olduğu her bölgede büyük bir hızla örgütlenerek ilerideki Türk lobisinin kitle tabanını hazırladı.

Faşist cunta dönemi

1980 darbesinden sonra Türkiye'den yeni bir "sol ilticacı" akını başlamış, hattâ hemen hemen tüm sol örgütlerin lider kadroları Avrupa'ya taşınmışsa da, bunun Avrupa'daki göçmen kitlelerin bilinçlenmesine, Cunta yönetimine karşı tavır almasına büyük bir katkısı olmadı. Sol liderlerin çoğu tüm zamanlarını ve enerjilerini Türkiye'de faşist cuntanın darmadağın ettiği örgütlerini şeklen de olsa kendi ellerinde tutabilmeye harcadılar, daha önce kendi seçimleriyle örgüte katılmış üye veya sempatizanları lojistik destek olarak kullandılar, kullanılmayı kabul etmeyenleri tasfiye ettiler, ama Avrupa'daki göçmenlerin öznel sorunlarıyla ciddi şekilde ilgilenmediler.

Avrupa'nın yerel ilerici partileri, sendikaları ve sivil toplum örgütleriyle ilişkiler de hep bu "dar çevreci" ve "faydacı" yaklaşımlarla sınırlı kaldı, böylece meydan tamamen aşırı sağ ve köktendinci akım ve örgütlenmelere bırakıldı.

1980 öncesi ve sonrası siyasal göçün bir başka gerçeği ise, 1915 Soykırımı'ndan sonra ilk kez, Türkiye'deki ulusal ve dinsel baskılardan kaçmak zorunda kalan Kürt, Ermeni ve Asuri'lerin büyük kitleler halinde Avrupa'ya akınıydı.

Bu yeni göç Avrupa'da esasen varolan Ermeni ve Asuri diyasporasını güçlendirirken, yeni bir diyasporayı, Kürt diyasporasını yarattı. Bu diyasporanın oluşumu, Türkiye'de Kürt ulusal hareketinin gelişimiyle eşzamanlı olduğu için, kısa zamanda hiçbir Türk sol siyasetinin gerçekleştiremedıği bir boyut kazandı. 60'lı yıllarda Avrupa'ya ekonomik göçmen olarak gelen ve kendilerini "Türk işçisi" olarak niteleyen onbinlerce Kürt kökenli göçmen de bu yeni oluşumla birlikte kendi ulusal kimliklerini öne çıkarmaya, "Kürd’üm" demekten korkmaksızın Kürt ulusal siyasetinin militanı ya da aktif destekçisi olmaya başladı.

Türk Devleti, kendi baskı politikalarının ürünü olan bu diyasporaların gelişimini Türk göçmenlerini kendine tamamen bağımlı kılmak için yeni bir beyin yıkama unsuru olarak kullanmakta gecikmedi: "İç düşmanlarımız şimdi dış düşmanlarımızdan da destek alıp Türk düşmanı lobiler oluşturarak Türk yurdunu bölmek için seferber olmuşlardır. Vatanını seven her Türk bunlara karşı vatanperver güçlerin safında yerini almalı, bir an önce Türk lobileri oluşturmalıdır."

1980 Cuntası işte böyle bir zemin üzerinde yepyeni baskı ve devşirme yöntemlerini uygulamaya soktu. Bu uygulamaların ilk deneme laboratuvarı ise Belçika'ydı.

  1. Vatandaşlık kaybettirme:

Cunta yönetiminin sinsice planlanmış ilk uygulamalarından biri, Türk Vatandaşlığı Kanunu'nda yapılan bir değişiklikle "yurt dışında Türkiye aleyhinde faaliyette bulundukları" gerekçesiyle rejim muhalifi kişilerin vatandaşlıktan atılmasıydı. Vatandaşlığı kaybettirilen kişinin aynızamanda Türkiye'deki tüm malvarlığına da elkonulduğundan, bu yasa değişikliği, özellikle yıllardır yurt dışında yaşayan göçmenler üzerinde pasifize edici bir rol oynayacaktı. Yıllarca son derece ağır koşullarda çalışarak kazandıkları paraları Türkiye'de ev veya arsaya yatırmış olan göçmenler, Cunta rejimine karşı olsalar dahi, bu mal varlıklarını bir anda yitirme korkusu içinde Cunta'ya karşı olan örgüt ve kişilerle ilişkilerini kesmek ya da azaltmak zorunda kaldılar.

  1. Çifte vatandaşlık:

12 Eylül Darbesi'nden önce gerek Türkiye'de, gerekse yurt dışındaki göçmen toplulukları içinde kişinin başka bir ülkenin vatandaşlığına geçmesi neredeyse "vatan ihaneti" gibi algılanırken, Cunta yönetimi ani bir kararla "başka bir ülkenin vatandaşlığı"nı almayı teşvik etmeye başladı. Biraz para kazanır kazanmaz ülkeye dönme hayali içindeki birinci kuşak göçmenlerin çoluk çocuğa karıştıktan sonra Türkiye'ye dönmelerinin artık mümkün olmayacağını, giderek "vatan haini" sayılma bahasına bulundukları ülkenin vatandaşlığına geçip Türkiye'yle tüm bağlarını kesebileceklerini, bunun ise sürekli dış ticaret açığı içindeki Türkiye için büyük bir döviz kaybına neden olacağını Ordunun kurmayları da farketmişlerdi.

Bu "tehlikeyi" bertaraf etmek için "bulunulan ülkenin vatandaşlığına geçme" teşvik edilmeye başlandı, hattâ Türk dernekleri yöneticileriyle yapılan toplantılarda bunun ileride Ermeni, Rum ve Kürt lobilerine karşı büyük Türk lobisini oluşturmaya yönelik bir "vatan hizmeti" olacağı ısrarla vurgulandı.

Daha sonraki yıllarda yabancı kökenli kişilerin Belçika vatandaşlığına geçişinin kolaylaştırması üzerine, bu "vatan hizmeti"nin ifası kitlesel boyut kazandı. Özellikle Türk kökenlilerin yoğun bulunduğu Brüksel'in Schaerbeek ve Saint-Josse mahallelerinde bu yeni seçmenlerin oyları seçim sonuçlarını belirler hale geldi, belediye ve bölge meclislerine, hattâ federal meclise ve senatoya seçilen Türk'ler Belçika'nın Türkiye’ye yönelik politikalarını doğrudan etkilemeye başladı.

  1. Diyanet Vakfı'nın kurulması:

Her ne kadar 12 Eylül Darbesi'ne kadar olan dönemde Belçika'daki işçi ve öğrenci derneklerinin hemen hemen tamamı "konsolosluğun tanıdığı dernek" statüsü verilerek belli ölçüde kontrol altına alınmışsa da, bu dernekler arasındaki nüfuz ve çıkar çekişmeleri süregeliyordu.

Rejime karşı olmayan tüm örgütleri merkezi bir disipline bağlamak ve Türk lobisinin tabanını oluşturmak üzere Türkiye'nin Brüksel'deki Büyükelçiliği'nin girişimiyle federasyon ya da konfederasyon türünden bir çatı örgütü oluşturmak üzere toplantılar düzenlendi.

Ancak bu girişimde başarıya ulaşılamayınca Cunta bu kez tıpkı Türkiye'de olduğu gibi "din" kartına oynama kararı verdi ve her şeyden önce camileri kontrol altına almak üzere TC Büyükelçisi'nin onursal, Din İşleri Ataşesi'nin örgütsel başkanlığında, bir Diyanet Vakfı kurdurdu.

Görünüşte din hizmetlerini koordine etmek ve camilerin din hizmetlerine destek olmak gibi bir amaçla kurulan Diyanet Vakfı, özünde Belçika'daki tüm "ehlileştirilmiş" Türk derneklerinin üst otoritesi konumuna geçti.

Resmi törenler, Türkiye'den gelen "devlet büyükleri"nin dernek yöneticileriyle görüşmeleri, Türk lobisini yönlendirme toplantıları Diyanet Vakfı çatısı altında yapılmaya başlandı.

Belçika'nın yerel, bölgesel ve federal seçimlerinde de Türk Büyükelçiliği Türk asıllı seçmenleri ve adayları bu Diyanet Vakfı aracılığıyla yönlendirir oldu.

En ilericileri de dahil Belçika siyasal partilerinin aday listelerine konulacak Türk kökenli adaylar Diyanet Vakfı disiplinine bağlı derneklerle pazarlıklar yapılarak belirlenmekte, belirlenen adaylar daha sona yine Diyanet Vakfı merkezinde yapılan bir dizi açık ya da kapalı toplantıda Türk lobisinin çıkarları doğrultusunda görev yapmaya koşullandırılmaktaydı.

Şunu da unutmamak gerekir ki, Belçika'daki Türk göçmen kitlesi artık sadece emekgücünü satıp geleceğini garantileme amacıyla gelmiş göçmen işçilerden ve onların ailelerinden ibaret değildi. Almanya'da olduğu gibi Belçika'da da hemen tüm ekonomik sektörlerde varlığını hissettiren bir Türk işadamları kesimi, bir Türk burjuvazisi oluşmuştu. Türk lobisinin başlıca finansmanını, Mafya tipi ilişkilerle gittikçe daha da zenginleşen bu kesim sağlamaktaydı.

Belçika'daki Türk lobisinin bir başka temel direği, TC Büyükelçiliği'nin yanısıra Avrupa Birliği ve NATO nezdindeki Türk misyonları, özellikle de NATO'da görevli Türk generalleri ve subaylarıydı.

Ordu'nun yurt dışındaki göçmen kuruluşlarını tek merkezden kontrol operasyonu 15 Nisan 2003 tarihinde MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç'ın Brüksel'deki TC Büyükelçiliği'nde Türk dernek yöneticileri ve işadamlarıyla yaptığı bir toplantıda iyice açığa çıkmıştı.

Tabii ki, günlük gazeteleriyle, televizyon kanallarıyla, radyo yayınlarıyla ve de İnternet siteleriyle Türk medyası, üstüne düşen lobicilik, kışkırtıcılık ve karaçalma misyonlarını büyük bir işgüzarlıkla yerine getirmekten geri kalmadı.

Türk derneklerini lobinin vurucu gücü haline getirme operasyonu öyle bir boyuta ulaşmıştı ki, artık MHP yanlısı derneklerle CHP ya da DSP yanlısı olanlar, Milli Görüş ya da Fethullah yanlısı olanlarla Atatürkçü Düşünce Dernekleri, Büyükelçiliğin bir işareti üzerine rahatlıkla bir araya gelmekte, Ermeni ve Kürt topluluklarının istemlerine karşı birlikte toplantılar, yürüyüşler düzenlemekte, Türk medyasının kışkırtma ve karaçalma kampanyalarına tüm varlıklarıyla destek sağlamaktaydı.

Türk lobisinin kışkırtmaları zaman zaman o düzeye vardı ki, beyinleri yıkanmış Türk gençleri Brüksel'de yıllardır faaliyet gösteren Kürt, Asuri ve Ermeni kuruluşlarına polisin gözü önünde Bozkurt bayrakları ve işaretleriyle saldırabiliyordu.

1994 yılı başında Almanya'dan Brüksel'e özgürlük yürüyüşü yapan Kürtler Saint-Josse Belediyesi'nde konakladıklarında saldırıya uğrayacak, 17 Kasım 1998'de Brüksel Kürt Enstitüsü, Kürt Kültür Derneği ve bir Asuri lokali ateşe verilecekti.

Hemen anımsatmalıyım ki, Avrupa’nın başkentinde bu saldırılar başlarken Türkiye’de Turgut Özal, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz gibi sivil siyasetçiler ve hatta Erdal İnönü, Yaşar Karayalçın, Bülent Ecevit gibi sosyal demokratlar ya başbakan ya da başbakan yardımcısı olarak iktidardaydı… Özellikle unutulmasın: 2 Temmuz 1993’te ülkenin seçkin aydın ve sanatçıları Sivas’ın Madımak Oteli’nde ateşe verilirken SODEP Genel Başkanı Erdal İnönü, Çiller’in yedeğinde başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanıydı… Daha sonra da CHP genel başkanlığını üstlenecekti.

O CHP ki, bugünkü genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, önce dinbaz Ekmelettin’i cumhurbaşkanı adayı gösterdikten sonra sözüm ona 2016 darbe girişimi komedisinin ardından Tayyip Erdoğan’la Yenikapı ruhunda birlik olacak, o da yetmezmiş gibi Madımak’ın üzerinden 24 yıl geçtikten sonra aydın ve sanatçı katliamının baş sorumlularından Karamollaoğlu’yla sahneye çıkıp dostluk gösterileri yapacaktır.

Takiyyeci AKP dönemi

Takiyyenin en büyüğünü yapıp kendini Avrupa Birliği’ne "muhafazakar demokrat" diye yutturarak 2002’de Türkiye’de iktidarı ele geçiren AKP döneminde de bir şey değişmiş değil.

Görece bir durağanlıktan sonra 10 Aralık 2005'te DTP'nin Brüksel Bürosu'na molotof kokteyli atılacak, 2 Aralık 2006'da Kürt Kültür Derneği'ne karşı yeniden saldırı düzenlenecek, aynı dernek 1 Nisan 2007'de gece yarısı yangın bombası atılarak yakılacaktır.

Yine o dönemde lobinin hizmetindeki saldırganlar, Türkiye'deki silahlı çatışmalarda askerlerin ölmesini bahane ederek Saint-Josse Belediyesi'ndeki bir Kürt mağazasını ve bir Ermeni restoranını tarumar edeceklerdir.

Ermeni düşmanlığı esasen yıllardan beri Belçika'daki Türk lobisinin ana silahlarından biridir. 1915 Ermeni Soykırımı kurbanlarının anısına Ixelles Belediyesi'ndeki Ermeni kilisesinin yakınında dikilen anıtın kaldırılması istemi, ilk kez 1999'da Belçika Parlamento seçimlerine katılan Türk kökenli adayların Türk seçmenlerden oy alabilmek için kullandıkları başlıca propaganda konularından biriydi.

Bu talebi öne süren, hattâ bu konuda Belçika Atatürkçü Düşünce Derneği'nin açtığı kampanyaya imza vererek katılan Türk kökenli bir aday, üstelik de geçmişte Ermeni Soykırımı'nı tanımış Sosyalist Parti'nin listesinden önce Saint-Josse Belediye Meclisi'ne, ardından Brüksel Bölge Meclisi'ne seçilecekti. Brüksel'de korunması gereken eserler arasında yer alan Ermeni Soykırımı Anıtı'nın kaldırılmasını isteyen bu kişi, Sosyalist Parti tarafından daha sonra Brüksel Bölge Hükümeti'nde tarihi eserlerin korunmasından sorumlu devlet bakanı, ardından da Türk’lerin yoğun yaşadığı Saint-Josse’un belediye başkanlığına yükseltilecekti.

Türk lobisinin bu saldırganlığına karşı Belçika'da birlikte mücadele veren Belçika Demokrat Ermeniler Derneği, Belçika Asuri Dernekleri, Brüksel Kürt Enstitüsü ve İnfo-Türk Vakf’nın Ekim 2006 seçimleri sırasında Belçika kamuoyuna hitaben yayınladıkları ortak çağrı göç tarihimizin önemli belgelerindendir:

"Bir yandan Avrupa hükümetlerinin Ankara'nın şantajlarına boyun eğmesi, öte yandan da birçok yöneticinin Türklerin yoğun bulunduğu kent ve mahallelerde birkaç fazla oy alabilmek için Türk diplomatik misyonlarıyla ve aşırı sağ örgütleriyle pazarlığa girişmekte tereddüt etmemeleri yüzünden Türk rejimi Belçika gibi ülkelerin sosyal ve siyasal hayatına giderek daha fazla müdahale eder duruma gelmiştir. Türk kökenli seçilmişler artık, üyesi bulundukları Belçika partilerinin karşı pozisyonuna rağmen, inkârcı gösterilere açıkça katılabilmektedir."

"Ne yazık ki, ‘demokratik' denilen geleneksel siyasal partilerin yöneticileri, çoğu inkarcı gösterilere fiilen katılmış ve hattâ Ankara rejiminin inkarcılığını eleştirebilen kendi parti yöneticilerine açıkça meydan okumuş olanlar da dahil aşırı sağcı ve aşırı milliyetçi adayları seçim listelerine koymuş olmakla iftihar etmektedir.

"Daha da vahimi, CD&V, CdH, FDF, MR, PS ve Sp.a gibi partilerin bazı liste başları, Adalet Bakanı da dahil olmak üzere, Schaerbeek, Saint-Josse, Bruxelles-Ville, Antwerp ve Gent sokaklarındaki seçim kampanyalarını bu adaylarla birlikte yürütmek suretiyle baskıcı Ankara rejiminin hizmetindeki bu kişileri onurlandırmakta bir beis görmemektedirler. Parti yöneticileri ise, maalesef, yabancı bir devletin rehinesi olmuş bir seçmen kitlesinden birkaç oy alabilmek uğruna bu skandal karşısında ağzını açmamaktadır.

"Aşırı sağ partilere karşı sağlık kordonu… Mutlaka ve mutlaka, ama sadece Flaman VB veya Frankofon FN'e karşı değil, kökeni ne olursa olsun aşırı sağın ve aşırı milliyetçiliğin her türlüsüne karşı olmalıdır."

[email protected]
http://www.info-turk.be
http://www.facebook.com/fondation.info.turk
www.twitter.com/info_turk

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi