Bayram!

30 Ağustos, başkasının toprağını ya da varsıllığını elde etmek için değil, vatan bilinen toprağı savunmak için yapılmış en haklı savaşlardan biridir

Ağustos ayının ikinci yarısı bizim için özel günlerle doludur.

23 Ağustos 1921, aralıksız 22 gün ve gece süren Sakarya Savaşının başlangıcıdır. Polatlı'ya kadar ilerleyen işgal kuvvetlerine karşı, dünyanın en uzun meydan savaşlarından birini veren Milli Mücadele Ordusu, nihayet

13 Eylül'de düşmanı Sakarya Nehrinin doğusundan temizlemeyi başarır.

Bu başarı, Kurtuluş Savaşının kaderini değiştiren çok önemli bir sonuçtur.

26 Ağustos, iki önemli askeri harekatın ortak tarihidir.

Birincisi, 26 Ağustos 1071'de Selçuklu Sultanı Alp Arslan komutasındaki Asyalı kuvvetler, Malazgirt'te Romen Diyojen komutasındaki Doğu Roma kuvvetlerini yener. Böylece Anadolu'da, 1000 yıla yakın süren Roma egemenliği sarsılır; Tuğrul Bey zamanından beri akınlar yapan ve yer yer yerleşen Türk boylarına -bundan böyle anavatan bilecekleri- Anadolu'nun kapıları açılır.

İkincisi, 26 Ağustos 1922. Sakarya Savaşından sonra stratejik, politik ve diplomatik nedenlerle -eleştirileri de göğüsleyerek- bir yıl beklemeyi seçen Milli Kuvvetler, 26 Ağustos 1922 sabahı, beklenmedik anda düşmana 'taarruza' başlar. 30 Ağustos'ta Dumlupınar'da zaferle sonuçlanan Büyük Taarruzun sonunda, bozguna uğrayan düşman kuvvetleri İzmir'e kadar kovalanır. Taarruz, 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtuluşuyla sona erer.

Sakarya Savaşında olduğu gibi Büyük Taarruz'da da TBMM Ordularının Başkomutanı Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa (Mareşal Çakmak) ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşadır (İnönü).

Meclis, Sakarya Savaşı sonrası Mustafa Kemal Paşa'ya 'Gazi' ünvanı ve 'Mareşal' rütbesi verir.

30 Ağustos, tarihimizdeki bütün savaşlar ve zaferler arasında özel ve ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Başkasının toprağını ya da o toprağın varsıllığını ele geçirmek için yapılmış bir savaş değildir. Üzerinde 900 yıldır yaşanılan ve vatan bilinen bir toprağın müdafaası için yapılmış, haklı ve zorunlu bir savaştır.

HEKTOR'UN SAVAŞINI KAZANDIK!

Bu açıdan belki Çanakkale Savaşına benzetilebilir. Ancak Çanakkale Savaşının büyük fedakarlıklarla elde edilen başarısına karşın, sonunda savaş kaybedilir ve savunulan topraklar işgale uğrar. Oysa, 30 Ağustos Zaferiyle savaş topyekün kazanılır, yeni ve bağımsız devletin temelleri atılır.

Kurtuluş Savaşımızın nasıl zor koşullarda yapıldığını ve hangi badirelerin  aşıldığını anlamak için, Ankara'nın hemen yanıbaşında, Polatlı Duatepe'deki ve Dumlupınar'daki şehitlikleri gezmek gerekir. Bu şehitlikler, "bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün Orduları dağıtılmış, her köşesi işgal edilmiş bir ülkenin" kurtuluşunun ve bir milletin yeniden doğuşunun kanla yazılmış destan sayfalarına benzer.

Rivayet edilir ki Gazi Paşa da, Başkomutanlık Meydan Savaşından sonra böyle destansı bir değerlendirme ile Anadolu tarihinin ilk büyük savunma savaşına gönderme yapar;  "Hektor'un savaşını kazandık!" der.

Bu büyük zaferin yıldönümünde, Anadolu'yu, vatanlarını ve dünyanın her yerinde özgür yaşama haklarını savunan büyük insanlığın önünde saygıyla eğiliyorum.

***                ***                ***

Bu yıl ağustos ayının bitiminde bir başka bayram daha var

İslam dininin ve dünyasının kutsal günlerinden biri: Kurban Bayramı.

Ancak bayrama giden günlerde, aylarda, hatta yıllarda İslam dünyası büyük acılar, kargaşalar, felaket boyutunda sorunlar yaşıyor.

Bayramın eşiğinde Asya'nın güneyinde Myanmar'da Arakan'lı Müslümanlara yapılan eziyet gündeme geldi. Arakan'da Müslümanların sorunları onyıllardır sürüyor. Ülkede azınlık olan Müslümanların maruz kaldıkları haksızlıklar, kıyımlar, kırımlar 2012'den bu yana da artarak devam ediyor.

Şimdi bayram eşiğinde, sözde Müslüman ülkelerin yönetimleri kendi halklarının ve dünyanın gözünü boyayacak, yüreğini soğutacak açıklamalarla konuyu savuşturuyor, savuşturmaya da devam edecekler.

MÜSLÜMANLAR BİRBİRİNİ KURBAN EDİYOR

Başka bir şey yapmaları da mümkün değil, çünkü hiçbirinin başkasının derdine çare olacak dermanı yok. Kendi içlerinde birbirleriyle kavga etmekten ve bütün bu kavga, kargaşa, kan, gözyaşı, cehalet, sefalet ve sefahat içinde servetlerini, saltanatlarını, tahtlarını, bahtlarını korumaya çalışmaktan başka,  -ne bu dünya, ne öte dünya için- dertleri, niyetleri yok!

Durum, Akif'in isyan ettiği gibi:

"İslamı elinden tutacak, kaldıracak yok.

Na-hak yere feryad ediyor, acize hak yok!"

Afganistan, Pakistan, Irak on yıllardır kan denizinde boğuluyor. Şimdi bunlara Suriye, Yemen, Libya katıldı. Mısır, Sudan, diğerleri aynı akıbetten uzak değil.

Üstelik bu cehennemi ortamın ateşini, Arakan'da -yahut geçmişte Bosna'da- olduğu gibi farklı inançlardan olanlar, Müslümanların başka dinden düşmanları körüklemiyor; ateşi bizzat ve doğrudan, sözde Müslümanların kendileri yakıyor, körüklüyor, büyütüyor, yayıyorlar.

Birbirini boğazlamak ve dünyayı cehenneme çevirmekle kendini görevli sayan birbirinden softa, yobaz, bağnaz birçok grup, sokakları, çarşıları, camileri, türbeleri bombalıyor, masum insanların canını alıyor, şehirleri harabeye çeviriyorlar.

Dünyanın en zenginleri arasında en ön sıralarda bulunan Müslüman diktatörlükler, hanedanlar da, bütün bu kan denizinin üzerinde, birini ötekine kırdırtarak ve kıyımları, ölümleri, açlıkları ve perişanlıkları seyrederek, altınları, yatları, uçakları, zırhlı araçları ile saraylarında saltanatlarını sürüyor, sürdürüyorlar.

Müslümanların birbirini acımasızca kurban ettiği bir dünyada, dinin hayal ettiği gibi kardeşçe bir bayram kutlamaya imkan var mı, sizce?

Dahası, adaleti, merhameti ve hamiyeti unutmuş, cahiliye dönemi alışkanlıklarının tutsağı olmuş bir topluluğun, din adına bayram etmeye hakkı var mı?

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi