Türkiye'yi terketmek zorunda kalanlar: Ben neden geldim buralara? Ohannes Garavaryan - Karmen Garavaryan

Türkiye'yi terketmek zorunda kalanlar: Ben neden geldim buralara? Ohannes Garavaryan - Karmen Garavaryan
6-7 Eylül hadiselerini planlayanlar, “Başarılı bir operasyondu!” diyerek öğünçle anlatıyorlar gazetelerde yaptıklarını. Hiçbirine tek bir hesap sorulmadı! Her şey yapanın yanında kâr kaldı.

Kemal YALÇIN

Bir pazar sabahı telefon çaldı. Ahizeyi kaldırdım. Tanımadığım bir ses konuşuyordu:

"İyi günler! Ben Los Angeles’ten arıyorum. Telefonunuzu Köln’den, Sayın Sırpazan Karekin Bekçiyan’dan aldım. Adım OhannesGaravaryan."

"Çok memnun oldum. Buyurun!"

"Sizi rahatsız etmemin sebebi şu: Davetine gittiğim samimi bir arkadaşım, sizin ‘Seninle Güler Yüreğim’ adlı kitabınızı bana vermişti. Gece evime gelince kitabınızı okumaya başladım. Saatler ilerlediği halde kitabı bir türlü elimden bırakamıyordum. Okuduğum her satır, her sayfa beni elli sene evveline götürüyor, bütün çocukluk ve gençlik günlerini iyi ve korkunç hatıralarımı canlandırıyordu. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Güneş doğarken kitabınızı bitirdim. Fakat kitaptan pek bir şey anlayamamıştım. Çünkü her bir satırda, her bir sayfada yazdığınız mevzuları okurken, kendi evimde olan hadiseleri; annemi, babamı ve kardeşlerimi düşünüyordum.

Kitabınızı anlayabilmem için ikinci defa, dikkatle okumak mecburiyetinde kaldım. Kitabınızı tekrar okuyup bitirdiğim an, size teşekkür etmek istedim. Altmış yedi yaşındayım. Size içimden gelerek ‘Sevgili kardeşim!’ demek istiyorum. Beni çok duygulandırdınız. Sana çok çok teşekkür ediyorum. Ayrıca babamın, annemin ruhlarının huzuru için sizi Amerika’ya davet etmek istiyorum. Buraya gelmek ister misiniz? Burada kitabınızı tanıtır mısınız?"

"Böyle bir davetten memnun olurum," dedim.

Ohannes Garavaryan ile telefonda tanışmamız böyle olmuştu.

2004 Nisan ayında Ohannes Garavaryan ile Tekeyan Kültür Örgütü’nün ABD’nin altı eyaletinde düzenledikleri okuma günlerine gittim.

2008 yılında Seninle Güler Yüreğim’in İngilizce baskısının okuma günleri için tekrar ABD’ye gittim.

Seninle Güler Yüreğim, 2015 yılında Karine Koçaryan tarafından tiyatroya uyarlandı. New Jersey, New York, Yerevan, Gümrü, Vanadzor’da sahnelendi.

24 Mart 2017’de LasVegas, 26 Mart 2017’de Los Angeles’te sahnelendi. Davetli olarak LasVegas ve Los Angeles’e gittim.

Ohannes Garavaryan ile Karmen Garavaryan’ın misafiri oldum.

Geçmiş günleri yeniden andık.
 

BEN İSTANBULLUYUM, BEN KINALI ADALIYIM

Ohannes Garavaryan ve Karmen Garavaryan ile ilk konuşmamımızı 2004 yılında Los Angeles’te, Glendale Hilton Oteli’nde yapmıştım.

Ohannes Garavaryan, İstanbul’da Vakko gibi ünlü hazır giyim şirketinde çalışmış, yurtdışında birçok giyim fuarlarında şirketini temsil etmiş. Hali vakti yerindeyken, birgün gözleri arkada kalarak ayrılmış doğup büyüdüğü vatanından, anayurdundan, toprağından, insanlarından...

Eşi Karmen ile birlikte Amerika’da sıfırdan kurmuşlar hayatlarını. Çok çalışmışlar. Düşündükleri, arzuladıkları her şeye ulaşmışlar. Ama gene de yüreklerinde bir hüzün, gönüllerinde bir hasret, ağızlarının tadında bir eksiklik var. İstanbul deyince, gözlerinin önünden mavi bir su akıyor İstanbul şarkıları içinden!

Ohannes Garavaryan, Amerika’ya geleli neredeyse kırk sene olmuş. Ama "Ben Amerikalıyım!" demiyor; "Ben İstanbulluyum!" diyordu gururlanarak. Karmen de öyle. "Kınalı Ada" derken koskoca Marmara denizinin sularını dolduruyor kalbine! Kalbinin yarısı İstanbul’da kalmış. Koskoca Atlantik Okyanusu, Marmara’nın yanında bir damla görünüyor hâlâ gözüne!

Ohannes Ağabey neden geldiniz buralara?

"Ohannes Ağabey, neden geldin buralara?" dedim gözlerinin içine bakarak.

"Neden geldim ben buralara? Neden köklerimden koparak buralara geldim? Anlatayım. Hani bir gram ağırlık bir terazinin dengesini bozar ya, hani bir damla su bardağı taşırır ya, işte benimki, bizimki de öyle oldu.

Şu anda 67 yaşındayım. 1937’de İstanbul’da doğdum. Çocukluğum, gençliğim İstanbul’da geçti. Ben orada var oldum. Burada ise varlığımı sürdürüyorum. Gözlerimi kapayıp geçmişimi düşündüğümde o güzel İstanbul’da geçirdiğim güzel çocukluk ve gençlik günlerimi ve hiç unutamadığım korkunç acılarımı hatırlıyorum. Bu karışık hislerim beni doğduğum yerden kopardı, ta dünyanın öbür ucunda yaşamaya mecbur etti.

Hayatımı etkileyen ve ufak yaşta içimi saran korkunun sebebi yaşadığım ve bilfiil gözlerimle gördüğüm dört hadiseden ibarettir. Bunları sana yaşadığım hayat, içtiğim su, yediğim ekmek gibi açık açık aynen anlatayım.

BABAMI ALIP GÖTÜRDÜLER

Sene 1941. Ben henüz dört beş yaşlarındayım. Evimiz Taksim Sakız Ağacı Caddesi’ndeydi. Numarası bile aynen aklımda: 85 numara. Sabahın altısında bizim evin kapısı çalınmış. Babam, bizleri uyandırmadan, pijamalarıyla yavaşça aşağıya inmiş, kapıyı açmış. Karşısında iki jandarma ve bir polis görmüş.

"Suren Garavaryan siz misiniz?"

"Evet!"

"Sizi götürmeye geldik! Derhal bizimle geliniz!"

Babam iyice şaşırmış. Yukarıya anneme seslenmiş. Annem aşağı inince iyice korkmuş. Bağrışmaya başlamışlar. Bu bağrışmalardan biz üç kardeş de uyandık, apar topar aşağıya indik. Ben jandarmaları, polisi görünce çok korktum. Annem benim ve ağabeyimin ellerinden tuttu, ablamı da arkasına sakladı. Kapı girişindeki duvarın köşesine çekildi. Babamı pijamalarıyla, gözümüzün önünde alıp gittiler! Donup kalmıştık. Babamı nereye, niçin götürmüşlerdi? Ne annem, ne de bizler bilmiyorduk.

Babam 1904’de Tekirdağ’da doğmuştu. Annem ise 1910’da İstanbul’da dünyaya gelmişti.

Babam önce okumuş öğretmen olmuş. Tekirdağ’da öğretmenlik yapmış. Daha sonra öğretmenliği bırakmış, İstanbul’a göçmüşler. İstanbul’da kunduracılığa başlamış. İlk işyerini İstiklal Caddesi’nde açmış. Son iş yeri Beyazıt’taydı.

Babamın biri erkek biri kız iki kardeşi vardı. Annem ise evin tek evladı imiş. Bu insanların başına hiç beklemedikleri felaketler gelmiş. İşte o an ben de o korkunç olaylardan birini yaşıyordum. Annem kapıyı kapattı. Yukarıya odamıza çıktık. Ben başladım ağlamaya. Annem ağladığını bize göstermek istemiyordu.

"Ağlamayın çocuklar! Babanız biraz sonra gelecek!" diyordu.

Ben çocuk aklımla, "Birazdan gelecekse, neden elbiselerini giymesine izin vermediler?" diye düşünüyordum. Mahallemizde, komşu apartmanlarda o yıllarda pek çok Hıristiyan aile vardı. O evlerden de acı çığlıklar işitmeye başladık. Demek ki o evlerden de babaları, erkekleri götürmüşlerdi. Korkumuz daha da arttı. Derdimizi anlatacak, yardım isteyecek kimsemiz yoktu.

Birkaç saat sonra bir haber yayıldı. Götürdükleri erkekleri, Sultan Ahmet Meydanı’nda, tel örgüler içinde toplamışlardı.

Öğleden sonra annem, babama götürebilmek için yiyecekler hazırladı, elbiselerini bir torbaya koydu. Ablamı büyükannemin evine bıraktı. Yiyecek ve giyecekleri bir eline aldı. Diğer eliyle benim elimden tuttu. Korku ve merak içinde Sultan Ahmet Meydanı’na vardık.

Gördüğümüz manzara korkunçtu! Tam caminin ana giriş kapısı önünde, Dikilitaş’ın yanındaki meydanda yüzlerce erkeği tel örgüler içine toplamışlardı. Meraklılar, camiden çıkanlar tel örgü içinde ölüm kalım telaşı içinde olan erkekleri sessizce seyrediyordu.

Jandarmalar silah elde bekliyorlar, kimseyi tel örgülere yaklaştırmıyorlardı.

Kadınlar ve çocuklar kocalarının, babalarının ismini bağırıyor, onları uzaktan bile olsa, görmek istiyordu. Ağlaşanlar, korkuyla titreyenler doldurmuştu etrafı. Herkes bağırdığı için, kimin ne dediği anlaşılmıyordu. Bu arada ağabeyim yanımızdan ayrıldı. Nasıl olduğunu bilmediğim bir yol bulmuş. Babamı tel örgünün kenarına getirmiş. Bize haber verdi. Babamı bulduğumuza çok sevindik. Jandarmalardan birinin yardımıyla getirdiğimiz yiyecek ve giyecekleri babama ulaştırdı. Gözümüz arkada kalarak, merak ve korku içinde eve döndük.

O gece nasıl geçti? Bilmiyorum.

Ertesi gün erkenden babamın yanına gittik. Manzara aynıydı. Erkekler tel örgünün içinde; perişan bir vaziyette bekleşiyorlardı. Gene kadınlar ve çocuklar kocasını, babasını bulabilmek için bağırıp çığırıyorlardı.

Ağabeyim yine babamı bulup tel örgünün kenarına getirdi. Bir jandarmanın yardımıyla annem getirdiği bir miktar parayı babama ulaştırdı. Babamı tel örgü içinde bırakarak tekrar evimize döndük.

Üçüncü gün babamı görmeye gittiğimizde tel örgünün içinde kimsecikler yoktu. Babasını, kocasını, oğlunu görmeye gelenler korkuyla etraflarına bakınıyor; "Nereye götürdüler acaba? Ne yapacaklar acaba?" diye birbirlerine soruyorlardı. Kimsenin ne olup bittiğinden haberi yoktu. İki gün babamı tel örgü içinde bırakarak evimize dönmüştük. Üçüncü gün ise babamı göremeden, nereye, nasıl, niçin götürüldüğünü bilmeden merak ve korku içinde evimize döndük.

Babasız kalmıştım. Çocukluk hayatımın en karagünleridir o günler. Birçok acımı, korkumu unuttum, ama babamın götürülüşünü, tel örgüler içindeki halini hiç unutmadım. Bunca yıl geçti aradan, hâlâ bazen rüyama girer.

Annem üzülmememiz için duyduklarını, gördüklerini bize söylemiyordu. Evin en küçüğü olduğumdan her şey benden gizleniyordu. Ama çocuk deyip geçmeyeceksin! Bütün konuşmalara, fısıltılara, kaş göz işaretlerine daha çok dikkat etmeye başladım.

Bir müddet sonra, haber geldi. Babamı ve diğer erkekleri "Amele Taburu" denilen askerlik taburuna almışlar. Demiryollarında, taş ocaklarında zorla çalıştırıyorlarmış. Bu haber evimize mutluluk getirdi. Ben çok sevindim. "Amele Taburu"nun ne demek olduğunu bilmiyordum. Ama babam ölmemişti. Bir gün dönecekti. Annemin, kardeşlerinin yüzü gülmeye başladı.

Annem, o zor günlerde, biraz can yoldaşı olur, biraz da maddi yönden katkısı olur düşüncesiyle evimizin bir odasını, piyano hocası ValentinMazlumyan’a kiraya vermişti. Valentin Hanım, kısa zamandan bendeki müzik kabiliyetini fark etmiş.

"Nıvart Hanım, bu çocukta müzik kabiliyeti var. Müsaade edersen ben bu çocuğa piyano dersi vereyim!" dedi.

Annem kabul etmedi. "Ben yarı matemli bir kadınım. Kocamı alıp gittiler. O binbir zorluk içindeyken ben evimde piyano çaldıramam. Kocamın hislerine aykırı hareket etmiş olurum." dedi.

Böylece çok istememe rağmen piyano dersi alamadım. Yaşım ilerleyince de piyano dersi alacak zaman bulamadım.

Bir sene kadar sonra babam eve geldi. Sonradan babamların Mareşal Fevzi Çakmak tarafından, olmayan suçları affedilip eve geldiklerini öğrenecektim.

Babamın döndüğü o günü şimdi gibi hatırlıyorum. Annem orta kattaki büyük odada ne kadar eşya varsa, hepsini yan odaya topladı. Boşalan odanın ortasına büyük bir masa kurdu. Annemin yakın arkadaşları erkenden bize gelmiş, mutfakta anneme yardım ediyorlardı. Babamın arkadaşları, akrabalarımızdan, tanıdıklarımızdan erkekler babamın etrafını sarmışlardı. Ben babamın yanında duruyordum. Babam durmadan başlarına gelenleri, yaşadıklarını anlatıyordu. Acılı olaylara bile gülüyordu misafirlerimiz. Babamı özlemiştim. Bir daha kaybetmemek için, elinden tutuyordum. Babam gülünce ben de gülüyordum. Evimiz düğün evine dönmüştü.

 

BABAM KİTAPLARINI YAKIYOR

Babam "Amele Taburu"nda geçen sürede işini, elinde avcunda olan sermayesini kaybetmişti. Ama babam çok çalışkandı. Becerikliydi. Umutsuzluğa kapılmazdı. Olumsuz olayları, olumlu yapmak için yılmadan, yorulmadan çalışırdı. Bu bakımdan babamdan çok şey öğrendim.

Babam "Amele Taburu"ndan döner dönmez, kolları sıvadı, yeniden iş kurmanın başına geçti. Önce annemin ailesinden kalan birkaç parça mücevheratı sattı. Bir miktar sermaye elde etti. Bu para ile Galatasaray’da, tam Sant Antuan Kilisesi’nin karşısındaki Elhamra Pasajı’nda bir dükkân kiraladı. Ismarlama kadın kunduraları yapıyordu.

Sabahları erkenden gidiyor, akşamları geç vakit dönüyordu. Babam giderken ve gelirken ben uyumuş oluyordum. Bu nedenle hafta içinde hemen hemen babamı hiç görmüyordum. Annem ev işlerini, bizi yetiştirme işini üstlenmişti. Ağabeyim Maksut, 1926 doğumluydu. Çok başarılı bir talebe olmasına rağmen, evin geçimine katkıda bulunmak için on beş yaşında işe girmişti. O yıllarda giyim eşyası satan bir tüccarın yanında tezgâhtarlık yapıyordu.

Hepimiz ailecek birbirimize sarılmış, huzura kavuşabilmek, hayatımızı garantiye alabilmek için çalışıyorduk. Evde artık "Amele Taburu" hikâyeleri anlatılmaz oldu. Aradan birkaç yıl kadar geçti geçmedi, babam bir gün öğle vakti eve geldi.

 Hepimiz şaşırdık. Annem ise babamın hastalandığını sanmıştı. Durmadan, "Hayrola!" Ne var, hasta mı oldun? Niçin erkenden eve geldin?" diye soruyordu.

Babam "Merak etmeyin, bir şey yok!" diyor, başka bir şey anlatmıyordu.

Mevsimlerden bahar mıydı, güz müydü? Tam hatırlamıyorum. Fakat henüz sobalar kaldırılmamıştı. Ama devamlı yakılmıyordu da. Babam önce orta kattaki, büyük sobayı yaktı. Ben babamın soba yakışını gülerek seyrediyordum. Annem susmuştu.

Babam okumayı, kitapları çok severdi. O kadar çok işinin arasında kitap okurdu. Yatak odasında karyolasının başucundan kitap eksik olmazdı. Odamızın bir tarafı kitaplarla doluydu. Babam canı gibi sevdiği kitapları daima kendi elleriyle temizler, tozlarını alır ve büyük bir itina ile sağdan sola, soldan sağa raflara yerleştirirdi. Ne annem, ne de bizler kitaplara dokunamaz, sıralarını, dizilişlerini değiştiremezdik.

Büyük soba iyice yanmaya başlayınca, babam beni ve annemi sobanın başına oturttu. Canı gibi sevdiği, kimseye dokundurmadığı kitapları yere atmaya başladı.

"Yırtın onları ve sobaya atın!" dedi.

Annem, "Neden?" diye sordu.

"Az önce duydum. Mahallenin polisleri evleri basıp kitabı ve silahı olanları toplayıp götüreceklermiş. Bir daha "Amele Taburu"na gitmek istemiyorum. Kitap gene alınır! Ne yapalım? Çare yok! Bir an önce yakalım kitapları!" dedi.

Annem, "Tamam, bir an önce yakalım öyleyse!" dedi. Başka birşey sormadı. Babam da başka birşey açıklamadı. Ben yırttığım kitapları sobaya atıyor, alev alev yanışını gülerek seyrediyordum. Kitapların yakılışı eğlenceli bir oyun gibi gelmişti bana.

Yıllar sonra, kitap alıp okumaya başladıktan, evime kitaplık kurduktan sonra, babamın kitaplarını yakışının acısını daha iyi anladım. Bu acı, bu korku İstanbul’dayken kendi evime iyi bir kitaplık kurmama engel olmuştu. Sanki bir gün ansızın evimizi basacaklar, kitaplarımı yakacaklar, beni de bilinmeyen yerlere götürecekler gibi bir his, bir korku vardı içimde. Bu korkuları şimdi düşünmek bile istemiyorum.

 

BABAMI TEKRAR GÖTÜRÜYORLAR

Kitapları yaktık. Raflar boş kaldı. Babam bir daha raflara dokunmadı. Evde uzun bir zaman kitaplar hakkında konuşulmadı. O gün bizim gibi birçok akrabamız da kitaplarını yakmıştı. Evimize gelenlerden kimse bu raflar niye boş, kitapları ne yaptınız?" diye sormadı. Her şey sormayı gerektirmeyecek kadar apaçıktı.

Kitapların acısı da geçti. Babam gece gündüz çalışıyordu. Evde acılı olaylardan söz edilmiyor, annem hepimizi mutlu etmeye çalışıyordu. Babamın yüzü sadece hafta sonlarında görebiliyordum. Olsun! Babamın her gece evimize geldiğini biliyor, yüzünü görmesem de sıcaklığını hissediyordum. Evimizde mutlu bir hava vardı gene. Hep böyle olsun istiyordum. Bir an önce büyüyüp babama yardım etmek istiyordum. Artık ilkokula başlayacaktım. Okulu çok seviyordum.

Kitapları yaktığımız günün üzerinden ne kadar geçti tam bilemiyorum. Tam sevinçli, mutlu olduğumuz bir zamandı. Babamın ve annemin yüzü birdenbire hiç gülmez oldu. Ne olduğunu tam anlayamadım. Ama gene babamın başına büyük bir belâ geldiğini hissettim. Babam işten bir daha evimize gelmedi. Evimiz ölü evine döndü.

Sonradan öğrendim. Babamın yeni açtığı kunduracı dükkânına ödeyemeyeceği miktarda vergi koymuşlardı. Çevresindeki Türk kunduracılara konulan verginin neredeyse on katıydı.

 Babam bu "Varlık Vergisi"ni her şeyimizi satsa bile ödeyemezdi. Bir cuma günü vergi memurları gelmiş, vergisini ödemediği gerekçesiyle dükkânımızı mühürlemiş, babamı da alıp Aşkale’ye götürmüşlerdi. Sene 1942, aylardan Kasımdı.

 

ÇEYİZ SANDIĞI

Babam gideli bir hafta kadar olmuştu. Evimize haciz memurlarının geleceğini duyduk. Annem iyice telaşlandı. Ben de annemin haline bakıp üzülüyordum. Ağabeyim ve ablam okula gitmişlerdi. Evde sadece annem ve ben vardım.

Kapımız çalında. Annem korkuyla açtı kapıyı. Ben annemin elinden tutuyordum. İki haciz memuru geldi. Annem onları içeri buyur etti. Orta kattaki büyük odaya oturdular. Annem "Bir kahve içer misiniz?" diye sordu. "Teşekkür ederiz. İçmeyelim! İşimiz çok!" dediler.

Memurlar evimizi oda oda dolaştılar. Bir yatak, iki sandalye haricinde ne varsa defterlerine yazdılar. Annem hiç konuşmuyordu. Ben korku içinde annemin elini tutuyordum. Sıra yatak odasındaki annemin çeyiz sandığına geldi. Bu çeyiz sandığı annemin evde en çok değer verdiği bir eşya idi. Kimseye açtırmaz. Kimseye dokundurmazdı. Babam kitaplarını, annem de çeyiz sandığını çok severdi.

Annem gelinliğini, düğün elbiselerini, çeyizlerini, elişlerini, ailesinden, annesinden, büyükannesinden kalma değerli elişi örtüleri, oyaları, nakışları ve birkaç parça değerli gümüş eşyayı bu sandığın içinde saklardı. Senede bir iki kere bu sandığı açar, her şeyi tek tek çıkarır, havalandırır, tekrar özenle dürer, katlar yerleştirirdi.

Babam ud çalar, kitapların yanında müzik dinlemeyi de çok severdi. Annem ise mandolin çalardı. O sene yılbaşında Japon Mağazası’ndan, bana yarı oyuncak, yarı hakiki bir keman almıştı. Dünyalar benim olmuştu! Kemanımı çok seviyor. Oynadıktan sonra annemin çeyiz sandığında saklıyordum. Kemanımı ne ağabeyime, ne de ablama veriyordum. Kimsenin kemanıma dokunmasını istemiyordum. Hatta eskir diye kendim bile kemanımla doya doya oynayamıyordum.

Haciz memurlarında biri, "Sandığı açın!" dedi.

Annem duraksadı. Açmak istemedi.

Diğer memur, daha sert bir şekilde: "Hanım! Sandığı açın dedik. Bizi zora koşmayın. Elinizle açın!" dedi.

Annem çeyiz sandığını açtı. Kapağını kaldırdı. En üstte kemanım duruyordu. Memur kemanımı eline aldı. Evirdi çevirdi. Tellerini parmaklarıyla tıngırdatmaya başladı.

O anda nasıl olduğumu bilmiyorum. Annemin elinden koptum, memurun üstüne atıldım. Ağlayarak memuru tekmelemeye başladım. Memur:

"Korkma oğlum, kemanını almayacağım! Ağlama yavrum, kemanını götürmeyeceğiz!" diye beni kucağına aldı. Kemanımı elime verdi. Başımı okşuyordu. Ben ağlıyordum.

Sonra memurlar evimizi terk ettiler. Annemle birlikte sokak kapısında, arkalarından bakıyorduk. Bu iki memur sokağın köşesine kadar gittiler. Durdular. Geri döndüler. Onları merakla izliyorduk. Bize baktılar. Keman benim elimdeydi. Kendi aralarında bir şeyler konuşturlar. Tekrar dönüp, bize baktılar. Yazdıkları haciz kâğıtlarını yırtıp yere attılar. Bize el sallayıp gittiler. Ben de onlara el salladım. Bir daha bize ne haciz memuru geldi, ne de acı bir haber duyduk. Kimse de gelip eşyalarımızı satışa çıkarmadı. Kemanım kurtardı bizi.

Bu hadiseden sonra annem çok korkmuştu. Evde büyük erkek de yoktu. Evde ablam vardı.

Ablam 1932’de doğmuştu. Demek ki o yıllarda on yaşlarındaydı.

Ne olur, ne olmaz? Ablamın başına bir iş gelebilirdi. Annem hemen haciz memurlarının gelip gittiği günün akşamı evimizi topladı, kapıyı kilitledi, bizi alıp büyükannemin evine götürdü. İki odalı, küçücük odaya yerleştik. Büyükannemin yanında kendimizi güvende hissediyorduk.

 

BABAM AŞKALE'DEN DÖNÜYOR

Babam Aşkale’de kaç ay, kaç gün kaldı tam bilmiyorum.

Hatırası bile bana acı veriyor. Büyükannemin evinde kalırken bana bir şey duyurmamaya çalışıyorlar, Aşkale’den, korku verecek olaylardan konuşmuyorlardı.

"Baban askere gitti. Yakında gelecek!" diyorlardı. Çocuktur inanır! Ben de askere giden babamı özlüyor, sokakta gördüğüm bazı adamları babama benzetiyor, babamın bir an önce evimize geri dönmesini istiyordum.

O acı günlerden fazla hatıram yok. İnsan kendine zarar veren bazı olayları hafızasından siliyor.

Bir gün babam Aşkale’den geri döndü. Annem gene hazırlıklar yapmıştı. Komşularımız, akrabalarımız, dostlarımız babamı karşılamaya gelmişlerdi.

Babam, zayıflamış, çökmüş, hastalanmıştı. Babam gülmüyordu. O gün Aşkale hakkında fazla konuşulmadı. Annem beni babamın yanından aldı. Mutfağa götürdü. Belki de ben yokken konuşmuşlardır. Daha sonraları da babam bana Aşkale’yi hiç anlatmadı.

Sadece Aşkale değil, geçmişteki acı olaylar, yaşanmış olan büyük felaket bizim evde hiç konuşulmazdı. Babam bu tür olayların konuşulmasını kesin olarak yasaklamıştı. Sokakta Türkçe konuşulacak, kimseye Ermeni olduğumuz söylenmeyecekti.

Fakat bu yasağa rağmen, evimize gelen bazı yaşlı insanlar, misafirliğe gittiğimiz evlerdeki yaşlılar 1915 felaketi sırasında başlarına gelenleri ağlayarak anlatırlardı. Bizler de onları bir masal gibi dinlerdik.

Babam Aşkale’den döndükten sonra birkaç ay çalışamadı. Annem kendisine iyi bakıyordu. Zamanla sağlığı iyileşti, kilo aldı. Eski haline geldi.

Tekrar işyeri kurmanın başına geçti. Fakat satacak ve sermaye yapacak hiçbir şey kalmamıştı. Mecburen akrabalardan borç istedi. Aldığı üç beş kuruşla Beyazıt’ta kadın kunduraları yapan bir dükkân açtı. Yeniden gece gündüz çalışmaya başladı.

 

DEDEMİN TEKİRDAĞ'DAKİ  MALLARI

Benim anne tarafım yedi nesil İstanbulludur. Baba tarafım ise Tekirdağ’ın en köklü ailelerinden biriymiş. Babam geçmişini hiç anlatmazdı. Ben Tekirdağ’daki hayatlarını, dedemin mallarını, mülklerini sadece babaannemden duydum. Babaannem sık sık geçmiş günlerini hatırlar;

"Ah bizim Tekirdağ’daki evimiz! Ah bizim yukarı tarlamız! Ah bizim bağlarımız, bahçelerimiz! Ah bizim yazlık evimiz, kışlık konağımız!" diye hüzünlene hüzünlene, ağlaya ağlaya anlatırdı. Biz de zavallı babaannemi çekiştirir, gülerdik.

Babam bizi bir kere bile Tekirdağ’a götürmedi. Babaannem de bir kere bile anlattığı mallarını, mülklerini görmeye gitmedi. Fakat bir gün tuhaf bir hadiseye şahit oldum. On beş, on altı yaşlarında olacağım. Demek ki sene, 1952 ya da 1953.

Bir akşam evimize babamla birlikte bir adam geldi. Türk olduğunu hemen anladım. Babam misafirimizi tanıttı.

"Çocuklar, bu akşam size Tekirdağ’daki Yukarıbağ komşumuzun oğlunu getirdim. Çocukluğumuz bir arada geçmişti. Birbirimizi kardeş gibi severdik. Yıllar araya girdi. Uzun yıllar birbirimizi görmemiştik. Ben kunduracı oldum, arkadaşım ise hâkim olmuş. Şimdi Tekirdağ’da, kendi memleketinde mahkeme başkan olarak çalışıyor."

Çok memnun olduk. Babam çok neşeliydi o akşam. Sonra olup bitenler, görüşmedikleri yıllarda başlarına gelenleri anlattılar birbirlerine. Biz de saygıyla konuşulanları dinliyorduk.

 Babamın arkadaşı evlenmiş. Sağır dilsiz bir oğlu olmuş. Tekirdağ’da sağır dilsiz okulu yokmuş. İstanbul’daki sağır dilsiz okuluna getirecekmiş.

"Suren Ağabey, oğlum sana emanet! Senin küçük oğlunla aynı yaştalar. Onunla ilgileneceksin. Senin oğlunla arkadaşlık yapsınlar, birlikte büyüsünler. Ben de senin yapacağın bu iyiliklerin, yardımların karşılığında babanın bağlarını, tarlalarını geri verdireceğim!" dedi.

Babam;  "Böyle iyiliklerin lâfı mı olur! Senin evlâdın, benim de evlâdım sayılır. Elimizden geleni yapanı yaparız. Sen hiç merak etme! Getir oğlunu, yazdır okula... Tarla, bahçe işlerine gelince... Boş ver! Unuttuk biz onları! Kapanmış yaraları yeniden açmayalım! Senin başına bir iş gelmesini istemem!" cevabını verdi.

"Rica ederim, Suren Ağabey! Benim başıma ne gelecek? Ben bildim bileli o bağlar, o tarlalar, o konaklar sizindi. Hepsinin tapuda kaydı da var. Ölüm hak, miras helâldir! Babanızın mallarını almak sizin hakkınızdır. Ben elimden geleni yapacağım!"

"Sen nasıl istersen öyle olsun. Babamızdan bir avuç toprak gelse çok memnun oluruz. O mallar, o mülkler babamızın, dedemizin hatırasıdır."

Babamın arkadaşı o gece bize kaldı. Ertesi gün Tekirdağ’a gitti. Biz mallara sahip olmuş gibi sevindik. Babam bizi frenliyor, "Durun bakalım? Minareyi çalan kılıfını hazırlamıştır. El konulan malları kolay kolay geri vermezler. Fazla sevinmeyin!" diye uyarıyordu.

Bir hafta sonra Hâkim Bey oğlunu getirdi. Yuvarlak yüzlü, benim boyumda bir oğlandı. Adını şu an hatırlamıyorum. Birlikte okuluna gittik. Ben onunla ilgileniyor, tatillerde ona İstanbul’u gezdiriyordum.

Mahkeme başkanının, dedemin mallarını, mülklerini geri verdireceği haberi ailemizde büyük bir sevinç uyandırdı. Hele babaannem kendisini genç ve zengin olarak hissetmeye başladı. Tavırları bile değişti. Doğup büyüdüğü konağı ellerinden almışlar, Tekirdağ Belediye Binası olarak kullanmaya başlamışlar.

"Ben tarla marla istemem. Kışlık konağımızı geri versinler, yeter!" diyordu.

Birgün babam, amcaoğlu Boğus Çilboğusyan ile birlikte, Tekirdağ’a mal davası açmaya gitti. Mahkeme ilerliyor, duruşmalara babam amcaoğluyla birlikte gidip geliyordu. Her duruşmadan sevinçle dönüyorlardı. Kararlar hep bizim lehimize oluyormuş. Onların sevinci tüm ailemizi mutlu ediyordu.

Birkaç sene sonra dava sonuçlandı. Dedemin mallarının, mülklerinin babama ve amcaoğluna iade edilmesi kararı kesinleşti.

Babam ve amcaoğlu Boğos Çilboğosyan kesinleşmiş mahkeme kararını uygulatmaya gittiler. Akşam babam korku içinde eve geldi. Olanları bize anlattı.

Kararı uygulatmak için gerekli yere vermişler. Tekirdağ Meydanı’ndaki bir kahvede bekliyorlarmış. O güne kadar kendilerine yardımcı olan, işlerini takip eden Türk arkadaşı koşup gelmiş.

"Suren Ağabey, durum çok kötü. Sizi öldürecekler. Bir taksi tutun. Derhal burayı terk edin!" demiş.

Babamlar canlarını kurtarmak için, hemen bir taksiye binip, oteldeki eşyalarını bile almadan İstanbul’a dönmüşler.

Hâkim arkadaşı dediğini yapmış, malların iade kararını çıkartmış, ama kararın uygulatılmasına gücü yetmemişti. Ne babam, ne de babaannem bir daha Tekirdağ’dan, oradaki mallarından, mülklerinde hiç söz etmediler.

Daha sonra bize bir küp pekmez geldi. Sebebini araştırıp öğrendik.

Meğer babamlara verilmeyen bağımızı Bulgaristan’dan gelen meşhur bir güreşçiye vermişler. Bu adam kendisine verilen bağın hikâyesini öğrenmiş. "Helâl olsun!" diye her yıl kaynattığı pekmezden bir miktarını babama gönderiyormuş. Annem kış günlerinde sofraya bol bol pekmez koyar, "Dedenizin bağlarının kirası. Helâldir. Afiyetle yiyin!" derdi.

 

6-7 EYLÜL 1955 HADİSELERİ

Dedemin mallarını geri alma umudu kötü bir şekilde söndü. Babam, canını kurtardığına seviniyordu. Kendini işine verdi. Ailemizin maddi durumunu düzeltmek için hepimiz çalışıyorduk. Yaşım 18 olmuştu.

Kapalıçarşı’da, Kalpakçılar Caddesi’nde, Beyazıt Kapısı’na yakın Büyük Çeşme’nin tam karşısındaki düğmeci dükkanında çalışıyordum. Ustamın adı Hagop’tu. Ağabeyim ise o günlerde, Mahmutpaşa’da trikotaj yün imalatında çalışıyordu.

Hagop Usta’nın "Hasan" isminde bir ahbabı vardı. Çeşmenin önünde eski elbise alıp satar, etrafımızda olup bitenlerden bizi haberdar eder, bizi korurdu. Ustam ona belli bir maaş da bağlamıştı. Her ay düzenli öderdi. Ben ona "Hasan Abi" derdim. İçi dışı temiz bir insandı.

O yıllarda çıkan bir kanuna göre, her esnaf dükkânının kapısına adı ve soyadının yazılı olduğu bir tabelâ asmak mecburiyetindeydi. Genellikle isimler Ermenice, Rumca; soyadlar ise Türkçe olduğundan, Müslüman müşterilerin görmemesi için Hagop, Artin, Mardiros gibi isimlerin üstü sabah erkenden çeşitli eşyalarda örtülürdü. Bizim tabelanın üstünü örtme görevini ustam, uzun boylu olan Hasan Abi’ye vermişti. Hasan Abi, daha biz gelmeden tabelanın üstünü örterdi.

Ustamın hanımı rahatsız olduğundan, senede birkaç sefer Yalova Kaplıcaları’na gider, 15-20 gün kalırlardı. Bu müddet zarfında dükkânı ben idare ederdim. Mesuliyetim büyüktü.

Ustam eylül ayının başında gene eşiyle birlikte Yalova Kaplıcaları’na gitmişti. Dükkânı ben açıp kapatıyordum. Hasan Abi de bana göz kulak oluyordu. Altı Eylül günü öğleden sonra, saat iki sularında Hasan Abi yanıma geldi. Telaşlı, tedirgin bir hali vardı. Müşteriler gidince, "Onnik, dükkânı derhal kapat ve doğru evine git!" dedi.

"Hasan Abi, bu saatte dükkânı kapatmak olmaz. Ustam her gün saat altıya kadar açık tutmamı söyledi!"

"Ben ne diyorsam, onu yap! Dükkânı derhal kapat ve eve git!"

"Neden? Bir şey mi oldu?"

"Sonra anlatırım. Sen hiç oyalanma, elini çabuk tut! Ben sonra ustanla konuşurum. Haydi çabuk ol! Ağabeyine de haber et. O da dükkânını kapasın, eve gitsin!"

Ben hâlâ kararsızım. Ustamın bana kızmasından korkuyorum. Mahmutpaşa’da çalışan ağabeyime telefon ettim. Hasan Abi’nin dediklerini söyledim.

"Burada da bir anormallik var. Büyük mağazalar kapılarını kapayıp, kepenklerini indirip evlerine gidiyorlar. Sen Hasan Abi’nin dediğini yap. Derhal eve git. Ben de ustama söyleyeceğim. Dükkânı kapayıp eve gideceğim!"

Korku ve tedirginlik içinde dükkânı kapattım. Beyazıt Kapısı’ndan çıkmamla, korkunun beni sarması bir oldu. Gördüğüm manzara korkunçtu. Koskoca Beyazıt Meydanı’nda her gün gördüğümüz, alışa geldiğimiz hiçbir şey yoktu. Ne tramvaylar çalışıyordu, ne otobüsler! Taksi, dolmuş da yoktu. Meydanı ve yolları onlarca kamyon doldurmuştu. Kamyonların kasaları ellerinde sopalar, baltalar, demir çubuklar, kırıcı, kesici aletler bulunan hamal kılıklı insanlarla doluydu.

Ne yapacağımı şaşırdım. Bir müddet sağa sola koşturdum. Kurtuluş’taki evimize gitmek için taksi, otobüs aradım. Bulamadım. Aklım başıma geldi. Hemen Beyazıt’tan Eminönü’ne inen yokuştan aşağıya doğru koşmaya başladım. Kan ter içinde Eminönü’ne vardığımda, gördüğüm manzara beni daha da korkuttu! Galata Köprüsü açılmıştı! Karaköy’e geçmek imkânsızdı. Birçok insan benim gibi oradan oraya koşturuyor, karşıya geçmenin yollarını arıyordu. Haliç yönüne giden tek tük taksiler üst üste insan doluydu. Yer bulup binmek imkânsızdı. Geçen her dakika, sanki beni ölüme yaklaştırıyordu. İnsanlar köprünün başında korku ve telaş içinde bekleşiyordu. Bir müddet sonra kayıkçılar Karaköy’e insan taşımaya başladılar. Sekiz on kişilik kayıklara on beş yirmi kişi doluyordu. Tehlikeyi göze alarak bir kayığa bindim. Normal zamanlarda 3,5 lira olan geçiş ücreti hemen yirmi liraya çıkmıştı. Parayı pulu düşünecek zaman değildi. Battık, batıyoruz derken Karaköy iskelesine ayak bastım. Hemen Yüksek Kaldırım’a doğru koşturdum. Bir an evvel Kurtuluş’taki evimize ulaşmak istiyordum.

Gördüğüm manzara korkunçtu! Ellerinde baltalar, balyozlar, büyük büyük sopa ve demir çubuklar olan gözü dönmüş insanlar, grup grup dükkânlara, mağazalara saldırıyor. Kepenkleri, camları, kapıları kırıyor, içindekileri yağmalıyor ya da sokağa atıyordu.

Yoldan yürümek imkânsızdı. Korkumdan bir grubun içine girdim. Onlarla birlikte yürümeye başladım. Her grubun başında emir veren bir kişi vardı. Yağmacılar başkanlarının emrine uyuyor, her dükkânı değil, önceden işaretlenmiş belli dükkânları, mağazaları kırıp yığıyor, içindekileri yağmalıyorlardı. Bazı gruplar ise sadece kepenkleri, camları kırıp döküyor, ama yağma yapmıyordu. Ben gruptan gruba geçerek Tünel’e kadar varabildim.

Tünel çıkışının önündeki meydanda askerler sıra sıra, ellerinde silahlarla bekliyorlardı. Gözlerinin önünde dükkânları kırıp yığan, malları yağmalayanlara hiç karışmıyorlardı.

"Ne bekliyorsunuz? Bu yağmacılara, bu çapulculara neden engel olmuyorsunuz?" diye soranlara;

"Henüz bize durdurun emri gelmedi!" cevabını veriyorlardı.

Duracak zaman değildi. Tünel’den Taksim’e doğru, İstiklal Caddesi’ndeki işaretli tüm dükkânları, mağazaları, işyerlerini, kuyumcuları, beyaz eşya satan mağazaları grup grup olmuş binlerce yağmacı kırıp yığıyordu. İstiklal Caddesi’nde yerleri top top kumaşlar, elbiseler, sokağa atılmış mallar kaplamıştı. Ben gene gruptan gruba geçerek, yağma, küfür, kırma, yıkma sesleri içinde yürüyerek Taksim’e ulaşabildim.

Taksim Atatürk Heykeli’nin civarında, sıra sıra elleri silahlı askerler bekliyor, yağmayı, yıkımı sessizce seyrediyorlardı. İnsanlar askerlere "Niye duruyorsunuz? Ne bekliyorsunuz? Yağmacıları, çapulcuları niye durdurmuyorsunuz?" diye soruyor, bağırıp çağırıyorlardı.

Askerlerin verdiği cevap hep aynıydı:

"Bize henüz durdurun emri gelmedi!"

Bizim evimiz o yıllarda Kurtuluş Mahallesi, Türkbey Sokağı, 5 numaradaydı. Taksim’den Kurtuluş’a doğru yürümeye başladım. Buralar biraz daha sakindi. Pangaltı’ya varınca, durumun İstiklal Caddesi’ne benzediğini gördüm. Çapulcular burada da görev başındaydı.

Nihayet evimize ulaşabildim. Korkudan, heyecandan kan ter içinde kalmıştım. Bizim evin karşısında büyük bir mezarlık vardı. Mezarlık duvarı, sokak boyunca uzanırdı. Askerler ellerinde silahlarla bu davarın önüne dizilmiş, bekliyorlardı. Canı yanmış insanlar, korku içinde Bağırıp çağırıyor; "Ne bekliyorsunuz? Dükkânlar yağmalanıyor, evler, kiliseler yakılıyor, insanlar yaralanıyor. Ne can güvenliğimiz kaldı, ne de mal... Neden durdurmuyorsunuz?" diye soruyorlardı.

Askerlerin cevabı hep aynıydı:

"Henüz olayları durdurun emri gelmedi!"

Hıristiyanlar büyük bir korku içinde kendi başlarının çaresine bakıyorlardı.

Eve varınca annem boynuma sarıldı. "Yavrum iyi ki gelebildin! Başına bir iş gelmiştir diye meraktan öldüm!" diye ağlamaya başladı. Ablam korku içindeydi.

Benden sonra ağabeyim ve babam geldi.

Annem apartmanın üçüncü katındaki evimizde dörtlü gaz ocağını açmış, üzerlerine büyük tencerelerimizi koymuş su kaynatıyordu. Apartmanın bodrum katındaki çamaşırhanenin mermer havuzunu temizlemede kullandığımız kezzap şişelerini yukarı çıkarmış, merdiven başına dizmişti.

"Bunlar ne anne?" dedim.

"Oğlum, evde kız var. Ablan var! Bak askerler öğlenden beri mezarlık duvarının dibinde silah elde bekliyor. Vuranlara, kıranlara hiç karışmıyor. Belli olmaz, çapulcular buraya da gelebilir. Namusumuzu, malımızı, canımızı korumak için silahımız yok. Kaynar sulara, kezzap şişelerine kaldı işimiz!" dedi.

Babam gelir gelmez, "Bütün ışıkları yakın! Türk Bayrağını çıkarın, balkondan aşağı sarkıtın! Bütün pencereleri açın!" dedi.

Annem hemen bayrağı balkona astı. Babam balkona çıktı, bayrağın arkasına oturdu. Dışarıda olup bitenleri dikkatle izlemeye başladı.

Ben de ağabeyim ile birlikte evin çatısına çıktık. Sabaha kadar yanan evlerin, kiliselerin alevlerini, dumanlarını seyrettik. Alevler İstanbul’un gecesini kızıla çeviriyordu. Etraftan insan çığlıkları geliyordu.

Sabah olunca, merak ve korku içinde işyerlerimizi görmeye gittik.

Tramvaylar, otobüsler çalışmıyordu. Caddeler, tramvay yolları kırık camlar, kumaş parçaları, elbiseler, kırık buzdolapları, ev eşyaları vs. ile doluydu.

Yürüyerek Karaköy’e vardım. Ortalık sessizdi. Bir dükkân yağmalanmış, kırıp yıkılmış, ama bitişiğindekine hiç dokunulmamıştı! Galata Köprüsü kapanmış, üstünden rahatça geçiliyordu. Köprü’yü geçtim, Eminönü’nden yürüyerek Beyazıt’a çıktım. Kapalıçarşı açılmıştı. Dükkânımız aynen duruyordu. Hasan Abi, ben gelinceye kadar levhamızı iyice kapatmıştı. Dükkânı açar açmaz yanıma geldi. "Geçmiş olsun! Annen baban, ağabeyin sağsınız değil mi? Başınıza, malınıza, canınıza bir zarar gelmedi değil mi?" diye sordu.

Kendisine çok teşekkür ettim. "Korkma!" dedi, "Yapacaklarını yaptılar, artık bir müddet sessizlik olur!" dedi.

Bekçiler, Kapalıçarşı’nın kalın demir kapılarını zamanında kapamışlar, kimseyi içeriye sokmamışlardı. Babamın işyeri ise hanın üçüncü katında olduğundan, zarar görmemişti. Fakat birçok yakın akrabamız, tanıdığımız tüm varlıklarını kaybettiler.

 

PARİS'TE TERZİLİK ÖĞRENDİM

Ailem bu hadislerden sonra beni bir müddet Paris’e gönderdi. İki sene kadar Paris’te terzilik öğrendim. Paris’te 1915 hadiseleri sırasında İstanbul’dan ayrılmış, Paris’e yerleşmiş ve bir daha geri dönmemiş olan akrabalarımı buldum. Onlar bana çok yardımcı oldular. Beni bağırlarına bastılar. Birbirimizi çok sevdik.

Ben tekrar İstanbul’a döndüm. Askere aldılar. Sivas’ta Dekovil Tepe’de önce piyade sınıfında, sonra Bando takımında askerlik görevimi yaptım.

 

PANGALTI'DA VAKKO GENÇLER MAĞAZASI'NI KURDUK

Askerlikten sonra Vakko’ya girdim. Erkek reyonunda beş yıl çalıştım. Sonra Pangaltı’da Vakko Gençler Mağazası’nı kurduk.

Durumum iyileşmişti. Paris’te bana yardım eden büyük teyzem Etil ile eşi Manuel Reisian’ı İstanbul’a getirmek, onların hasretlerine derman olmak istedim. Gelmek istemediler. Korkuyorlardı.

 

KORKMAYIN! ARTIK İSTANBUL DEĞİŞTİ

"Korkmayın! Artık İstanbul değişti! Başınıza bir iş gelmez!" diye güvenceler verdim. Nihayet davetimi kabul ettiler. Üç haftalık bir gezi için biletlerini gönderdim. 45 yıl sonra İstanbul’a geliyorlardı.

Hasret giderdiler. Akrabalarımızı gördüler. Çok mutlu oldular. Geldiklerinin beşinci günü annesi Ermeni, babası Türk, hem de polis komiseri olan, iki dili su gibi konuşan Nurhan isimli arkadaşım bizi Boğaz’da ağırlamak istedi.

Ben, eşim Karmen, misafirlerimiz, Nurhan, eşi Boğaz’da çok güzel bir gün geçirdik. Yemek yediğimiz lokantanın sahibi bir taksi çağırdı. Maslak yoluyla evimize dönüyorduk. Şoförün yanında karı koca misafirlerimiz oturmuştu. Arka koltuğa dört kişi oturduk. Aramıza eşlerimizi almıştık. Neşeyle, Ermenice konuşarak, Parisli misafirlerimize İstanbul’un değiştiğini, artık korkacak bir durum olmadığını anlatıyorduk.

Şoför tam Maslak’ın ortasında, taksiyi kuytu bir yere çekip, durdu:

"Efendiler! Benim arabam namuslu bir arabadır! Nedir bu haliniz? Daha kötü bir şey olmadan derhal inin arabamdan!" demez mi?

Hepimiz taş kesildik!

Parisli misafirlerimiz daha çok korkmuşlar, ağlamaya başlamışlardı.

Nurhan sert çıktı:

Sen kim oluyorsun? Namus bozacak ne var ortada? Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Çek arabanı Şişli Karakolu’na!" dedi.

İnersin inmem, çekersin çekmem diye kavga ede ede karakola geldik. Biz taksinin içinde beklerken, Nurhan şoförle birlikte karakolun içine girdi. Yarım saat kadar bekledikten sonra Nurhan üzgün bir vaziyette geri geldi.

Komiser, "Bu şoförler cahil insanlardır. Siz tam cahil birine çatmışsınız! Yolarda böyle olaylar oluyor. İşi büyütmeyin! Taksiyi değiştirin!" demiş.

Biz de öyle yaptık. Taksiyi değiştirdik, yorgun argın, korku ve üzüntü içinde evimize geldik. Misafirlerimiz artık İstanbul’un ne kadar değiştiğini görmüşlerdi! "Bu kadarı bize yeter! Daha fazlasına dayanamayacağız!" diyerek biletini değiştirdiler, üç gün sonra tatillerini yarıda keserek geri döndüler.

Bazen bir söz, bir bakış, bir tehdit insanı huzursuz ediyor, geçmişin unutulmuş yaralarını kanatıyor. Bu olay beni çok etkiledi. Çok üzüldüm. Eşim Karmen’de çok üzülmüştü.

 

BARDAĞI TAŞIRAN SON DAMLA

"Ne yapalım? Bu korkuları daha ne kadar daha çekelim?" diye birbirimize sormaya başladık.

Bazen para da insana huzur ve güven veremiyor. İnsanın kendini güven ve huzur içinde hissedebilmesi için başka başka şartlar gerekiyor.

Ben işimden iyi kazanıyordum. Sık sık yurtdışına gidip geliyor, fuarlara katılıyor, dünyadaki değişimleri izliyordum.

Yurtdışında gördüklerimi kendi ülkemde uygulamak, yenilikler getirmek istiyordum. Bir yılbaşı öncesi, mağazamızın vitrinini Noel çamlarıyla süslemiştim. Öyle Paris’teki, Berlin’deki gibi değil. Daha mütevazi, daha çekingen, daha sade bir şekilde dekora etmiştim. Öyle Noel Baba, ne de çıngıraklar falan da koymamıştım.

Bir gün geçti üstünden. Bir bekçiyle polis geldi. Bakışları kinliydi:

"Burası Hıristiyan memleketi değil! Nedir bu vitrin böyle? Başına bir iş gelmeden edebinizle kaldırın onları derhal!"

"Hayır!" diyemedim. Korkumdan dilim tutuldu.

"Tamam efendim! Derhal kaldırırız!"

Ellerimle kurduğum dekoru, gene kendi ellerimle kaldırdım. Bu olay benim dayanma gücümü yıktı, sabır taşımı çatlattı, bardağımdaki suyu taşırdı.

Bu olaydan sonra ülkemi, yurdumu, vatanımı terk etmek zorunda kaldım.

 

ÜLKEMİZİ GÖZLERİMİZ  ARKADA KALARAK TERK ETTİK

Amerika’ya geldiğimizde herşeye sıfırdan başladık. Başlangıçta işler ters gitti. Düşündüğümüz, planladığımız gibi olmadı. Ben aradan iki sene kadar geçince umutsuzluğa kapıldım:

"Karmen, ben daha fazla dayanamayacağım! Gel dönelim geriye!" dedim.

"Hayır!" dedi, "Biz buraya gemileri yakıp da geldik! Dönmeyeceğiz, burada kök salacağız!"

Karmen’in dediğine uydum. Eşim bana büyük bir güç verdi. Geriye dönüş düşüncesini sildik aklımızdan, fikrimizden! Dört elle gece gündüz çalışmaya başladık. Çok zor günleri aşarak bu günlere geldik.

 

KİM GETİRDİ BAŞIMIZA BU ACI OLAYLARI?

Bütün bu acı, korkunç olayları kim getirdi başımıza? Babamı bir sabah pijamalarıyla alıp gidenler, "Amele Taburları"nı kuranlar, Aşkale çalışma kampını kuranlar ne oldu? 6-7 Eylül hadiselerini planlayanlar, "Başarılı bir operasyondu!" diyerek öğünçle anlatıyorlar gazetelerde yaptıklarını. Hiçbirine tek bir hesap sorulmadı! Her şey yapanın yanında kâr kaldı. Kolay mı bir insanın kendi yurdundan, kendi toprağından kopması? Kolay mı bir insanın otuzundan kırkından sonra bilmediği bir toprağa gelip de kök salması?

 

KARMEN GARAVARYAN'IN ANLATTIKLARI

Ben eşim Onnik’in yaşadıklarından çoğunu yaşamadım. 1943 doğumluyum. 6/7 Eylül hadiselerinde daha 12 yaşında, dünyadan haberi olmayan bir çocuktum. Benden üç yaş büyük kardeşim vardı. Ama gene de olaylar insanın çocukluk dünyasında derin izler bırakıyor.

Yazları Kınalı Ada’ya yazlığa giderdik. Günlerden bir gün, sabah erkenden gözlerimi açtığımda, dayım korku içinde babamı uyandırıyordu. Dayımlar gece haberi almışlar, İstanbul’da yanan evlerin, kiliselerin alevlerini Kınalı’dan görmüşler. Babamı uyandırdı.

"Kalk Vartkes! Durum iyi değil! İstanbul’da büyük olaylar olmuş. Dükkânlar, mağazalar yağmalanmış, kiliseler yakılmış. Gidelim bakalım bizim dükkânlara bir bir şey oldu mu?"

Babam uyandı. Kınalı İskelesi’ne kadar gidip geldiler. Biz merak içinde onları bekliyorduk. Sonra olup bitenleri ben de öğrenmiş oldum. Gece yarısı mavnalarla Kınalı İskelesi’ne gelmişler. Adayı yakıp yıkacaklarmış. Fakat komiser iyi bir insanmış. Engel olmuş. Havaya ateş etmiş. "Adaya ayak basanı yakarım!" demiş. Gelenler böyle bir tepki beklemiyorlarmış herhalde. Ada’ya ayak basamadan çekip gitmişler.

O yıllarda Kınalı halkının çoğu Ermeni ve Rum’du. O gece can ve mal güvenliklerini sağlayan bu komisere büyük ödüller verdiler. Komşularımızdan birçoğunun İstanbul’daki dükkânları, mağazalar yağmalanmıştı. Bu nedenle mateme bürünmüşlerdi.

Ben acı olayları yaşamadım. Hep babaannemden, anneannemden duydum o felaket günlerinin acılarını.

 

BENİM TEK ARZUM...

24-25-26 Mart 2017 günlerini Ohannes Garavaryan ve Karmen Garavaryan’la birlikte LasVegas ve Los Angeles’te geçirdim. Ohannes Garavaryan, Seninle Güler Yüreğim oyununun sonunda benim teşekkür konuşmalarımı ve televizyon konuşmalarımı Ermeniceye çevirdi. Bana her konuda yardımcı oldu.

26 Mart 2017, Ohannes Garavaryan’ın 80. Doğum günüydü. 2017 yılı aynı zamanda Ohannes Garavaryan ile Karmen Garavaryan’ın 50. Evlilik yılı ve İstanbul’u terk ederek Los Angeles’e gelişlerinin 40. Yılı idi.

Ohannes Garavaryan ile oturup konuştuk.

"Ohannes Abi, kendini nasıl hissediyorsun? 80. Doğum gününde isteğin, arzun nedir?" diye sordum.

"Benim kendim için isteyeceğim bir şey yok artık!" dedi,"Ben Türküyle, Kürdüyle, Ermenisiyle herkesin mutlu olmasını istiyorum. Malda mülkte gözüm yok artık! Tekirdağ Hükümet Konağı olarak kullanılan dedemin konağı da onların olsun! Fakat artık adalet yerini bulsun! 100 yıldan beri kanayan yaralarımız iyileşsin artık! Acılarımın, acılarımızın inkâr edilmesi beni ve bizleri daha çok rahatsız ediyor! İnsanlar sevgiyle insanlaşır, dünya sevgiyle güzelleşir! Benim tek arzum; barış, kardeşlik, huzur içinde karşılıklı saygı ve sevgiyle yaşanılan bir dünya ve bir Türkiye’dir!"

"Ohannes Abi, benim de ek arzum budur," dedim.

Sarıldık birbirimize!

İstanbul gülümseyerek bizlere bakıyordu!

Los Angeles, 26 Mart 2017       

Not: Bu yaşam öyküsü, 2008 yılında Anadolu’nun Evlatları adlı kitabımda yayınlanmıştı.

Öne Çıkanlar