Bu mücadele ölümle yaşam arasında

OHAL dönemindeyken çevre mücadelesini lüks görenlere de bir 5 dakika nefessiz kalmalarını, sonra tercihlerini yapmalarını öneriyorum...

Darbe girişimi ve bu girişimin ardından iktidar sahiplerince uygulanan anti demokratik ve otoriter siyasetin yarattığı ekonomik, toplumsal ve sosyal tahribatın yanı sıra uluslarası arenada kaybedilen itibarın boyutlarını geçtiğimiz bir yıl içinde izledik.

 

15 Temmuz 2016'da gerçekleşen darbe girişiminin ardından 21 Temmuz 2016 tarihinde 90 gün süreyle ilan edilen ve daha sonra üçer aylık dönemler halinde sürdürülen OHAL döneminde, emek, kent, kadın ve çevre hakları OHAL bahanesiyle defalarca ihlal edildi, edilmeye de devam ediyor. OHAL uygulamaları ve KHK'larla cadı avının yanında toplumsal muhalefet tasfiye edilerek, yeni bir rejim kurulmak isteniyor. 

 

Bu dönem aynı zamanda özellikle Türkiye'de ekolojik kırımın yükseldiği bir dönem oldu. 

 

Sağlıklı bir çevrede yaşamak en temel insan haklarından biri. Bu temel hak, Anayasa tarafından da güvence altındadır. Anayasa'nın 56. maddesi bu açıdan son derece açıktır: "Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir."

 

Oysa, OHAL'in ilan edilmesine neden olan sebeplerle hiçbir şekilde ilintisi olmayan çevre ve kent hakları aleyhinde düzenlemeler yapıldı. Ülke KHK'larla yönetilirken OHAL, Anayasa'ya aykırı bulunan, ekolojik kırıma neden olacak projelerin sürdürülmesi, yeniden gündeme getirilmesi ve hatta dayatılması için bir baskı aracı olarak kullanıldı. İlginçtir, siyasal anlamda anayasal düzenin onarılması için ilan edildiği iddia olunan OHAL, hem insan hem de yaşam alanları ziyanına ivme kazandırdı.

 

Geride bıraktığımız bir yılda OHAL uygulamaları ve KHK kararları, özellikle çevre hareketleri açısından sorunları derinleştirdi. OHAL, ekoloji ve yaşam alanları mücadelesiyle birebir bağlantılı meselelerin hukuk yoluyla çözümünü neredeyse ortadan kaldırdı. Valilik emirleriyle itiraz hakkının ve her türlü hak mücadelesinin engellenmesi, bilgi edinme hakkının ve halkın katılımının istisnaileştirilmesi, mahkeme kararlarının uygulanmaması hukuksuzlukları arttırdı. 

 

Örneğin, geçen eylül ayında Artvin Cerattepe'de Cengiz Holding'in altın madenciliğine karşı açılan davanın karar duruşması öncesi, OHAL gerekçesiyle Artvin ve Rize valilikleri bir ay eylem, miting ve basın açıklaması yasağı getirdi. Daha sonra bu yasak normalleştirilerek 10 kez tekrarlandı.

 

Yeri gelmişken değinmekte fayda var. Cerattepe'deki altın madenciliğine karşı direniş  ve hukuk garabeti, OHAL'in ilk bir yılında çevre mücadelesi açısından laboratuar niteliğinde. Zira, geçtiğimiz günlerde, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın, "ÇED Olumlu" raporunun yürütmesinin durdurulması ve iptali istemiyle açılan davada, Rize İdare Mahkemesi'nin, "Madencilik yapılabilir" yönündeki kararı, Danıştay tarafından onaylandı. Kararla Cerattepe'de madencilik faaliyetlerinin önü açılmış oldu. Bu kararı OHAL şartlarından bağımsız okumak mümkün mü?

 

Bunların yanı sıra hesap verilebilirlik ve şeffaflık tamamen devre dışı bırakıldığı için yapımı süren veya planlanan projeler finansal olarak takip edilemez, hesap sorulamaz hale geldi. ÇED raporlarıyla ilgili yapılması gereken halkın katılımı toplantıları yapılmadan, tartışmalı projelerle ilgili yeni izinler verildi.

 

Yine kritik bir gelişme de Bartın'da yaşandı. Kamuoyunda çok fazla ses getiren, Anayasa Mahkemesi'nin 2014'te iptal ettiği ve Amasra halkının karşı olduğu Hema Termik Santrali ve Kül Depolama Sahası projesi, OHAL günlerinde tekrar ısıtılarak gündeme getirildi. Daha önce 42 bin ayrı dilekçe veren Bartınlıların tepkisini hiçe sayan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 10 Ekim 2016 tarihinde santral için "ÇED Olumlu" kararı verdi. Bartın Platformu'nun girişimiyle termik santrale karşı 2019 kişi dava açtı, geçtiğimiz günlerde davayla ilgili bilirkişi keşfi gerçekleştirildi. Bir belirsiz süreç de orada işlemeye başladı.

 

Öte yandan, Bursa kent merkezinin ortasına yapılmak istenen DOSAB Termik Santrali'nin ilk ÇED'i çevrecilerin yoğun mücadelesiyle iptal ettirilmişken, OHAL döneminde projenin ikinci ÇED dosyasına jet hızıyla "ÇED Olumlu" kararı verildi.

 

OHAL'de çıkarılan "ÇED olumlu" kararlarının yanı sıra acele kamulaştırmalar da hız kazandı. Çeşitli illerdeki riskli alan ve acele kamulaştırma kararlarının gerçekçesinde köprü, yol, termik santral gibi projeler yer aldı.

 

OHAL dönemi uygulamalarının çok kritik birkaçından burada bahsetmekte fayda var. OHAL süreçleri boyunca ekoloji mücadelesinin en önemli gündemi haline gelen Madde 80, doğaya vurulmuş en büyük darbelerden biri oldu. Bu maddeyle her türlü stratejik proje bazlı yatırımların hızlandırılmasının, tabiat varlıkları ve SİT alanlarına yapılacak yatırımların tüm denetim mekanizmalarının dışında tutulmasının önü açıldı.

 

Çıkarılan Varlık Fonu kanunuyla, tamamen denetimden ve hesap verilebilirlikten uzak şekilde mega projelere Varlık Fonu çatısı altına toplanan kamu kurum ve kuruluşlarının kaynaklarının aktarılmasının önü açıldı.

 

Askeri alanların imara açılması sağlandı, Kentsel Dönüşüm Yönetmeliği değiştirilerek Bakanlar Kurulu'na istediği gibi belli bir bölgeyi "riskli alan" ilan edebilme hakkı verildi. Daha önce de gündeme gelen ancak gerçekleştirilemeyen SİT alanlarını talana ve ranta açacak düzenlemeler OHAL fırsatçılığıyla halledildi. Doğal SİT alanlarının bazılarının SİT statüsü kaldırıldı, bazılarının SİT derecesinde değişikliğe gitti. SİT statüleri, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın ihaleyle verdiği işler kapsamında özel şirketler tarafından belirlendi. Doğal, kültürel, tarihi SİT alanları yağmacı sermayenin insafına kalmış oldu. 

 

OHAL öncesinde birtakım uygulamalarla zaten sürekli ve sistematik şekilde önü kesilmeye, susturulmaya, itibarsızlaştırılmaya çalışılan çevre ve yaşam alanları mücadelesine karşı düşmanca tutum arttı. 

 

Antalya'da mermer ocaklarına karşı verdikleri mücadeleyle tanınan Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu çifti, OHAL günlerinde hala aydınlatılamamış bir cinayetle katledildi. 

 

2005'te gündeme gelen ve içerdiği 83 bin metrekarelik dev beton dolgu alanıyla bir mega proje olan Kabataş İskelesi'ne Martı Projesi'ne de, darbe tartışmalarının en yoğun günlerde start verildi. Projenin mimarı Hakan Kıran, ekoloji aktivisti Cihan Uzunçarşılı Baysal'a, "Kabataş Martı Projesi: İstanbul'un Dubaileştirilmesi ve Mimarın Etiği" başlıklı makalesinden dolayı dava açtı. 

 

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, bir KHK ile Silivri-Çerkezköy ve Vize ilçesinde tarım ve orman alanı olan iki bölgeyi "Enerji Üretim Alanı" ilan etti, böylelikle İstanbul'un dibine termik santral yapılması gündeme geldi. 

 

TBMM'de daha önce tüm partilerin oylarıyla altı kez reddedilen Zeytincilik Yasası'nda yapılmak istenen değişiklikler, üretim ve yatırımın önündeki engelleri kaldırmayı hedefleyen "Üretim Reform Paketi Tasarısı" ile tekrar gündeme getirildi. Zeytinlik alanlara sanayi tesisleri başta olmak üzere her türlü yatırıma izin veren maddeler, kamuoyundan gelen tepkiler üzerine 'şimdilik' geri çekildi. 

 

Bu saydıklarım dışında Türkiye'nin dört bir yanında haksız, hukuksuz, adaletsiz şekilde işleyen onlarca durum mevcut. Bu artık sadece güçlüyle güçsüzün, iktidarla muhalefetin, zenginle yoksulun mücadelesi değil, bu artık keskin bir yaşamla ölüm arasında tercihin yapılacağı bir mücadele...

 

Son olarak, OHAL dönemindeyken çevre mücadelesini lüks görenlere de bir 5 dakika nefessiz kalmalarını, sonra tercihlerini yapmalarını öneriyorum...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi