Demek, orası Ermeni mezarlığı değil…

“Burası Ermeni mezarlığı değil” diyenlere verilecek cevap, sosyal medyada defalarca verildi: Türkiye aslında koca bir Ermeni mezarlığı.

"Hapishaneye girdikten sonra hepimiz bir köşeye çekilip bit temizlemeye koyulduk çünkü bu pis mahluk vücutlarımızı baştan aşağı istila etmişti. Dışarıya çıkmamıza katiyen müsaade etmediler. Kocaları öldürülmüş ve kendileri de Müslüman yapılmak maksadıyla alıkonulmuş birkaç Ermeni kadın, hapishanenin kapı ve penceresinden bize ekmek ve ufak tefek çorap çamaşır verdiler. Zavallılar kendileri de fakir yahut fakirleştirilmiş insanlardı. Fakat milletdaşlarının bu sefil ve perişan halleri onlarda bir merhamet uyandırıyor, kendi ihtiyaçlarını bizimkilere feda ediyorlardı.

(…)

7 Eylül gününü hapishanede geçirdik. Rahmi bey yanımıza gelip bizi Kayseri’ye kadar ulaştırmak için Ankara’dan emir aldığını ertesi gün yola çıkacağımızı haber verdi. Bize menfa yerimizin Kırşehir olduğuna dair söylenen sözün yalan olduğunun anlaşılması üzerine hepimiz son derece kaygılandık. Kırşehir’de bulunduğumuz süre içerisinde memleketteki ailelerimize yahut İstanbul’daki tanıdıklarımıza telgraflar çekerek para talep etmiştik., fakat ya telgraflar çekilmemiş ya da ya da cevapları bize ulaşmamış olmalı ki, kimseye para gelmedi. Pek az kimsede beş on kuruş kalmıştı."

Bu satırların yazarı Simon Arakelyan, Ankaralı Katolik bir Ermeni. Resmi tezlerde dile getirilen 1915’te Katolik Ermenilerin başına bir şey gelmediği söylemini kıran bir hatıratı var. Geçtiğimiz haftalarda "Ankara Vukuatı- Menfilik Hatıralarım" başlığıyla Murat Cankara’nın editörlüğünde Aras Yayınları tarafından yeniden basıldı bu hatırat. Birkaç açıdan ilginç bir kitap bu. Öncelikle Ermeni harfleri ile Türkçe yazılmış. İlk olarak bu haliyle 1921’de İstanbul’da basılmış. Aras Yayınları’nın bastığı edisyon sayesinde Latin harfleri ile ilk kez basılmış oluyor. Kendisi de bir devlet (reji) memuru olan Arakelyan kitapta sürgün ve katliam öncesindeki havayı, tehlikenin nasıl da yaklaşmakta olduğunu, bu tehlikeye bazılarının nasıl da bir türlü inanamadığını, ilk Katolik kafilenin nasıl da katledilmek üzere çetelere teslim edildiğini ve katledildiğini, ikinci kafile olan kendilerinin nasıl da Ankara’dan umutsuz bir yolculuğa çıktığını, tam katledilmek üzere iken Katoliklerin Talat Paşa ile yaptıkları bir pazarlık sonucu ölümden kurtulduklarını çok canlı ve vurucu satırlarla anlatıyor. Alıntıladığım bölüm, Ankara yakınlarındaki katliam alanından kurtulduktan sonra getirildikleri Kırşehir Hapishanesi’nde yaşadıkları günlerden bir kesit.

Peki niye mi bunları anlatıyorum şimdi durduk yere? Pek de durduk yere değil. Cezaevindeki HDP’li siyasetçilerden Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un Ankara’daki cenazesinde olanlar pek çok açıdan toplumun bir kesimini rahatsız etti. Bir insana mezarında bile rahat verilmemesi herhalde bunların en başında geliyor. Hele ki buna ırkçılık ve ayrımcılık eşlik edince. Devlet destekli milliyetçi/ırkçılığın Kürtlere olduğu kadar Alevilere yönelik de beslediği nefretin bir parçasıydı cenazede olanlar, belli ki. Ancak iş orada kalmadı. Aileyi, cenazeyi topraktan çıkarmak zorunda bırakan o saldırgan ırkçılık, öyle duyuyoruz ki arada bir de "Burası Ermeni mezarlığı değil" sloganları atmış.

Böyle şeyler duyunca kendimi bazen hemen laf edemez, bir süre susar, diline geleni evirip çevirir, içimden geçenleri tam tarif edemez halde buluyorum. Bir kere, her şeyi baştan anlatmak ağır geliyor, hele hele bunu neredeyse her hafta yapmak durumunda kalınca.

Bir halk düşünün ki yaşadığı topraklardan kazınmış, sürülmüş ve başına ne geldiğini her Allahın günü ispatlamak zorunda. Üstelik 100 yıldır. Bunu sağlayan, bir devlet politikasıdır. Ve bu devlet politikasının kindarlaştırdığı gruplar, cari devletten yeşil ışık aldıklarında, karşılarındaki insanları sıkıştırmak ve ezmek için pek çok şeyin yanısıra Ermeni düşmanlığı sergilemekte gayet rahat olabiliyorlar. Niye? Çünkü atmosfer benziyor. Niye, çünkü  iktidar, bu sefer başka bir halka dünyayı dar etme peşinde. Niye, çünkü 15 Temmuz darbe girişiminin bile Ermeni işi olduğunu söyleyen AKP siyasetçisinden bol bir şey yok ülkede. Niye, çünkü Kürt meselesinde ne zaman savaş seçeneği tercih edilmişse araya bir de Ermeni düşmanlığı sıkıştırmaktan "Ya biz yani Kürtlerle Türkler aslında anlaşırız, meseleyi Ermeniler karıştırıyor, onlar olmasa her şey çözülür" formülünü söylemekten ya da birilerine söyletmekten vazgeçmiyor bu devlet.

"Burası Ermeni mezarlığı değil" diyenlere verilecek cevap, sosyal medyada defalarca verildi: Türkiye aslında koca bir Ermeni mezarlığı. Ama onun da özelinde, Ankara civarı da aslında koca bir Ermeni mezarlığı. En gaddar katliamlardan bazıları orada yapıldı, 24 Nisan’da alınan aydınların bir kısmı Ankara, Çankırı, Ayaş yollarında katledildi.

Sonra ne oldu? Dersimli Hatun Tuğluk, Ankara’da bir mezarlığa gömülemedi, "Burası Ermeni mezarlığı değil" denerek. Üstelik bu gruptan birinin olaydan sonra karakolda İçişleri Bakanı ile çekilmiş bir fotoğrafı ortaya çıktı. İçişleri Bakanı konuyla ilgili açıklamasına "Aşağılıksınız" diye başladı. Ha bu arada Van gölü kenarındaki Ermeni mezarlığı üzerine yapılan plaj ve tuvaletin akıbetinden haberimiz yok hala.

Başladığmız kitapla bitirelim. Simon Arakelyan çok zor şartlar içinde sürgün kafilesi ile Tarsus’a Gülek geçidine kadar gelir ancak sonraki istasyon olan Der:Zor’a gidişin bu kez kesinkes bir ölüm yolculuğu olacağını anlamıştır. Şansının da yardımıyla o ölüm boğazından kurtulmayı başarır. Tam 122 gün sonra Ankara’ya dönmeyi başarır. Gördüğü manzara şudur:

"Ankara’nın o zamanki hali cidden dehşet verici idi. Ermeni ve Ermeni Katolik erkek ve kadınlar Ankara’dan sürülüp çıkardıktan sonra onların mağazalarında ve evlerinde ne kadar ticari mal, ev eşyası ve başka ne varsa hepsini toplayıp kiliselere ve depoya çevirdikleri büyük evlere doldurmuşlar ‘Emval-i  Metruke’ adında bir komisyon kurmuşlar bu malları haraç mezat satıyorlardı. Ama ne mezat… Ama ne satış… Tam manasıyla bir yağma."

Devamını yazmayayım ve Arakelyan hakkında şu bilgileri vereyim. 1922’den sonra Fransa’ya göç eder, 1939’da Fransa vatandaşı olur ve aynı yıl Paris’te ölür.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi