Emperyalist Batı bloğu içindeki gerilim tırmanıyor

Emperyalist Batı bloğu içindeki gerilim tırmanıyor
ABD-AB gerilimi, küçük bir ara verdikten sonra Paris anlaşması, Katar krizi ve Rusya sorunları üzerinden yeniden patlak verdi.

Alp KAYSERİLİOĞLU


Sovyetlerin çöküşü sonrasında "İmparatorluk" hamlesi yaparken Irak Savaşında duvara toslayan ABD gerçekliği, kapitalist güçler arasındaki hegemonya krizini ve "çok kutuplu Dünya" eğilimini açığa çıkardı. Bu eğilim, Trump'ın ABD başkanı seçilmesiyle kritik bir noktaya evrildi.

Trump'ın seçimiyle beraber güç kazanan çok kutupluluk eğilimi, Batı emperyalist bloğu içindeki gerilimi tırmandırıyor.

Küresel egemenliği tehdit altına giren ABD'nin konumunu koruyabilmek isteyen Trump’ın ajandasının ön sıralarında, uluslararası anlaşmalar ve özellikle de serbest ticaret kurallarının bağlayıcı yükümlülüklerini sırtından atmak ve "Dünya polisi" fonksiyonun masraflarından geri çekilmek yer alıyor. Trump’ın ajandası, geçmişte ABD’nin şemsiyesi altında kurulup korunan küresel serbest ticaret düzeni ve söz konusu "şemsiyeyi" var eden ABD'nin Dünya polisi fonksiyonundan yararlanan Batı emperyalist kampının diğer güçlerinin çıkarlarını tehdit ederken, tam tersi yönden ve aynı zamanda, ABD'nin egemenliğinden bağımsızlaşarak bağımsız bir emperyalist blok kurma eğilimini de pompalıyor.

Batılı emperyalist kampın içinde Trump'ın seçimiyle net bir şekilde açığa çıkan gerginliğin temelinde tam da söz konusu çelişkili bütünsellik var. Başta bu çelişkinin yarattığı yükleri Batı'nın emekçi halklarına satmak için bin bir dolap döndürülürken, şimdilerde tavırlar netleşmeye başladı.

Trump ve danışmanları, AB'yi kendi ihracatını yükseltmek için kur manipülasyonu yapmakla suçlayıp ithalat vergileri getireceklerini ilan ederken, başta Almanlar olmak üzere bütün AB elitleri "ticaret savaşı" ndan bahsediyor, Trump'ın planlarını "saçma" buluyor ve ABD'den bağımsız bir şekilde serbest ticaret anlaşmaları yapıp sürdürüyordu. Emperyalist işbirliği ve askerileşme konusunda ise, AB elitleri ABD ile artık "aynı seviyede partnerlik" hedeflediklerini açıklıyordu. ABD'nin Rusya'yla anlaşarak Dünyayı bölüşmesi tehlikesini öne çıkaran AB elitleri, AB'nin özgün bir hat oluşturması ve "stratejik otonomi" kapasitesi kazanarak küresel bir süper güce dönüşmesi gerektiğini vurguladılar.

ÇATIŞMA İÇİNDE BİR KENDİNE GELME

Eski ortaklar arasındaki zaten "limoni" olan ortam "Önce Amerika!" mı yoksa "Önce Avrupa!" mı saflaşmasının üzerinden ciddi bir şekilde sertleşirken, 17-19 Şubat'ta her zaman yılda bir kez yapılan Münih Güvenlik Konferansı'nda herkes yine arkadaş oluverdi. ABD tarafı NATO'daki işbirliğine çok önem verdiklerini vurgularken, AB tarafı da resmen NATO'ya duydukları aşkı ilan etmişti.

Sertleşen restleşme içinde aniden yaşanan kendine gelme ve barışmanın nedenleri ise gayet rasyoneldi: Münih Güvenlik Konferansı'nın 2017 oturumundan önce yayınlanan program broşüründe, kapitalizmin kuruluşundan itibaren tarihsel olarak inşa edilen alışageldiğimiz Batı'nın egemenliğinin artık ortadan kalkabileceği ve Dünyayı başka güçlerin yönetebileceği endişesi dillendiriliyordu.

AB tarafı, özellikle askeri ve finansal kurallar, siyaset düzeni ve para dönüşümü konularında ABD'nin garantilediği uluslararası düzene fazlasıyla bağlı olduğu için; ABD ise, AB'siz kaldığı zaman artık bir küresel hegemon güç olarak hareket edemediği için ve ek olarak iki tarafın ortaklaşa hissettiği yükselen "Doğu" ve "Güney" "tehlikesi" yüzünden taraflar birbirlerine yeniden yanaşmıştı. Kendi özgün çıkarları iki tarafı birbirinden iterken, "dışardan" gelen tehdit ikisini yine birbirine yaklaştırıyordu.

Bu çelişkiler üzerinden yaşanan ilişkilerin istikrarlı olmadığı-olamayacağı aşikar. Dolayısıyla Münih Güvenlik Konferansı'nda barıştıktan sonra, son zamanlarda ortamın yeniden ciddi bir biçimde sertleşivermesi şaşırtmıyor.

KISA BİR ARADAN SONRA YENİDEN GERGİNLİK

Gerginliğin yeniden tırmanışındaki ilk adımlar, Mayıs ayı sonunda yapılan NATO ve G7 zirvelerinde atıldı.

NATO zirvesinde Trump Avrupalıları askeri kapasitelerin güçlenmesine yeterince harcamada bulunmadıkları yönünde eleştirirken; G7 zirvesinde, ABD bir tarafta, öbür 6 devlet diğer tarafta konumlandı ve özgür ticaret ve küresel ısınma konusunda sertçe birbirlerine girdiler. En sonunda, Trump'ın Paris Anlaşmasını yok sayması üzerine gerginlik patladı.

Paris Anlaşması, Dünyanın hemen bütün ülkeleri tarafından imzalandı ve Küresel Isınmayı kısıtlamayı, yani ortaklaşa saptanan bir ekolojik dengeyi hedefliyor. Elbette, esasında hiçbir sermaye gücünün bu anlaşmayı taktığı ya da ona göre adım attığı yok. Ancak, bu anlaşmadan geri çekilmekle Trump, genel olarak uluslararası kamuoyuna kendisinin istediği gibi ilerleyeceğini, özel olarak da enerji üretimi konusunda kısıtlama kabul etmeyeceğini göstermiş oldu. ABD son senelerde ekolojik açıdan doğaya yüksek derecede hasar veren "fracking" metoduyla sanayi aktivitesini yükseltti ve açık ki bu avantajdan vazgeçmek istemiyor. ABD odaklı sermaye güçlerinin dar güncel çıkarları açısından bakılırsa, Trump'ın Paris Anlaşmasını "ABD'ye karşı iktisadi avantaj elde edilmek için yapılmış bir anlaşma" olarak tanımlaması doğaldı.

Avrupa'dan tepkiler sert bir şekilde geldi. Alman Şansölyesi Merkel "başkalarına güvenebileceğimiz zamanlar geçti, biz Avrupalılar kendi kaderimizi gerçekten kendimiz belirlememiz gerekiyor" sözleriyle çıkış yaparken, Alman Dışişleri Bakanı Gabriel de "Dünya'daki güç dengeleri değişiyor, ABD en önemli devlet olma fonksiyonunu kaybediyor, Batı küçülüyor" diyordu. Ancak tepkiler Almanya ile sınırlı kalmadı. Yüksek AB bürokrasisi de hızla Merkel'in sözlerinin arkasına dizildi: AB Komisyonu Başkanı Juncker "olay tam da Avrupa'nın kendi kaderini kendisinin tayin edebilmesini garantiledi" derken, AB parlamentosundaki Sosyal Demokratların başkanı Pittella da "biz Avrupalılar geleceğimizin kendimize bağlı olduğunu nihayet görmemiz gerekiyor" diye ekledi. AB parlamentosundaki Liberallerin başkanı Verhofstadt ise, benzer sözlerle "artık Avrupa'nın kendisini yeniden keşfedip daha da birleşmesinin fazlasıyla yerinde" olduğunu ifade etti.

KATAR KRİZİ VE RUSYA YAPTIRIMLARI

AB, hızla değişen küresel güç dengeleri içinde kendi konumunu güçlendirebilmek için, özellikle ticaret (mesela 20 farklı devletle ABD'den bağımsız serbest ticaret anlaşması yapmayı hazırlamakla), Çin'le ilişkilerini geliştirmekle ve Orta Doğu'da bağımsız bir politikaya doğru yol almakla meşgulken, Katar krizi patladı.

Bilindiği gibi, Katar Türkiye'ye benzer biçimde nispi bir bağımsız alan içinde hareket ederek Orta Doğu'da kendisine özgün bir güç olmayı hedefliyordu. Bunun için İhvan hareketini destekledi, İran'la ilişkilerini düzeltmeye yöneldi ve Suriye'de cihatçı gruplar ile İran ve İran yanlı milisler arasında arabulucu konumuna yerleşti. Trump'ın ABD'si hem bu eğilime reaksiyon olarak, hem de ama genel olarak Barack Obama'dan farklı bir şekilde İran'la daha saldırgan bir şekilde mücadele etmeyi planladığı için, İsrail'in yanında Suudi Arabistan'ı muazzam bir şekilde pompalayarak, Katar'ı izole etme girişimini teşvik etti. ABD devleti içindeki güç ilişkileri içinde bile bu hamlenin bütünüyle olumlu karşılanmaması bir yana, özellikle AB'den sert tepkiler geldi. Alman Dışişleri Bakanı Gabriel bu sefer de "Orta Doğu'nun Trumplaşması" konusunda uyarı yaptı. AB ve özellikle de öncü güç Almanya'nın İran'la (ve Katar'la!) iktisadi ilişkileri bir yana, İran'la yapılan nükleer anlaşmayla hem İran'ın hem de İran'ın bölgesel düşmanlarının güç dengeleri üzerinden sürekli arabuluculara bağlı kalmaları ve bu arabuluculuk fonksiyonunu da AB'nin ABD'den bağımsız bir şekilde üstlenmesi ön görülüyor. Trump'ın saldırgan tavırları açık ki bu planları çökertmeyi hedefliyor.

En nihayetinde, bir süredir yaşanan Rusya konusundaki gerginlik de bir patlak daha verdi. Her ne kadar Trump başta "Rusya dostu" olarak tanımlanmış olsa da, en son Suriye ordusunun Amerikan filosu tarafından bombalanmasıyla o günlerin geçtiğini özellikle "Trumpcı solcuların" da fark ettiğini umuyorum. Ama Trump daha da doğrudan bir şekilde Rusya'ya karşı hamlelere imza attı. Haziran ortasında ABD'nin Rusya'ya karşı yaptırımlarını hem uzattı hem de kapsamını büyüttü. Artık yaptırımlar AB'nin farklı şirketlerinin Rusya'yla anlaşarak planladıkları gaz borularını da, dolayısıyla Avrupa'nın enerji çıkarlarını da kapsıyor.

Söz konusu olan Kuzey Akımı 2 projesinde Rus, Alman, Hollandalı ve Fransız enerji tekelleri bir konsorsiyum halinde çalışıyor. AB'den gelen tepkilerde bu ilişki çok net bir şekilde dillendirildi: Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel bu yaptırımların kabul edilmeyeceğini ortaya koyarken, Avusturya Şansölyesi Kern'le beraber "enerji kullanımı yoğun olan sanayimizin rekabet gücü söz konusu" diyerek net bir tavır aldı.

Ancak, Alman Cumhurbaşkanı Steinmeier'in "Avrupa ile Rusya arasında sürpriz yakınlaşmalar beklenmemeli" tarzında konuşması ve AB Komisyonunun yine Almanya liderliğinde göçmenlik konusunda ortak kararlara uymayan Macaristan, Polonya ve Çekya’ya karşı yaptırımlar uygulama tartışması; Almanya'nın sadece ABD'den bağımsızlaşmayı değil, hem Rusya'ya karşı konumlanmayı ve hem de AB içinde "oyunu belirleyen" egemen güç olmayı hedeflediğini bir kere daha ve üstelik açık ve net olarak gösterdi.

Olası bir Çok Kutuplu Dünya düzeninin hegemonik zirvelerinden birisi olma yolunda hesaplanmış, soğukkanlı, cüretli ve net adımlar atılıyor.

"Trump şoku"nun sunduğu fırsat: Askerileşmeye tam gaz!

Her halükarda Almanya'nın, ve genel olarak AB'nin sıkıntısı herkes için çok açık: Küresel çapta bir bağımsız hegemon bir güç olmak için askeri kapasiteler henüz yetersiz ve ABD'nin inşa ettiği uluslararası sisteme alternatif bir siyasi-mali-kurumsal sistem de inşa edilmiş değil. Bu bağımlılık, uzun zamandır ciddi bir bağımlılık olarak dillendiriliyor, Almanya'nın ve genel olarak AB'nin askeri kapasitelerinin yükseltilmesi gerektiği vurgulanıyor. Halklar ise, savaş çığırtkanlığına "ordularımız perişan durumda", "Rusya çok büyük bir tehdit" benzeri bin bir yalanla kazanılmak isteniyor.

İşte, askeri kapasiteler konusunda yaşanan yüzeydeki bütün restleşmeler ve öfkelenmelerin bir sonuç yaratabilmesi için, "Trump şoku" tam da beklenilen fırsat olarak görülüyor. NATO zirvesindeki restleşmeden sonra önemli bir Alman gazetesi olan Die Welt, bütün NATO üyelerini askeri kapasiteleri genişletmeye zorladığı için – Allah'ın demese de!– Trump’ı NATO için bir "lütuf" olarak tanımladı. Paris Anlaşması ve G7 üzerinden gerginliğin yeniden yükseldiği dönemde ise, yeni Fransız Savunma Bakanı Goulard net bir şekilde olayın ta kendisini dillendirdi: "Avrupa ve onun savunması için zaten adımlar atmak istediğimiz bir dönemde [Trump'ın restleşmeleri] yerinde bir dürtü."

2016 yılında rafta bekleyen, Brexit oylamasıyla pompalanan ve muazzam hız kazanan AB askerileşme ajandası üzerine uzunca yazmıştım.(1) Trump bu bakış açısından gerçekten de bir lütuf oldu. Mart 2017'den Haziran 2017'ye kadar süren bir süreç içinde AB tarafından MPCC olarak kısaltılan merkezi bir askeri karargâh'ın ilkel bir versiyonunun oluşumu nihayet karara bağlandı. (2)

Özel olarak Almanya'ya bakarsak, senelerdir planlanan askeri kapasitelerin genişletilmesi yeni bir evreye girmiş halde. Henüz gizli olsa da basına bazı köşe noktalarıyla yansıyan "Bühler planı" (adını Savunma Bakanlığının Planlama Bölümü başkanı Korgeneral Bühler'den alıyor) askeri harcamaların bir kaç katına yükselmesini, özellikle ağır taburlar, tanklar ve hava kuvvetlerinin genişletilmesini ve Alman ordusunun bir kaç yerde birden aynı anda aktif operasyonlara katılabilme kapasitesini kazanmasını ön görüyor. (3)

Mevcut durumdan geleceğe doğru bakış atarsak şöyle bir yol gözüküyor: Birbirine bağımlılıkları yüzünden çelişkili, düz olmayan ve belki geri adımları da içeren bir şekilde olsa da, şimdiye kadar ortak bir "Batı" bloğu içinde konumlanan ABD ve Almanya'nın başını çektiği AB bloğunun birbirinden nispeten bağımsızlaşacağı ve AB bloğunun çok kutuplu bir düzene doğru akan Dünya içinde kendisine özgü bağımsız bir güç odağı oluşturma çabasına gireceği artık yüksek bir ihtimal. Sürekli gelip giden gerilimler ve krizler bu sürecin yumuşak değil sert bir şekilde akacağını gösteriyor.

Eh, bir de tabii ki sürekli isyan eden emekçi halklar var. Onlar bu gelişmeleri nasıl karşılayacak acaba? (4)


 

 (3) http://www.imi-online.de/download/Ausdruck84-JW-Buehler.pdf

 (4) Yeni bir kamuoyu araştırmasına göre AB içinde bütün üye devletlerin elitlerin çoğu ve Almanya elitleri de, AB içinde Almanya'yı net lider olarak görüyor. Ancak aynı kamuoyu araştırması, özellikle Fransa ve Yunanistan halklarında Almanya'nın acımasız tarzına ve liderlik isteği hoş karşılanmadığını da vurguluyor. Bkz. http://www.german-foreign-policy.com/de/fulltext/59623

 

Öne Çıkanlar