Gazetecilik mi, devrimcilik mi?

Mustafa Suphi'ler, Nazım Hikmet'ler, Sabiha Sertel'ler, Aziz Nesin'ler, Yaşar Kemal'ler sadece devrimci değil, aynı zamanda Türkiye'nin yetiştirdiği en iyi gazetecilerdendir...

 


Geçen haftaki yazımda sözünü ettiğim komünizm hayaleti genelde Avrupa, özelde Belçika üzerinde tek başına kol gezmiyor… Bir de bağımsızlıkçılık, en azından konfederalizm hayaleti var ki Tayyip gibi "tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek devlet" şablonunun arkasına sığınan bir sürü "demokrat"ın da uykularını kaçırır oldu.

Çocukluktan, hatta bebeklikten itibaren beyni Türk ırkının ve de İslam dininin erişilmez üstünlüğü efsanesiyle yıkanmış Türkiyeliler zaten cumhuriyetin ilanından bu yana Kürtlerin her hak arayışının ardında ille de "bağımsızlık" talebi vehmettikleri için yıllardır bu güzelim ülke sürekli savaşı, acıyı, işkenceyi yaşıyor.

İyi de demokrasinin ve insan haklarının kalesi olmakla övünen çok uluslu, çok etnili, çok kültürlü, çok dilli, çok renkli Avrupa Birliği'ne ne oluyor?

Katalonya'da yaşananlardan sonra Korsika'da yapılan bölgesel seçimlerde bağımsızlıkçıların gösterdiği performans da Brüksel'in merkezinde yükselen konsey, komisyon ve parlamento saraylarının kral dairelerindeki "eurokrat"ları  hop oturtup hop kaldırtmakta…

Şaka değil, Korsika'da özerklik ve bağımsızlık yanlılarının "Pè a Corsica" listesi 3 Aralık'taki birinci turda yüzde 45.36 oyla diğer tüm birlikçi partilere büyük fark attı. 10 Aralık'taki ikinci turda da herhalde pek bir şey değişmeyecek... Ardından Katalonya trajedi-komedisinin yeni bir versiyonu AB'nin gündemine tüm ağırlığıyla çökebilir.

Kolay değil... Ben bu satırları yazdığım saatlerde Brüksel, Katalan bağımsızlıkçılarının iki gün sürecek ve kent yaşamını felç edecek işgalini kazasız belasız nasıl atlatabileceğinin telaşı içinde... Tam da geleneksel Saint Nicolas kutlamalarına rastlayan bu 6 Aralık gününde binlerce Katalan ellerinde ulusal bayraklarıyla hava alanlarına, sınır kapılarına dayanmış durumda... Oteller şimdiden komple...

İspanyol merkezi hükümetinin ve adaletinin sürgüne mecbur ettiği bağımsızlıkçı lider Carles Puigdemont'a destek vermek ve Avrupa Birliği'nin Katalan bağımsızlıkçılarına uygulanan Franco tipi baskılara karşı sesini çıkartmamasını protesto etmek için yarın, 7 Aralık'ta,  20 bine yakın Katalan'ın Avrupa kurumlarının yakınındaki Cinquantenaire Parkı'nda dev bir miting, ardından da uzun bir yürüyüş yapması bekleniyor.

Bu arada İspanyol adaletinin Belçika'da sürgün Puigdemont ve dört bakanı hakkında verdiği çelişkili kararlar tam bir skandal... Bir İspanyol mahkemesi 30 yıl hapsi istenen bağımsızlıkçı lider için "uluslararası tevkif müzekkeresi" çıkararak kendisinin ve bakanlarının Belçika tarafından İspanya'ya iadesini istemişti. Ancak Belçika mahkemelerinin bu isteme olumlu yanıt vermeyeceğinin anlaşılması üzerine bir başka İspanyol yargıcı "uluslararası tevkif müzekkeresi"ni iptal etti... Ama Puigdemont ve arkadaşlarının İspanya'ya dönecek olurlarsa orada hemen tutuklanıp diğer bağımsızlıkçılar gibi hapsedilmelerine bir engel yok. Bu nedenle Puigdemont aday olduğu 21 Aralık yerel seçimleri için kampanyasını Belçika'dan yürütmeye devam edecek.

Avrupa Birliği'ni Katalonya ve Korsika'dan başka da bölgesel direnişler beklemekte. En önemlileri: Yine İspanya'da Bask bölgesi, İtalya'nın kuzeyinde Padanya, Bosna Hersek'te Sırp bölgesi, Sırbistan'da Voyvodin, Romanya'da Macarlar...

Hele hele Avrupa Birliği'nin merkezindeki Belçika'da Flaman Bölgesi... 2018'in yerel seçimleri, 2019'un yasama seçimleri yaklaşırken sürgündeki Katalan liderlerin bu bölgede özgürlük kahramanları olarak karşılanıp ağırlanması boşuna değil. Flamanların "bağımsızlık" değil ama Belçika devletinin "konfederal" bir yapıya dönüştürülmesi istemi bu seçimlere ister istemez damgasını vuracak.

Bu gelişmeleri izlerken geçmiş yıllarda Türkiye Kürtlerinin Brüksel meydanlarında ve caddelerinde, bağımsızlık için de değil, demokratik bir düzende eşit haklara sahip olarak yaşamak için yaptıkları sayısız yürüyüş ve mitingleri düşündüm... Binlerce Kürt erkeği, kadını, çocuğu, çoğunca ulusal giysileriyle ve türküleriyle, özgürlüğü, insan haysiyetini, eşitliği haykırdılar.

Kolay olmadı... Türk milliyetçilerinin saldırılarına uğradılar, Kürt kurumları, Kürt televizyonu Türk Devleti'nin kaprislerini tatmin etmek hesabındaki Belçika güvenlik güçlerince defalarca basıldı, sorumluları tutuklandı, yıllarca mahkemelerde yargılandı.

Ama artık halklar susmuyor... Hele hele Suriye'de islam terörizmine karşı en etkin ve sonuç alıcı mücadeleyi veren Kürtlerin uluslararası planda kazandıkları itibar, sadece Suriye Kürtleri'nin değil, Irak, İran ve de Türkiye Kürtleri'nin önünde yeni ufuklar açmakta...

Sürgünlerle röportaj yapan gazetecinin şimdi kendisi sürgünde...

Tıpkı 60'lı yıllarda Akşam Gazetesi ve Ant Dergisi'nde yaptığımız gibi, bizi sürgüne zorlayan 12 Mart 1971 darbesinden bu yana 46 yıldır Avrupa'da Türkiye'nin demokratikleşmesi için örgüt ve medya planlarında yürüttüğümüz mücadelede Kürtlerin özgürlüğü sorunu bizler için her daim öncelikli oldu.

1983 yılında Evren cuntası tarafından ilk kez, 1987'de Özal iktidarı tarafından ikinci kez vatandaşlıktan atılmamızın ana gerekçelerinden biri de buydu.

Sadece bizler mi?

Yıllar geçti, kimilerinin "ılımlı demokratik islam" diye umut bağladıkları AKP, Avrupa Birliği'ni de uyutarak iktidarını sağlama bağladıktan sonra Türkiye'nin en seçkin ve dürüst gazetecilerini, medya mülkiyeti konusundaki gasp operasyonlarıyla, açtırdığı haddi hesabı olmayan davalarla, mesleğini Türkiye'de icra edememeye mahkum etti.

Hedef alınan gazetecilerin ezici çoğunluğu Kürtlerin özgürlüğü ve 1915 soykırımının tanınması konusunda ödünsüz mücadele veren gazeteciler...

İnfo-Türk'ün 46 yıllık arşivinin son parçalarını da Amsterdam'daki Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü'ne göndermek üzere tasnif ederken değerli meslekdaşımız Koray Düzgören'in Güneş Gazetesi'nin 7 Mayıs 1990 tarihli sayısında yayınlanan bir röportajı beni eski günlere götürdü.

Aslında bu bir röportaj dizisiydi ve "Uyruğu bir zamanlar T.C. idi" genel başlığını taşıyordu. İlk röportaj ise İnci ve benim vatansızlaştırılmamıza ayrılmış, "Haber saldım kuş ile, gagasında yaş ile..." başlığıyla sunulmuştu.

Haklıydı. Zira biz iki kez vatandaşlıktan atılmış olmamıza karşı Danıştay'da iptal davası açmıştık, dava lehimize sonuçlanır sonuçlanmaz 19 yıllık sürgünümüze son vererek bizi vareden topraklara dönme umudu taşıyorduk.

Ama Danıştay bir süre sonra 1982 Anayasası'nın Evren Cuntası'nın kararları aleyhine dava açılamayacağı hükmünü gerekçe göstererek iptal davamızı reddedecek, daha sonra bu karara karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde açtığımız dava da, o sırada "demokratikleşme" şovu yapan Özal iktidarını memnun etmek için aleyhimizde sonuçlandırılacaktı.

Evet bizim sürgünümüz hâlâ devam etmekte... Ama bir gerçeklik daha var...

27 yıl önce bizlerle ilgili  bu röportajı yazan Koray'ın kendisini de şu anda bizler gibi "sürgün gazeteciler" ordusu saflarında... Eşi gazeteci Armağan Kargılı ile birlikte Türkiye'nin demokratikleşmesi kavgasına yurt dışından tüm olanaklarıyla ve de Artıgerçek'teki yazılarıyla katkıda bulunuyorlar.

Oktay Ekşi'nin gazetecilik-devrimcilik antagonizması üzerine

Yine bizim arşivle boğuşurken, geçen gün "sürgün gazeteciler" ordusundan Ragıp Duran'ın bir e-mail mesajı geldi... Türk medyasının duayenlerinden Oktay Ekşi'nin  anıları yayınlanmış...

O anılarda benimle ilgili "Gazetecilik mi, Devrimcilik mi?" ara başlıklı bölümde Oktay Ekşi şöyle diyor:

"... İzmir'de tıpkı Şeref Bakşık gibi haberleri stenoyla yazan bir de Doğan Özgüden vardı. CHP'ye eğilimli olan Orhan Rahmi Gökçe'nin Sabah Postası Gazetesi'nde çalışıyordu. Doğan'la sonra arkadaş olduk. Çok yetenekli, zeki bir gazeteciydi. Ama 'gazeteci' kimliğinin yerini giderek 'devrimci'lik aldı. Doğan, devrimcilikte en iddialı gazetecilerden biri oldu.  Sonunda kendini Brüksel'e attı. Bence, Türkiye'de kalsaydı. - kalabilecek koşullara sahip olsa -, ülkemiz Doğan'dan çok yararlanırdı. Gerçekten çok yazık oldu."

Ülkemize mi yazık oldu, bana mı yazık oldu? Ülkemizi bilmem ama, bana hiç de yazık falan olmadı. Gazetecilik ile devrimciliği bir antagonist çelişki olarak gören bir anlayış zaten benim meslek anlayışımın tamamen dışında...

Oktay Ekşi'yle gerçekten de daha 1953 senesinde Sabah Postası'nın Ankara muhabirliğini de üstlendiği bir dönemde önce telefonla tanışmıştık. Demokrat İzmir o yıllarda daha muhalefete geçmemişti, Sabah Postası Ege bölgesinin tek muhalif gazetesiydi. Tıpkı Çetin Altan gibi Oktay da bize Ankara haberlerini telefonla, bazen yıldırım tarife üzerinden geçer, ben de zaten büyük maddi zorluklarla yayınlanan gazetenin telefon giderlerini düşük tutabilmek için bu haberleri konuşma hızında stenoyla not alır, sonra daktilo edip son düzeltmeleri yaparak mürettiphaneye verirdim.

O yıllar Türkiye'de çalışan gazetecilerin sosyal haklarını savunabilmek için sendikalaşmaya başladıkları günlerdi. Ben de gazeteciliğe 17 yaşında, sendikacılığa ise 18 yaşında İzmir Gazeteciler Sendikası'nda başlamıştım. Oktay da Ankara Gazeteciler Sendikası'nın aktif üyelerindendi. Daha sonraki yıllarda oluşturduğumuz Türkiye Gazeteciler Sendikaları Federasyonu'nda da İzmir sendikasını ben temsil ediyordum.

Hem muhalif gazeteciler, hem de sendikalistler olarak yakın arkadaş olmuştuk.

27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Ankara'da yayınlanan Öncü Gazetesi'nde birlikte çalıştık.

Bu arada yeni anayasayı hazırlamak üzere kurulan Temsilciler Meclisi'nde gazeteci örgütlerine de kontenjan ayrılmıştı. İzmir Gazeteciler Sendikası beni temsilci seçtiği halde son anda henüz 25 yaşını doldurmamış olduğum anlaşıldığı için benim yerimi Şeref Bakşık almıştı.

Türkiye Gazeteciler Sendikaları Federasyonu'nu temsil edecek gazetecilerin seçiminde yönetim kurulu üyesi olarak benim de oyum vardı. Çok çekişmeli geçen oylamada Oktay da, Altan Öymen de benim verdiğim oyla fark yaparak Temsilciler Meclisi'ne girmişlerdi.

İkimiz de basın emekçisi olduğumuz halde daha sonraki yıllarda Oktay da ben de farklı gelişim süreçleri yaşadık.

Oktay siyasette milletvekilliği, basında ise Hürriyet başyazarlığı ve Basın Konseyi başkanlığına kadar uzanan bir kariyere sahiptir... Hiçbir zaman tasvip etmediğim, eleştirdiğim yazılara imza atmıştır. Bu nedenle başka gazetecilerin de eleştirilerine maruz kalmıştır. Bu kendisinin seçimidir.

Ben ise siyasette Türkiye İşçi Partisi saflarında, basında da başına getirildiğim Akşam gibi gazetelerde ya da Ant gibi haftalık dergilerde sol düşünceyi sonuna kadar savundum, bunun içindir ki sürgüne çıkmak zorunda kaldım, ama sürgünde de aynı gazetecilik anlayışını sürdürdüm. Bu da benim seçimimdir.

Kaldı ki Oktay'ın beni konu ettiği anılarında gazetecilikle devrimciliği antagonist çelişkiler için iki uğraş olarak tanımlamasını anlayışla karşılamam asla mümkün değil...

Bu ayrım, 12 Mart darbesinden beri tüm iktidarların sol düşüncelerinden ötürü tutuklanan, hapsedilen ve hatta öldürülen gazetecileri "gazeteci"den saymama politikasının temelini oluşturuyor.

Daha dün Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu Türkiye cezaevlerinde 23'ü imtiyaz sahibi ve yazı işleri müdürü olmak üzere 212 gazetecinin tutuklu ya da mahkum olarak bulunduklarını açıkladı.

Kişi hem devrimci, hem de gazeteci olabilir, hem de çok iyi bir gazeteci...

Fazla ayrıntıya girmiyorum... Örneğin Mustafa Suphi'ler, Nazım Hikmet'ler, Sabiha Sertel'ler, Sabahattin Ali'ler, Suat Derviş'ler, Aziz Nesin'ler, Yaşar Kemal'ler sadece devrimci değil, aynı zamanda Türkiye'nin yetiştirdiği en iyi gazetecilerdendir...

Bugün hapislerde çürütülen ya da sürgüne zorlanmış yüzlerce sol gazetecimiz de yarının özgür Türkiye'sinde en iyi gazeteciler olarak anılacaklardır.


[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi