Athanatos üzerine

Sanki kitap yazılırken çizilmiş gibi, tematik olarak bütünleşmiş.

"Mahir Ergun'un ince ama dopdolu kitabı Athanatos'unda (Belge Yayınları 2017), kitaba adını veren Athanatos bitkisinden cezaevi önünde kimsesizlik duygusuyla bekleşenlere, adadaki dalgaların istikametinden çöp karıştıran mültecilere kadar her şeyin aynı yöne baktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bugün sizinle Ruhi U. Karakurt’un kitaba ilişkin harika denemesini paylaşmak istedim."  RZ

Hikâye kitaplarının güzelliği içindeki hikâyeleri sayfa sıra no.suna takılmadan okuyabilme özgürlüğüdür. E. Keret kitapları, nispeten Borges, 1001 Gece Masalları bize bu hakkı tanır. Ya bir hikâye bir diğerinin devamı ise? İşte o zaman bunu pek yapamayız. Çünkü bu durumda elimizdeki bir novella, bir kısa roman bile olabilir. (J. Joyce’un Dublinliler’inin hem bir roman, hem bir hikâye kitabı olduğunu iddia edenleri şimdilik göz ardı ediyoruz.) Bu nedenle, bir şeyleri kaçırmamak adına, 3 kısımdan oluşan bu küçük, kısa, hoş kitap ile ilgili notlarımızı sayfa numarasını dikkate alarak aktaracağız.

Zamanın Kuytusunda - Birinci Hikâye

Açıkça söylemeli ki, başlangıçta karşımıza çıkan aşırı şiirsellik irkilticiydi. Oysa bilindiği gibi modern edebiyat biraz da esrar satan yalancı peygamberi öldürme üzerine kurulu. Böylesine şiirsel olmayı bir tür cesaret olarak addetmeli. Gri bir rıhtımla istiare edilen zaman, "kaldırım taşlarının büklümlerinde güneşin son demlerini yudumlayan adımlar," adanın limanında büyük şehirlerden gelecekleri yalnızca beklemek yerine "göçmen kuşları bekleyen sazlık edasıyla" beklemeyi tercih eden ada sakinleri gibi okuyucudan sportif bir efor talep eden söz sanatlarından sonra, doğrudan doğruya anlamını çözmeye uğraşmadan geçilse zaman yönetimi açısından daha salahiyetli olabilecek "dallarından dumanlar soluyan dağlar," etrafı akıp giden tuzlu suyla çevrili olduğu için zamanın işlemediği ada gibi daha da fazla kardiyo isteyen sıfatlar, kıyaslar okuyoruz.

Bunların arasında bir yerlerde ise ada ahalisinin harika bir ikiyüzlülüğüne şahit oluyoruz. Şehirden adaya gelenlerden duydukları şehre dair hikâyeleri derhal kendilerine mal edebilmekte ve kıyı kahvelerinde sanki kendi başlarından geçmiş gibi anlatabilmektedirler, hatta o an kahvede anlatılanları da gelecekte anlatmak üzere hafızalarında saklamaktadırlar. Adanın etrafı tuzlu suyla olduğu kadar sanki büyük şehre dair bozulmuş hikâyeler yığınağıyla da çevrilidir. Adalılar ataletlerine iyi bir bahane bulmuş gibiler. Bunun son derece soğukkanlı ve gerçekçi bir gözlem olduğunu düşünüyorum.

Sonrasında tel manivelalı mavi bir resim kutusu gelir. Önemli bir nesne. İşitsel şehir hikâyeleri atalete sebep olurken mavi kutuda resimleri görülen şehir, aksine bir kıpırdanmaya sebep oluyor. Anlatıcı kutuda gördüğü şehrin sürekli düşünü kurmaya başlıyor. Yıllar geçiyor, düşleri köreliyor, ırmaklar küçülüyor, ağaçlar kırpılıyor, belki kubbeler bile kısalıyor. Bir hikâye geliştirmek için güzel detaylar bunlar. Artık ikinci hikâyeye geçebiliriz.

GÖRÜŞ - İkinci Hikâye

İkinci kısım ya da ikinci hikâyede, manivelalı kutuyla aynı renk bir cezaevi kapısı önündeyiz. Bu kısmı daha çok sevdim. Zamansız bir adadaki fazla harlı çocukluk anılarından ve adada yaşamanın imgelemi patlatan bir takım şiirselliklerinden sonra burada burnumuz bu dünyanın isine, pasına, çamuruna batacak. Üstelik oldukça güncel bir meseleye, göçmenlerin, mültecilerin kaçak göçek yaşamlarının tuhaflığına, çıkışsızlığına saplanacağız.

Tabii ki göçmenliğin IELTS, GRE, SAT, TOEFL, ESL, USMLE vs. gibi ürkütücü isimli çeşitli sınavlardan geçerek ve hatırı sayılır bir parayı tercihen bir off-shore hesabına atıp iş başvuruları, oryantasyon eğitimleri, MBA’ler ve linkedin’deki resumeler ve profiller yoluyla yapılanı da var. Fakat bunlar hem oransal olarak azlar, hem de bu ışıltılı yaşam kalitesini yükseltme göçleri, nasıl denir, hiç maceralı değiller. Öteki, çileli yol, gemi sintinelerindeki, tır kasalarındaki kaçak yol ise, evet, serüvenli bir yol, ama bu sefer de okuru, uluslararası ajanslar tarafından zaten her gün geçilen "gündelik" trajedinin bir kısmıyla tekrardan karşı karşıya getirme riski var. İşte, işin bu meşakkatli kısmında yazarımız Mahir Ergun'un hiç de azımsanmayacak bir başarısına şahit oluyoruz.

Bilindiği gibi, Ortadoğulu ve Afrikalı mülteciler kendi ülkelerindeki enkazı terk ediyorlar ve müreffeh olacakları ülkelere göç ediyorlar. Ama önce, Balkanlar ve Doğu Avrupa’ya uğramak zorunda kalıyorlar. Orada başka bir enkaz ülke ile karşılaşıyorlar, hatta bazen 90'larda olduğu gibi doğrudan bir iç savaşın ortasına düşüyorlar, oradan daha müreffeh olacaklarını düşündükleri daha kuzeye gitmeye yelteniyorlar, bu sefer de sınır polislerince vuruluyorlar, denizlerde, ırmaklarda boğuluyorlar, kalanların bir kısmı da yakalanır yakalanmaz sınır dışı ediliyor. Böylece hatırı sayılır bir kayıp ortaya çıkıyor, ama göçebeler tekrar yola çıkıyor. Ta ki son umut kırıntıları tükenip kendilerini kaldırımlardaki çöp yığınları arasında buluncaya kadar.

Aralarında başarılı olanlar var mıdır? Olabilir. Hiç önemli değil. Çünkü kitabın ilgisini odakladığı şey "çokluk" olan. Hani şu, hep bahsedilen yüzde 99 oranındakiler. Dibine kadar politik bir kitap bu. Mülteciler güzel şehirlerdeki güzel hayatların düşlerini görerek yola çıkıyorlar. Ama bunlar filmlerden, romanlardan, kartpostallardan öğrenilmiş düşler. Yani gerçek değil, sahteler; kitaptaki mantığa göre, sahte oldukları için sadece yıkım getiriyorlar. Bütün bunlar bana ucuz aşk romanlarıyla "zehirlenmiş" Madame Bovary’nin hikâyesini hatırlattı. Bu bölümde ülkelerle ilgili başka tespitler de var, bunlar ikincil önemde. Yalnız altından başarıyla kalkılmış bir iş daha var: Esrar satan yalancı peygamberi öldürmek gibi.

Bu cinayetin ilk gerçekleştiği sahne şöyle: Anlatıcı, üzerine uzun uzun düşünüp taşındığını söylediği özel türdeki bazı metaforlardan birini görüş gününde heybesinden çıkardığında, cezaevindeki mahkûmdan hiç sektirmeden gelen bir itirazla karşılaşır. Burada hemen itirazla karşılaşılan, Zamanın Kuytusunda adlı ilk hikâyeye de hâkim olan atmosferden fırlamış bir şey: İlk hikâyeyi saran imge düpedüz politik göndermelerle çürütülüyor. Bundan ziyade, ilk hikâyede edebiyata batmış diye eleştirdiğimiz kısımların, belki de çürütülmek üzere anlatılmış, tuzak bölümler olduğunu seziyoruz. Hatırlayalım: İlk hikâyede hayal gücü uçan, kanatlı bir çocukluk vardı, büyüdükçe kanatlar yok oluyordu. İkincisinde ise anlatıcının çocukluk arkadaşı, ziyaretine gidilen ve aynı zamanda şu meşhur mavi kutuyu da getiren adam, "Hayır bu doğru değil," diyor, "Şu dünyada pek çok kış geçirip yine de kanatlarını sığdıracak kın bulamayan bir sürü insan tanıdım."

Bunun gibi kendinden şüpheye düşülüp edebiyata batmış bölümlerin yalanlanması vukuatlarında biri de sf. 39’da. Burada anlatıcı bu kez birden coşup gün batma saatlerinin alacakaranlığındaki şiirselliğe kapılıp gidiyor ve konuşması bitince kendi kendine soruyor: "Bu da neyin tiradıydı böyle?" Burada kahkaha atmaktan kendimi alamadım. İlk hikâyeyi domine eden bütün stil acımasızca berhava ediliyordu. Acaba, diye düşündüm, yazar bunu bilerek mi yapmıştı? Eğer cevap evet ise, böylesi ince mizahı için onu tebrik etmeli. Peki, ya bilmeden, hiç düşünmeden yapmışsa bunu? İşte o zaman, yazarlık denen uğraşın ne mene bir şey olduğunu omuriliğinde hisseden biriyle karşı karşıyayız; onu daha çok tebrik etmeliyiz. Şiirsel olanın yok edilmesi, daha doğrusu bir antitezle ona karşı çıkılması için bilerek ya da bilmeyerek bir uğraş verilmiş. Aynı akşamüstü şiirselliği, mültecilerin yaşamını sürdürmek için yaptığı başat işlerden işportacılık bakımından ne tür pratik bir anlama geliyor, buna da bakılıyor. Mülteci işportacı için, şiirsel akşamüstü alacakaranlığı, polisten kaçmak için yararlanılması gereken bir yarı karanlıktır sadece. Şiirsellik gerçekler tarafından ezildi ve yalancı peygamber bir kez daha öldürüldü. Sonrasında mahkûmun yüzünün nasıl yandığını ve sahte cennetler peşinde koşmamamız gerektiğini öğreniyoruz. (Şunu es geçmeyeyim ki, sf. 39-40’taki yarı yanlış anlama, yarı onaylama içeren diyalog ile sahneye hâkim olan tuhaf duraklama anları ve sessizlik bence kitabın en başarılı sahne düzenlemesiydi.)

                                                                               Athanatos - Üçüncü Hikâye

İlk hikâyede mavi bir kutuyla, ikincisinde anlatıcının eski bir arkadaşıyla "karşılaşmış" ve "şaşırtıcı" bir şeyler "keşfetmiştik." Doğrusunu söylemek gerekirse, üçüncü hikayeye başlarken bakalım, dedim, birinci tekil anlatımı tercihinden ödün vermeyen anlatıcımız bu kez ne ile, kim ile "karşılaşacak" ve ne tür bir "şaşırtıcı" şey "keşfedecek." Ne yazık ki yanılmadım. 1. tekil anlatıcımız bu kez Styx Irmağı’nın (ırmağın kitapta geçtiği yeri bulmadan doğru şekilde yazamadığımı itiraf edeyim) kör (?) sandalcısıyla "karşılaştı," Aristonikos’un "şaşırtıcı" hikâyesini "keşfetti." Kitabın, nasıl söylemeli, zayıf tarafı bu bence. Hikâyelerde bir çeşit mekanik düzenek var. Okurken Grekoromen dünyayla epey hemhal olduk, şöyle diyelim, kitabın Aşil, pardon, Achilleus topuğu bu. Teknik bir problem.

Cumhuriyet dönemi ve hemen sonrası 1950’lerdeki Halikarnas Balıkçısı vs'nin başı çektiği bir takım yazarın Türk-Grek bağları kurma çabalarını biliyoruz. 20. yy’ın son çeyreğinde bir dönem, Braudel’in tarih kitaplarının da etkisiyle bu Ortadoğu bozkır ülkesinin antikiteden gelme bir gelenekle keyif erbabı bir Akdeniz ülkesi olduğu iddiasına kapılanlar olmuştu. Bu zorlama iddiacılıkların çok dışında kalmış Athanatos hikâyesi. Onların kendine, tarihi bir övünme hissesi çıkarma peşindeki fırsatçılığından da olması gerektiği gibi çok uzakta. Antik tarih açıkçası pek tanınmayan, bilinmeyen bir hikâye evreni. Böylelikle kitap, bir köşesinden bu evrene dair bir şeyler öğrenme fırsatı da tanıyor. Geçen ilkbahar, eşimle, Bodrum-Antalya arasındaki lahit, kral mezarı, antik kent kalıntıları, amfiteatrlar gibi pek çok tarihî noktayı turlarken, bu Osmanlı öncesi tarihsel dönemle ilgili keşke daha çok yazılsa diye düşünmüştük. Bu da bir nevi tesadüf oldu.

Üçüncü kısım, başarılı ve canlı bir hikâye. Styx sandalcısının, eski tanrıların devirleri kapanınca yeraltı dünyasının yeni efendileriyle yeni bir kontrat imzaladığını anlattığı (sf. 73) bölüm harika. Sanki sandalcının bu yeni kontratınının, nakliye kamyonlarıyla bir ilgisi olduğunu anıştırırcasına hikâyenin, etrafını saran nakliye kamyonlarının arasında geçmesi iyi bir fikir. Tanrılarla pazarlık yapan Orpheus’un neredeyse tefecilerin eline düşmüş Yozgatlı bir küçük esnaf gibi anlatıldığı bölüm çok iyi ("Pazarlık yapmaya başladığın anda kucaklarına düşersin." -sf. 61)

Elbette ki; sf. 52’deki "Bergama’nın bin yıllık taş sokakları serin ve ıhlamur kokulu bir akşamı bekliyordu," ve sf. 53’teki "Kuzeydoğudan, Madra Dağı üzerinden yaklaşan yağmur bulutları, taze gün ışığını kırarak sokaklara vurduğu pembe boyayla, eski yapıların pastel renklerine saklı anlamlar yüklemişti," gibi kısımları uçak koltuklarının arkasındaki kuşe kağıtlı promosyon dergilerindeki turizm tanıtım sayfalarına benzerliği nedeniyle şüpheyle karşıladım. Ve tabii ki sf. 60’daki "Kaşları, kovuğuna varmaya çalışan telaşlı bir dağ tavşanına dalış yapan bir atmacanın kanatları gibi açılmıştı," gibi Animal Planet belgeselinden çıkma cümlenin işlevini pek anlamadım. Ama yine önceki paragraflarda bahsi geçen, romantizmi çürütmeye sf. 64’te bir kez daha rastladım; "(...) zorlama bir romantizmle sabahtan beri hayalini kurduğun (...)" Netice itibarıyla kulaklarında Aristonikos’un atlarının toynak gürültüsüyle kapanış yapan anlatıcının bu hikâyesi de beğenimizi kazanmış oldu.

Haksız bir şekilde çocuk kitabı yazarı olarak ünlenen Stevenson, iyi yazılmış bir kitaptaki harflerin aynı yöne bakması gerektiğini söylemişti. Bu kitaptaki Athanatos bitkisinden cezaevi önünde kimsesizlik duygusuyla bekleşenlere, adadaki dalgaların istikametinden çöp karıştıran mültecilere kadar her şeyin aynı yöne baktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çizimler de ayrı güzel olmuş. Sanki kitap yazılırken çizilmiş gibi, tematik olarak bütünleşmiş. Yazarı, illüstratörü ve yayıncıyı tebrik ederim.

Ruhi U. Karakurt

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi