'Bir sınırı geçerken deli gibi ağlıyorum, sınır kavramı benim için korkunç bir şey'

'Bir sınırı geçerken deli gibi ağlıyorum, sınır kavramı benim için korkunç bir şey'
Karadeniz müziğinin sıra dışı sesi akademisyen/müzisyen Ayşenur Kolivar’ın muhafazakâr bir çevrede, muhalif bir feministe dönüşmesinin hikayesi…

Seran VRESKALA

ARTI GERÇEK – Bazı insanlar vardır yaptığı işe sadece emek koymakla yetinmez, doğru bir şey üretmek için önce kendisi tatmin olana kadar uğraşır, aklından, kalbinden hatta ruhundan bir şeyler katmaya çalışır, bazen bu uğurda hastalanır bile; Ayşenur Kolivar işte o insanlardan… "Minicik bedeninden dağların, derelerin sesi fışkırır. Boğazında küçük bir tulum olabilir" demiş biri onun hakkında… Hakikaten sesinde gürül gürül çağlayan bir Karadeniz var ama aynı zamanda kırılgan bir ses... O coğrafyadan alışık olduğumuz seslerden değil; kimi çok seviyor sesini, kiminin de tüylerini diken diken ediyor, ama bir gerçek var ki seven sevmeyen herkes, Kolivar’ın müthiş bir yorumcu olduğunda hemfikir. Zaten o da kendisine ‘ne güzel sesin var’ denmesindense ‘ne güzel söyledin’ denmesini tercih ediyor. Şarkı söylerken bir yerlere gidiyor, bedeni sahnede ama ruhu asla orada değil! Yaptığı şarkıya bir hikâye iliştirmeden söyleyemiyor, ayrıca zihninde o hikayelerin filmini de çekiyor. Bir filme müzik yapacaksa eğer, bir yönetmen gibi hikâyenin içinde kendi kadrajlarını oluşturuyor ve şarkıyı söylerken de aklından o kadrajları geçiriyor. Örneğin söylediği parça bir ninniyse, o anne ninniyi söylerken kucağındaki bebeğine mi bakıyor yoksa uzaklara mı dalıyor; bunu tasarlıyor kafasında… Tasarlayamazsa söyleyemiyor. Gerçekten.

Kimi insanlar sanata, doğaya ve insana karşı fazla hassas oluyorlar; bu hassasiyetin bazen sadece psikolojik değil fiziksel etkileri bile oluyor. Böyle insanlar mesela bir tabloyu izlerken, resmin güzelliği karşısında kendilerini o tablonun içinde bulabiliyor. Ben de şahane bir müzik dinlerken ya da enfes bir gün batımını izlerken gerçeklikten koptuğum için o duygunun etkisini biliyorum ve gözlemlediğim kadarıyla Kolivar da bu hassas insanlardan… O anda söylediği şarkı neyle ilgiliyse, kendisi de ona dönüşüyor; bir dereden ya da bir ağaçtan mı bahsediyor, ya o dere oluyor ya da o ağaç... Yapraklarının hışırtısını veya gürüldeyerek çağlayan bir derenin sesini duyabiliyor. Zaten bu yüzden içine girmediği, ruhunu anlamadığı, hikayesini yazamadığı şarkıları söyleyemiyor…

Yönetmen Özcan Alper’in ödüllü filmi ‘Sonbahar’da herkesin yüreğine dokunan ‘Daim Yusuf Orti’ ağıtını söylerken de eminim cayır cayır yanmıştır canı… Bu konuyla ilgili "Neler hissettiğimi tarif etmem güç. Acının yüreğinizde yoğunlaşmış hali sanki ses olup çıkıyor içinizden. Bir süre sonra neye ağladığınızı unutuyorsunuz; o ses, o çığlık, büyü gibi sizi çekiyor, zamanı ve mekânı unutup tüm acılarınıza ağlıyorsunuz" demiş bir söyleşisinde. Sadece söylediği şarkıları değil, nefes aldığı her anı yaşıyor. Müziğinden bahsederken de bunu somut olarak görebiliyorsunuz; o an sizinle birlikte değil, neyden bahsediyorsa orada… Gördüğü, dokunduğu, duyduğu, kokladığı, tattığı her şeyi hissediyor; her daim böyle yaşamak çok yorucu olsa gerek. Nasıl maden çıkartmak isteyen firmalar dağların ciğerlerini yakıyorsa, onun da ciğerleri yanıyor mesela, bu yüzden imza vermediği bildiri yok gibi... Hem de barış isteyince savaşı üzerine çektiğiniz bir ülkede, imzacıların başına gelenleri bilmesine rağmen imzalar veriyor; doğa için, çocuklar için, barış için…

Tam anlamıyla gerçek bir hikâye koleksiyoneri… Gittiği her yerde ihtiyarların hikayelerini, şarkılarını kaydetmiş. Kendi hayatını anlatırken de bir kitaptaki muazzam bir hikâyeyi anlatıyor gibi… Bıcır bıcır bir konuşma tarzı var, enerji dolu her kelimesi... Gülümserken nezaketten değil gerçekten gülümsüyor, gülümsemesi telefondan bile geçiyor, o an konuşmasa dahi anlayabiliyorsunuz gülümsediğini… Etrafındaki herkese karşı çok nazik. Yine de çok temkinli, size güveniyor lakin kesinlikle tedbiri elden bırakmıyor… Hayatta da en nefret ettiği şey yalan; beyaz yalana bile tahammülü yok. Aslen Rizeli… Çok muhafazakâr bir ailede büyümüş, kendisi hariç bütün kardeşleri Kuran kursuna gitmiş. Televizyonun hatta radyonun bile günah sayıldığı bir ortamda yetişmesine rağmen, bütün hayalleri kültür sanatla ilgili olmuş. Bu konuyla ilgili "Çocukluğumdan beri biliyordum ki ben sanatsız yaşayamam. O benim ilacım. Antidepresanım" diyor. Babasından gizli gizli kitap okurmuş mesela; okula gitmek için de epey bir mücadele vermiş. O muazzam hayal gücünün sayesinde onu çevreleyen katı atmosferi yumuşatabilmiş belki; belki de savaşçı bir feministe dönüşmesinin sebebi de o...

Müzik kulübü olduğunu duyunca, şarkı söyleyebilmek için Boğaziçi Üniversitesi’ne girmiş. Edebiyat okumuş; beş duyusuyla hissedebilen, hayal gücü sonsuz ve zihninde hikayeler yazabilen bir kadının edebiyat bölümünde nasıl çiçek açtığını hayal etmek zor değil! Boğaziçi Üniversitesi’nde Kardeş Türküler’le başlayan müzik yolculuğu Grup Helesa ile devam etmiş ama artık bu yıl yollarını ayırmaya karar vermişler. Muhalif kimliğinin oluşmasındaki en önemli etkenin Kardeş Türküler’e katılması olduğunu söylüyor. Müzisyenliğinin yanı sıra üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı dersi veriyor. Mesleki deformasyondan olsa gerek, tam konusuna hâkim bir akademisyen jargonuyla konuşuyor, karşısındakinin onu doğru anlayabilmesi için elinden geleni yapıyor. Öğrencileriyle yaşadıklarını anlattığı bölüm hayli dikkat çekici; yeni neslin nasıl şekillendiği hakkında çok net bilgiler var. Bu aralar röportajlarım çok uzun olduğu için iki bölüm halinde yayımlanıyor; bugüne kadar Kolivar’la yapılmış çok detaylı bir söyleşi olmadığını görünce, anlattığı hikayeleri kesmemek adına röportajı yine iki güne böldük. Devamı yarın…   

"SINIR KAVRAMI BENİM İÇİN KORKUNÇ BİR ŞEY, BİR KİMLİĞE SAPLANIP KALMANIN ACI BİR ŞEY OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM"

Sahnede şarkı söylediğinizde o anda Ayşenur yok. Ruhunuzu bir şey ele geçiriyor. Nasıl bir ruh hali o?

Bilmiyorum, bu sanırım yaratılıştan. Bu şükürler olsun ki bana bahşedilmiş bir yetenek belki. Birtakım eğitimler ve yaşanmışlıklar da bunu geliştirdi hayatımda, bunun farkındayım. Üçüncü sınıfta Agatha Christie okuyarak edebiyata başlamamın etkisi de vardır sanıyorum. Hayatımda Agatha Christie’nin yeri çok önemlidir. Miss Marple vardı, Hercule Poirot vardı… Ortada bir cinayet, bir vaka var,  o çözülecek. Dedektifler gidip insanlarla konuşuyor. Herkes kendi gerçeğini anlatıyor. Ben daha ilkokul üçte hayatın anlamını bu kitaplarda buldum. Evet, herkesin bir hikayesi var. Herkesin kendi bakışıyla kurduğu bir hikayesi var, bir gerçekliği var ve olaylar hiç de öyle göründüğü gibi değil. Sadece benim değil, başkalarının da bakış açıları var o olaya dair. Bunu öğrenmek hayatımı o kadar değiştirdi ki! Her şeye kuşun, böceğin hatta şu masanın gözünden bakmaya başladım; her şeyin sesini, müziğini duymaya çalıştım hep.

Bu aynı zamanda zarar veren acıtıcı bir şey değil mi?

Evet. Çok yorucu bir şey. Bir kere çocukken çok yalnızdım, çünkü, bunu sanatsal olarak ifade edebileceğimiz bir yaşa gelene kadar kimseyle doğru düzgün bir iletişiminiz olmuyor. Bana hep 40 yaşında kadın gibi derlerdi. Çünkü kenarda sessizce otururdum. En sevdiğim şey yaşlıları dinlemekti. Onlar konuştukça, bana muhteşem bir performans izliyormuşum gibi gelirdi. Onların el kol hareketlerine, uzaklara dalışlarına, ara da iç çekmelerine, beden dillerini ve seslerini kullanarak hikaye anlatmalarına odaklanırdım. Walter Ong’un bir kitabı vardır ya, sözlü ve yazılı kültür diye, bir klasiktir. Onu okumak beni çok rahatlatmıştı. Bir yerden sonra çok sessiz bir insanken, geveze olmaya başladım, kendimi çok geveze buluyordum. Şu anda fark ediyorum ki ben geveze değilim, ben sözlü kültür geleneğinin içerisinde yetişmiş, onun mantığı ile büyümüş bir insan olarak, sana bir şey anlatırken muhakkak senin kafanda da benim zihnimde oluşan görüntülerin oluşmasını istiyorum. O yüzden de soru sorduğunda, soğuk, uzak ve ruhsuz kelimelerle cevap veremiyorum. Her biri bir şiir gibi tınlayan, sanki dünyada o cümle ilk defa senin için telaffuz edilmiş gibi, ruh kattığım yanıtlar vermeliyim ki sen de onlardan büyük dünyalar, hikayeler, hayaller oluşturabilesin kafanda… Bugün ne yaptın diye soran birine "Seran’la bir kafeye gittik, sohbet ettik" diye de cevap verebilirim ama benim cevabım "Ne güzel bir gündü bugün, gidip Seran’la buluştuk, hava da ne şahaneydi" olacaktır.

Nasıl teatral bir şey.

Böyle ağzından bal damlıyor, değil mi? Karşındaki de seni pürdikkat dinliyor. Alt tarafı oturmuş, iki sohbet etmişsiniz. Tamam, sohbet keyifliymiş ama onu müthiş bir hikâyeye çeviriyorsun, sözün büyüsü bu.

Karadeniz’de bu sözlü kültür var zaten. Doğunun da sözlü kültürü dengbêjlerdir ya.

Halk kültürleri içerisinde bu hikâye etme geleneği var elbette. Ben bir de karşımdakine saygı olarak görüyorum bunu. Yani ona verdiğin değer ile de alakalı.

Ben çocukken yalnız bir çocuktum dediniz ya, ben de öyleydim; kitaplar benim en yakın arkadaşımdı, bu yüzden arkadaşa ihtiyacım olmamıştı. ‘Alice Harikalar Diyarında’ veya ‘Denizler Altında 20 bin Fersah’ı okurken kimin arkadaşa ihtiyacı olur ki?   

Ne hayaller kurdum ben o kitaplarla… Jules Verne’ler… Günlerce onların içinde yaşardım.

Biraz da kendinizi içinde bulunduğunuz ortama ait hissetmediğiniz için mi kitaplara bu kadar düşkündünüz acaba?

Kesinlikle. Benim ailem çok muhafazakardı. Hiç bana uygun bir aile yapısı değildi. Bütün ailem çok iyi, çok güzel insanlardır ama... Öyle acıklı veya karanlık bir hikayem yok yani; hani babam alkolikti, annemi döverdi vs, benimkisi öyle değil. Başka bir çocuk benim yerimde çok mutlu bir çocukluk geçirebilirdi. Birtakım dönemsel zorluklar yaşadık elbet. Mesela 12 Eylül sonrası Türkiye koşullarında, sosyal ve ekonomik anlamda sıkıntılarımızın olduğu süreçler oldu ama genel olarak gayet rahat, güzel, keyifli bir hayat sürdük, ancak içinde olduğum ortam benim için bir tür işkenceydi. Gerçekten sanat sevgisi eğitimle olan bir şey değil. Hayatımda dans gösterisi mi görmüşüm? Hayır ama saatlerce sahne ışıkları ve dans gösterileri hayal ediyorum. Evde televizyon, radyo açılmıyor günah diye. Sadece haberler izleniyor, o anda şöyle bir kare geçiyor siyah beyaz ekrandan… "Ankara Devlet Opera ve Balesi, örneğin, ‘Turandot’u sergiliyor". Böyle minicik bir sahne, -eskiden uzun uzun yapılmazdı haberler, öyle bir habercilik anlayışı yoktu-, sadece bir görüntü... Ama o görüntü benim bütün hayal dünyamı dolduruyordu.

Bu eğitimle olan bir şey değil gerçekten.

Mesela ilkokul üçte şair olacağım diye tutturdum. Başladım yazmaya. Gece gündüz yazıyorum. Bayağı ciddiyim. Sonra çok feci bir olay oldu, o yüzden hala şiirle barışamadım. Şiir defterimi saklıyorum evde bir yerde. Misafirliğe gelen kuzenim kolonyayı şiir defterimin üstüne döktü, bütün şiirler silindi. Sabaha kadar ağladım. Babam sonra gecenin bir vakti gelip niye ağlıyorum diye azarladı, muhteşem terlik de fırlatılmıştı sanırım. Ben de alıp defterimi gömdüm. Yıllar sonra üniversitede edebiyat okurken şiir dersi alırken epey kabus gördüm çünkü ben şiir defterimi kapamıştım. Artık ne şiir okurum ne şiir yazarım dedim ama sonra, ara ara barıştığım, birbirimize göz kırptığımız şairler olmadı değil.

Televizyon ve radyonun dahi yasaklandığı bir muhafazakâr ailede, ne gibi çatışmalar yaşadınız?

Aslında hiç yaşamadım zira onların görüşü bu diye bakıyordum. Agatha Christie’nin verdiği olgunluk diyebiliriz. Bakış açılarından dolayı bana bu şekilde davranıyorlar diye düşünüyordum. Elbette ergen dönemimde bazen sinir oluyordum yaşadıklarıma. Mesela, çiçekli, yapraklı küpe taktığımda babam "neden haç takıyorsun" diye terlik fırlatmıştı. Elbette terlik değil ama söylenen laflar ağır geliyordu. "Sen Yahudi misin?" gibi ithamlarda bulunuyordu, işaret parmağıma yüzük taktığım için, ben de üzerimden Yahudileri aşağılıyor diye üzülüyordum. Aslında gerçekten çok iyi insandır babam. İlkokulu bile bitirmeden İstanbul'a gelmiş ve fırınlarda büyümüş. Fırınların eskiden bekar odaları olurmuş, orada kalırmış. Dağda, karda çıplak ayakla keçi çobanlığı yapıp büyümüş, yokluklar içinde... Karıncayı incitmez bir yapıya sahip. Mesela televizyon yasak olmasına rağmen, annem nadiren de olsa Türk filmlerini izlemek için açardı televizyonu. Günah olduğu için televizyona bakmayan babam, eski filmlerdeki "size anne diyebilir miyim" diyaloglarında hüngür hüngür ağlardı. Bu kadar yufka yürekli bir insan ama onun doğrularının benim hayatımda maalesef hiç yeri yok. Bu ortamda kitaplara sığındım ve kitap okudum. Babam mesela kitap okuyan kadın için "orospu olur" derdi. Kadınların kitap okumasına çok karşıydı. Okulda Tanzimat dönemi edebiyatını okurken, kadının roman okuyup okumamasına dair tartışmaları gördüğümde "babama ait bir tartışma, nasıl olur da herkesin tartıştığı bir şey olabilir" diye şaşırmıştım.

Kızlarını okutmaya karşı çıkan bir aile, nasıl oldu da sizin okumanıza izin verdi?

Biz dört kardeşiz. Ben en büyükleriyim. Benden küçük iki kız, bir erkek kardeşim var. Kızların içinde sadece ben okula gittim. Diğer kardeşlerim sadece yatılı Kuran kurslarına gönderildi. Aslında kız kardeşlerim benden daha akıllı ve zekilerdi. Yalnız bir kız kardeşim yıllar sonra liseyi dışardan bitirip Boğaziçi'nde Tarih okudu. Diğer kız kardeşim de Açıköğretim'de İktisat bitirdi, hep kendi çabalarıyla. Bense ilkokul üçte yolumu çizmiştim. Öncesinde de masa altına girer "Tanrı var mı yok mu? Babam burada şöyle diyor ama böyle davranıyor" gibi sorular sorardım kendime. Aslında felsefeyle aram çok kötüdür. Felsefe derslerini zar zor geçtim ama kendi içinde derin felsefi tartışmalar yapan bir çocuktum hep. Küçüklüğümden beri adım adım kendi gerçekliğimi kurmaya çalıştım. Benim için en önemli şey kendim olabilmekti. Kafamda "ben okuyacağım, bambaşka bir hayat istiyorum, asla etrafımdaki kadınlar gibi olmayacağım" düşüncesi vardı. Dikiş nakış, yemek yapmak gibi işlerde çok kötüyümdür. Soğanları karıştırırken "Allah kahretsin, bunun yerine bir makale okuyabilirdim" diyorum. Yemek yapmak benim için korkunç bir iş. Ömrümü tüketiyor. Annem okul konusunu babamla konuşmamı söyledi. O anı hiç unutmuyorum. Adeta hayatımın anı...

Babamın karşısına çıktım. Yüzüne bakamıyorum. Başım yerde. O güne kadar karşısına çıkıp bir arzumu, isteğimi söylememişim hiç. Babam "madem istiyorsun o zaman ‘Kız Meslek Okulu’na gidersin, dikiş nakış öğrenirsin, ev işlerinde becerikli olursun." dedi. Yani tek dertleri, ben evde kalacağım, evde kalmamak için de birtakım meziyetler kazanayım. İlkokul öğretmenim "Ayşenur’un gözleri bozuk, dikiş nakış yapamaz, meslek okuluna vermeyin" dedi. Öğretmenimin bunu beni korumak için söylediğini düşünüyordum. Ama yıllar sonra kendisi ile konuştuğumda, bu söylediğini hatırlamamıştı bile. Ama işte onun hatırlamadığı o cümle, benim hayatımı değiştirdi. Babam da çok saygı duyduğu öğretmenime "Tamam öğretmen hanım, biz de onu normal okula veririz" dedi.

"ZORLA BAŞININ KAPATILMASININ NE KADAR BÜYÜK BİR ACI OLDUĞUNU BİLİYORUM, AYNI ZAMANDA BAŞININ ZORLA AÇILMASI DA AYNI ŞEKİLDE ACIDIR"

İlginç olan kız çocuklarının okumasına karşı olan babanızın kadın bir öğretmene saygı duyması...

Öğretmenim gerçekten muhteşem bir insandı. Ailemin dini görüşlerine son derece saygılıydı. Mesela kız kardeşimi Kuran kursuna verecekleri zaman "Bari İmam Hatip’e verseydiniz. Bizim eğitimli din hocalarına da ihtiyacımız var" demişti. Bu nedenle de ailem çok saygı duyardı öğretmenime. Aslında burada belirleyici rol annemdeydi. Babam aslında hepimizi okutmak isteyebilirdi. Karadeniz’de o dönem cemaat örgütlenmeleri başlamıştı, annem de bu örgütlenmeye çok yakındı. Bu örgütlenme, aslında Karadeniz’in doğasında olmayan garip bir muhafazakarlığı aileye taşıdı.Bu örgütlenmelerdeki din büyükleri, kız çocuklarını alıp kuran kurslarına kapattılar. Mesela benim teyzem Kuran kursunda hoca olduktan sonra dedem almış karşısına, "Kızım dini öğrendin artık, gel şimdi ortaokula git" demiş, ama yıllarca kursta aldığı eğitimin etkisiyle teyzem kabul etmemiş.

Sizin dinle aranız nasıl?

İnançlıyım ama dinle sorunum var. Müslümanlıkla demiyorum. Kadının bütün dinlerdeki pozisyonu beni rahatsız ediyor. Erkek olsaydım dindar olabilirdim belki ama bir kadın olarak dinlere bakışım pek olumlu değil. Ben kendisine dindar diyen pek çok arkadaşıma göre daha inançlı buluyorum bazen kendimi. Çünkü bende inanç, aşk... Ben inançlı bir Müslüman olsam, o secdeye aşk ile kapanırım. Sahne de böyle bir şeydir benim için. Ahlak bende, derin bir inancın yansımasıdır. Mesela ben insanların eşyalarla kurduğu ilişkiye de bakarım. Onlarla da bir sevgi ilişkisi kurup kurmadığına bakarım. Bu benim için önemli. Annem ve babamın İslamiyet üzerinden bana kattıkları en önemli değerlerden biri şükretmek, helal-haram duygusu… Babam bir ara biriyle ortak bir bakkal dükkânı açmıştı. Annem bir gün kurban etlerini koymak için şeffaf poşetlerden istedi. Akşam babam üç tane poşet getirdi. Annem yetmez bunlar deyince babam "daha fazlası haram olur, burası ortaklı yer" dedi. Poşet yani düşün… Zaten 5 Nisan kararlarından sonra her şeye zam gelince, "iki yumurta alan bir kadın vardı, şimdi onu da mı alamayacak" diye ağlayarak dükkânı kapadı. Yüreği kaldırmadı şahit olmaya… Anneme "Seran saçını kestirmiş" desem, başkaları hakkında konuşma der. Kimseyle komşuluk yapmazdı; dedikodu olur da duyarım da günaha girerim diye… 

Ama masum dedikodu ömrü uzatır derler.

(Gülüyor) Ben çok severim dedikoduyu bu arada. Annem hiç yapmaz ama ben arada yaparım. (Gülüyor) Kötülük amacıyla bir yerden bir yere laf taşımıyorsan, iftira atmıyorsan, gördüğün duyduğun bir şeyi olduğu gibi paylaşıyorsan, şurada eğlenmek için iki lafın belini kırıyorsak, dedikodu keyiflidir. 

Aslında asıl baba nasıl kabul etti okumanızı?

Bir şekilde kabul etti ama "başını kapayacaksın, namazını kılacaksın" dedi. Bende uzun süre başı kapalı, namaz kılan biri olarak yaşadım uzun bir süre. Bu dönem bende ağır psikolojik sorunlara da yol açtı çünkü çelişkiler içindeydim. Mesela bir din öğretmenimiz vardı, "gazete okunmaz, gazete ahlakınızı bozar" derdi; edebiyat hocamız da "çocuklar gazete, kitap okumalısınız, kendinizi geliştirmelisiniz, daha iyi bir hayatınız olmalı" gibi tavsiyeler verirdi. O "gazete okumalısınız" dediğinde bana gülme krizi gelirdi. Sinirlerim bozuluyordu. Bir öğretmenim gazete okuma derken, diğeri gazete oku diyordu.

Peki, başörtülü olduğunuz için zorluk çektiniz mi?

Ortaokul birinci sınıfta okulun kapısına gidene kadar başörtülüydüm. İstemiyordum ki. Çantama tıkıştırıyordum. Nefret ediyordum. Yıllar sonra üniversitede türbanlı arkadaşlarımın mücadelesine elimden geldiğinde destek olmaya çalıştım ama çünkü zorla başının kapatılmasının ne kadar büyük bir acı olduğunu biliyordum, elbette başının zorla açılması da benzer bir acıydı. Ben çok uzun süre isyan etmedim ama uzun süre bir kutunun içinde nefes almaya çalıştığım için bu özgürlükler konusunda aşırı hassaslaştım. Mecburen gelişen bir empati durumu var bende.

Ailede bir öncü olmuşsunuz aslında, kardeşleriniz sizi neden takip etmedi acaba?

Çünkü kız kardeşim, benimle beraber okula başladı. İki yaş farkımız olmasına rağmen, özendi ve erken başladı okula. Yaşı küçük olduğu için belki onun fikirlerini daha rahat çeldiler. Daha ilkokulu yeni bitirmiştim, yüzüme "ah ah Hamiyet’in kayıp kızı" derlerdi. Kardeşime hediyeler alınırdı bana alınmazdı, o pohpohlanırdı ben pohpohlanmazdım, neden? O Kuran kursuna gidiyor diye. Ama buna hiç üzülmez, kırılmazdım çünkü ben o kadar mutluydum ki. Akşam 7-8 olurdu, ben okul kıyafetlerimi hala üstümden çıkartmazdım. Kitaplarıma sarılırdım. Okula gitmenin benim için anlamı, asla ulaşamayacağınız bir şeye ulaşmaktı. Ders çalışmak en büyük işkencedir ya, benim için dünyanın en büyük mutluluğuydu. Ki hala da öyle.

Savaş gören o nesil, ebeveynlik konusunda ne kadar cahilmiş, çocuk yetiştirme konusunda hiçbir bilgileri yokmuş.

Öyle galiba. Bir şekilde ailem okursam, başımı açarsam kötü yola düşeceğimi sanıyordu. Onların kafasında ‘okuyan kadın, kötü yola düşer’ düşüncesi vardı. Kötü yola düşmek dedikleri de ‘manitası olur’ idi. Genç bir kadının erkek arkadaşının olması, bir erkekle mektuplaşması demek kötü yola düşmesi demekti. Onlara göre o çok kötü bir yol. Ama baktılar ki bu kız ekmek almaya bile kitaplarına sarılarak gidiyor, kafasını yerden kaldırmıyor, biraz rahatlamışlardı.

Hiç hoşlandığınız birileri olmadı mı?

Elbette, gençtim, benim de hoşlandığım kişiler oldu ama onlarla bir ilişki düşünmem mümkün değildi çünkü zaten kitaplarıma aşıktım. Besteler yapıyordum, şarkı sözleri yazıyordum. Gerçi hepsini daha sonra çöpe attım. Basit şeylerdi ama önemli olan onların bana verdiği mutluluktu. Ailem bir müddet sonra alıştı. O yoğun baskı üzerimden kalktı. Başımı örtmüyordum artık. Ailem çok çabuk adapte oldu. Aslında dediğim gibi çok bağnaz değiller ama içinde bulundukları ortam çok belirleyici oluyordu. Hiç pantolon giymedim, hiç kısa kollu giymedim ama saçımın açık olması bile benim için yeterince büyük bir özgürlüktü. Mesela kitap okumak için kendimce yöntemlerim vardı. Matematik kitabımın içine roman koyuyordum.

Sanki uyuşturucu kullanıyormuşsunuz gibi gizli saklı yöntemler oluşturmuşsunuz.

Alt tarafı kitap okuyordum. Adım adım bu aşamalardan geçerek üniversiteye geldim. Üniversiteye gitmek için ilk kapıyı açıp çıktığım anı hatırlıyorum, artık hayatım başlamıştı. Hayatıma müdahale etmek isteseler bile artık kendi hayatımı kurabilirim, işe girebilirim diye düşünüyordum. Bir de çok şanslıydım, Boğaziçi gibi güzel bir üniversite kazanmıştım. Zaten orayı istememin nedeni de oydu. Ben o kapıdan girdim ve müzik hayatım başladı.

"BÜYÜK BİR TUTKUYLA SEVİYORUM ÜLKEMİ, AMA SEVİYORUM DİYE KÖTÜ VE OLUMSUZ YANLARINI SÖYLEMEYECEK MİYİM, YANLIŞLARINI SÖYLEMEYECEK MİYİM?"

O yıllar Rize’de büyümek de kolay olmasa gerek. 

Ben İzmit’te büyüdüm. Yazları Rize’deydik. Rize dediğim de Çayeli... Bizimkiler Rize’yi pek kullanmazlar. Kültürel olarak Rize, Çayeli birbirinden çok farklıdır. Hatta Senozluyuz biz. Oranın da kendine has bir kültürü vardır. Senoz bir vadi... Bizde vadi kültürü ön plandadır. Bir kere kadın ilişkileri konusunda çok rahatlar. Çamlıhemşin de öyle. Sabahlara kadar bir arada oturup sohbet ederiz. Kaç göç vs. asla yok. Sen kadınsın erkekle nasıl konuşursun, kenarda dur vs. asla yoktur. Ben yörem diye demiyorum elbette her yerin iyisi kötüsü var ama, Karadeniz’in o belli bir kuşağının insan ilişkisinde çok garip bir samimiyeti var. Ben bunu doğayla kurdukları ilişkiye bağlıyorum. Anneannemin ağaçlara olan sevgisini sana anlatamam. Bir gün teyzem bir ağaç kesti, geldi anlatıyor, anneannem "niye kestin " dedi, "dalları uzamıştı, çaylığı kapamıştı ,çaylara gölge yapıyordu" dedi, anneannemin bir kalkıp dövmediği kalmıştı. Yaşlı olmasa kalkıp dövecekti teyzemi. O kadar sinirlendi ki. "O daha gençti, o daha çocuktu, o kesilir mi, onun da canı yok mu?" diye bütün gece sinirden söylenip durmuştu.  

O kuşaklar baltaları saklarlarmış, ağaçlar görüp de ağlamasın diye. Çok Şamanik bir gelenek değil mi? Bizim Karadeniz insanları bu ülkenin Kızılderilileri...

Evet. Anneannemin kuşla ağaçla otla kurduğu ilişkiyi sana tarif edebilmem mümkün değil. Bütün otların adını biliyor hepsinin değişik bir adı var. Ermenicesi, Rumcası... Cadı diyorum ona ben. Bütün otları anlatır; "Şu otu eskiden dövüp yaramıza koyardık, şu otu şöyle kullanırdık" diye.

Orta çağda olsa kesin yakılırdı. O zamanlar şifacı kadınları cadı niyetiyle yakarlarmış ya. 

Kesin. Karadeniz’de de cadılık var, bir ara anlatırım. Hatta o konuyla ilgili bayağı araştırma yapmışlığım da var.

Karadeniz deyince haliyle akla muhafazakâr, mütedeyyin, katı hatta yer yer faşizan bir bölge geliyor. Bir arkadaşınız sizi arayıp Hrant Dink’in öldürüldüğünü söyleyince, ilk düşündüğünüz şey "inşallah katil Karadeniz’den değildir" olmuş. Neden?

Çünkü çok net değil mi? O tetikçi olacak kişiyi yetiştiren kültür Karadeniz’de ve ben o kültürün içindeyim, çok iyi biliyorum. Özellikle o dönem… O dönem biz de Karadenizliler tarafından yapılan çok ciddi baskılar altındaydık. Şimdi daha geniş bir dinleyici kitlem var ama o zaman çok amatör bir müzik grubunda şarkılar söylüyordum. Amerika’da iki tane çok büyük turnem oldu. Dokuz eyalette çalıştım, hamilelik nedeniyle iptal edilmeseydi daha da devam ederdi. Yaptığımız iş çok beğeniliyor falan. Çin’de "Karadeniz’i temsil etmek nasıl bir duygu" diye televizyon röportajları falan yapılıyor, hatta Çin TV evime gelip görüşmeler yapıyor. Yani dünyada yaptığım iş taktir görüyor ama hiç Karadeniz’de konserim oldu mu, sor. Oldu, nerede? Bir tane Çamlıhemşin’de solcu belediye başkanı düzenlemişti, iki tane de Hopa oldu ama Çayeli’nde hiç oldu mu? Memleketim… Hiç. Sıfır.     

Niye? Halkların Kardeşliğini desteklediğiniz için?

Ölüm tehditleri mi almadım, neler yazılmadı. Özellikle Helesa sürecinde "Apo’nun orospusu"ndan tut, aklına gelebilecek belden aşağı her tür hakaret yazılıp çizildi. Garip bir şekilde yaptığınız iş popüler olunca tepkiler daha az oluyor. En son Rakel Dink’in bir yazısını paylaşmıştım, "Rakel’le sana da sıra gelecek, siz de ölürsünüz inşallah" gibi tepkiler geldi ve o korkunç yorumlara alkış tutanları da gördükten sonra bir daha asla sosyal medyada konser haberlerinden başka paylaşım yapmamaya karar verdim. Ben çok alışığım bu tehditlere ama Rakel’le ilgili o iğrenç yorumların benim sayfamda olmasına çok üzüldüm sadece, içimi çok acıttı ve ona ağladım… Yurtdışında Türkiye’yi temsil ediyorum. Türk Dili ve Edebiyatı hocasıyım, benim için en kıymetli duygulardan birisi tutku; büyük bir tutkuyla seviyorum ülkemi. Ama seviyorum diye kötü ve olumsuz yanlarını söylemeyecek miyim, yanlışlarını söylemeyecek miyim?

Ülkeyi bütünüyle seversin, doğuyu batıyı ayıramazsın, çocuklarını ayırmadığın gibi…

Tabii ki. Bir vakıf üniversitesinden öğrenci şikayetiyle atıldım. Derslerimde öğrencilerime sözlü sunum yaptırıyordum. Öğrenciye faydası olmayacak konularda internetten indirdikleri bilgileri sunmak yerine beş dakika "Ben ve …" başlığıyla kendilerini anlatmalarını istedim. Çok güzel, çok yaratıcı, politik olarak da çok güçlü sunumlar çıktı. Peş peşe olmaları benim açımdan biraz acı oldu. Bir tanesi "Ben ve Kürt Olmak" bağlığıyla yapıldı. Başörtülü bir kız çıktı; annesi Ankaralı, babası da Ağrılıymış ama arkadaşlarına hep Ankaralı olduğunu söylemiş; Ağrılı ya da Kürt olduğundan hiç bahsetmemiş. Arkadaşlarıyla Kürtçe konuşan birisine rastladıklarında hep "bölücü, pis PKK’lı" gibi dışlayıcı konuşmalar yapıldığı için, o da kimliğini saklamış. Kürt oldukları için çok çekmişler aynı zamanda, babası terfi alamamış, sürekli önü kapatılmış. "Biz Kürt’üz, evde babaannemizle konuştuğumuz için Kürtçe öğrendik ama babamız bizi vatanını seven, ülkesine bağlı vatandaşlar olarak yetiştirdi" diyerek, önyargılı olmamayı önerdi. Öğrencilerden biri "bizlerin Kürtlere karşı önyargılı olduğunu söyleyerek asıl sen önyargılısın" derken, bir diğeri "asıl sen ayrımcılık yapıyorsun, Türkiye’deki herkes Türk’tür" dedi.

Ben devreye girdim o sırada, "Bir dakika, ben Türk değilim" dedim. "Nesiniz Hocam?" diye sorulunca, "Ben kendim için Türk, Laz, Kürt diye bir kimlik kabul etmiyorum, ben bir coğrafya ile kendimi tanımlıyorum" dedim. Ben Karadenizliyim, daha özelde Senozluyum, Hemşinliyim ama bunu daha çok bir coğrafya üzerinden tanımlıyorum" dedim. Aslında köken olarak Hemşinliliğim de biraz karışık, çünkü bizimkiler oraya göçle gelmiş, bir tarafta Kırım’dan gelme, diğer taraftan babamın annesinin Pontuslu olma durumu var, o yüzden "Ben Karadenizliyim, o coğrafyanın insanıyım, bu benim için gayet yeterli, böyle mutluyum, bütün kültürleri, dilleri seviyorum. Lazca şarkı söylerken Laz gibi, Kürtçe söylerken Kürt gibi hissediyorum, bunun ne büyük bir zenginlik olduğunu bilseniz, hemen sarılıp diğerlerini dışladığınız kimliği bir yana koyarsınız" dedim. "Nasıl olur?" dediler. Ben de "Arkadaşlar, sizi anlıyorum, ama sizden başka bir yerden bakıyorum hayata, bir sınırı geçerken deli gibi ağlıyorum, sınır kavramı benim için korkunç bir şey, o tellerden dolayı kendimi hapishaneye kısılmış hissediyorum, bir kimliğe saplanıp kalmanın acı bir şey olduğunu düşünüyorum" dedim. Sonra bir öğrenci çıktı, "Hocam, siz Türkçe öğretmenisiniz, bu nasıl olabilir? Nasıl Türk olamazsınız?" dedi.

İngilizce öğretmeni olmak için İngiliz mi olmak gerekliymiş?

Ya, üniversite öğrencisi böyle söylüyor. Sonra başka bir olay oldu, sunumlar üst üste yapılıyor ya, bir arkadaş "Ben ve Ateizm" diye bir sunum yaptı, orada ipler koptu. Sunum o kadar güzeldi ki. Bu arkadaş da Kürt, dindar bir aşiretten geliyor, daha lisede kompozisyon yarışmalarına katılıyor; Peygamberin hayatıyla ilgili bir yazı yazıyor ve ödül alıyor. Ödül olarak Umre’ye gönderiyorlar. Çocuk bir anda ayılıyor: "Kâbe dediğin yer, üstüne kuşların pislediği örtülü bir şey, insanlar niye bunun etrafında put misali, terli terli dönüyor, din dediğin başka bir şey olmalı" diye düşünerek, inançla gittiği yerden kafasında soru işaretleriyle geliyor. Din hakkında deli gibi okumaya başlıyor. Okumalar onu antropolojiye götürüyor: insan nasıl var oldu, toplum nasıl oluştu, derken Darwin okumaya başlıyor, evrim devrim derken ateist oluyor. Bu süreci anlattı, sınıfta isyan koptu: "bu dersin kapsamı dışında, niye evrim anlatılıyor?" Ben de "tam ben de evrim teorisi anlatacaktım, bu teori dillerin kökeniyle ilgili bir çığır açmıştır" dedim. Ancak, üniversitede evrim teorisinin anlatılmasına karşı olan öğrenciler vardı. Beni üniversite yönetimine şikâyet ettiler, görüşmeye çağrıldım. "Niye edebiyat dersinde kimlikle ilgili çalışmalar yaptırıyorsunuz?" diye sordular. Ben de öğrencilerin hikayelerini anlattıklarını, edebiyatın hikayelerle ilgili olduğunu, kimliğin bunun dışında kalamayacağını anlattım. "Ama hocam, o zaman ucunun nereye gideceğini kontrol edemeyiz!" Etme zaten, üniversite burası, özgür olmalı.

Bunu söylemek zorunda kalmanız ne fena.

Ben üniversitede dönem başı ilk derse girdiğimde "Bu kapının dışına çıkmayacak ve akademik üsluba uygun olacak şekilde, bilimsel dilin gereklerine uyarak, birbirimizi üzüp kırmadan her şeyi söyleyebilirsiniz, her şeyi yazabilirsiniz" derim. Sevgi Soysal’ın derste okuttuğumuz "Barış Adlı Bir Çocuk" kitabındaydı sanırım, hapishane ile ilgili öykülerden birisinde argo ifadeler olan bölümler var. Bir öğrenci "Hocam, ‘orospu’ yazabilir miyiz?" diye sordu. Yazabilirsin tabii ki, dedim.

‘Orospu’yu kadınları aşağılamak için kullanıyorlar, ama ben hakaret olarak algılamıyorum.

Karadeniz’de ‘orospu’ bir hakaret olarak kullanılmaz zaten kadınlar arasında.

Üniversitelerdeki jurnalcilik içimi çok acıtıyor. Sanki herkes tetikte bekliyor, akademisyenler kendilerini özgür hissetmiyor artık.

Ben bunu çok yaşadım. Namık Kemal’in ‘İntibah’ romanında bir karakteri yargılamadığım için şikâyet edildim. Ders sırasında Mehpeyker’den bahsetmiştik. Bir öğrenci arada gelip "Mehpeyker kötü kadın değil mi sizce?" diye sordu. Ben derste "düşünmek lazım, bugünden bakınca nasıl görüyorsunuz?" diye daha sonra tartışmak üzere muğlak bırakmıştım. Bu defa "daha başka açılardan da bakmak lazım, aşık bir kadın, aşk için göze alıyor bunları" dedim. Öğrenci, "ama Ali Bey’e yalan söylüyor, yalan söyleyen kadın kötü bir kadındır" dedi. Ben de "Ali Bey de bir sürü yalan söylüyor" dedim ama sonunda "Ayşenur Hoca, Mehpeyker’e kötü kadın demedi" diye şikayet etti yönetime… Tevfik Fikret anlatırken bir şiirde dinle ilgili görüşleriyle ilgili, "din böyle bir şey değildir" itirazları geldi. Ben de "din hakkında görüşlerini değil, şiirde nasıl kullandığını tartışıyoruz" dedim; anlatmak çok zor, yine şikayet edildim. Milliyetçilik dersinde de şikâyet edildim.

Milliyetçilik dersi mi var? Yurttaşlık bilgisi değil miydi o?

Milli edebiyata girmeden evvel milliyetçilik tartışıyoruz. Geleneğin icadı, milli semboller, bayrak, anıtlar konuşurken "Türk bayrağına hakaret ettiniz, ettirmem" diyor öğrenci. Diğer öğrenciler "hakaret yok" diyor ama öğrenci beni suçluyor.

Bir Boğaziçili olarak ne hissetmiştiniz geçen sene pankart açan Boğaziçili gençlerin gözaltına alınmasına?

Herkes öyle midir bilmem, ama ben Boğaziçi’ni evim olarak görüyorum. Üniversite’ye gittiğinde insanın kimliğinin oturmuş olması lazım ama bizde öyle olmuyor. Lise eğitimi sırasında maalesef kendimizi geliştirme olanağımız olmadığı için, ancak üniversitede aileden uzaklaşınca, bir sürü tartışmayla ve bilgiyle yeni yeni karşılaşıyorsun, üniversite çok sancılı geçiyor. Ne diyebilirim ki çok üzücü. İfade özgürlüğünde sıkıntılı bir ülkeyiz.

***

DEVAMI YARIN

Öne Çıkanlar