'Birlik yerine, solun çürümüşlüğünü nasıl aşacağımızı tartışmalıyız'

'Birlik yerine, solun çürümüşlüğünü nasıl aşacağımızı tartışmalıyız'
Mahmut Memduh Uyan: İktidarı geriletme adına egemen düzenin başka bir blokunu desteklemekten uzaklaşmamız gerekiyor. Devrimciliğin, mazereti olmaz...

Aykan SEVER


Dünyada derin değişimlerin olduğu ve bu altüst oluş halinin uğultusunun adeta kulaklarımızı sağır ettiği bir dönemden geçiyoruz. Benim gibi "uzakta" olanlar sanıyorum başka şeylerin yanı sıra olanı biteni anlamak için de çoğu zaman eski arkadaşlarıyla konuşmaya ihtiyaç duyuyordur. Mahmut Memduh Uyan da ara ara sohbet ettiğim tecrübe, sol duyu ve sade mantığına güvendiğim bu insanlardan biri.

Son yaptığımız sohbet/söyleşi aşağıda, umarım size de umudu taşır…

Türkiye’nin bugün yaşadığı süreçle ilgili 12 Eylül darbesiyle karşılaştırılmalar yapılıyor hatta daha kötü deniliyor, buna katılır mısın?

-Geçmişle kıyaslamalar ne açıdan yapıldığına göre değerlendirilebilir. Genel olarak "günümüz, 12 Eylül'den daha kötü" derken ne ifade edildiği önemli. Benim doğrudan yaşadığım bir dönem olarak, 12 Eylül faşizmi tam anlamıyla açık bir faşizmdi. Faşizmin bu denli karanlık, işkence, ölüm, zindan olduğunu iliklerimize kadar yaşayarak gördük. Ağır bir dönemdi ve günümüzle bu anlamda kıyaslanması yanlıştır. Parlamento, partiler, sendikalar, neredeyse tüm siyasal, toplumsal yapılar kapatıldı, yok edilmeye çalışıldı. Muhtarlara varıncaya kadar tüm seçilmişler görevden alınıp asker emeklileri görevlendirildi. Devrimciler olarak faşizme karşı silahlı mücadele dahil her biçimde direnmeye çalıştık. İnsan onurunu korumaya çalıştık. Faşizme karşı direnmek, mücadele etmek bizim için çok netti. Günümüzde sanırım "devrimci, demokrat, muhalif" olanlar geçmişteki kadar açık ve net olarak ne yapacağını, nasıl yapacağını belirleyemiyor! Toplum, iktidara, sisteme, bir çok icraatına rıza göstermiyor. Değişik biçimlerde tepki gösteriyor. Lakin devrimcilik iddiasında olanlar, bu gelişmeler içinde yer alıp, tepkilerin politik bir mücadeleye dönüşmesini sağlayamıyor. İdeolojik, teorik, politik olarak başka bir dünya alternatifini ortaya koyma ve somut politikalar haline dönüşmesi gerçekleştirilemeyince karamsarlık doğuyor. Üstelik cezaevinde değiliz, bir şey yapmalıyız? Bu durumun yarattığı ruhsallık içinde ‘12 Eylül sürecinde bile daha iyiydik’ sözü gündeme geliyor. Kıyaslama bunun gibi yapılıyorsa kendi durumumuzun vehametini ifade ediyoruz demektir!

Oysa çözülen, varlığını sürdürmekte zorlanan, politikaları çöken bir iktidar var karşımızda. Neoliberal kapitalizm döneminin hoyratlığı, değersizliği, pragmatizmini içselleştirmiş, güçler dengesi arasında yalpalayan farklılaşan bir iktidar. Toplumsal dayanakları kaybolan, etkisini yitiren birbirinin kopyası yazılı, görsel havuz medyası desteğiyle, kayyumla, baskıyla, şiddetle ayakta kalmaya çalışan, varlığını karşısında etkili bir muhalefetin, alternatifinin olmayışına bağlı bir iktidar.

Karamsarlığa  düşmeden, kendi gerçekliğimizi bilerek, hızla yaşadığımız çürümüşlükten sıyrılmamız gerekiyor. Bağımsız, devrimci bir toplumsal siyaset olmanın çabasını sürdürmeli. Öncelikle, iktidarı geriletme adına  egemen düzenin başka bir blokunu desteklemekten uzaklaşmamız gerekiyor. "Beka" politikaları ülkeyi  içerde ve dışarıda savaşa, yıkıma götürüyor. Ne durumda ve nasıl olursak olalım topluma, insanlığa olan sorumluluğumuz baki. Devrimciliğin, mazereti olmaz!

Yine '80 öncesiyle ilgili yazılan anı vb. birçok kitaba baktığımızda darbenin gelişi devrimci hareketler tarafından önceden görülebiliyor. Buna rağmen yeterli tedbir alınmadığı ve darbeye hazırlıksız yakalanıldığını görüyoruz. Bu neden böyle yaşandı, başka türlüsü mümkün değil miydi?

-Günlük basını takip eden herkes, ülkedeki gidişatın "darbeye" doğru olduğunu görüyordu. Askeri faşist bir darbenin koşullarının oluştuğu, gerçekleştirilmesinin sadece zamanla ilgili bir sorun olduğu belliydi. Bu koşullarda, ‘devrimci hareketler niçin darbeye karşı güçlü bir mücadele ortaya koyamadı’ sorusu hemen akla geliyor. Öncelikle devrimci hareketler, derinleşen iç savaşta, faşizmin toplumu teslim almasını ve ülkeye hakim olmasını engellemişti. (Lakin faşist terörün, katliamların ülkeyi kaosa sürüklemesi engellenemedi.) Darbenin, devletin askeri güçlerinin, sivil faşistlerle birlikte iç savaşı yürütecekleri, açık taraf olacakları gibi bir yaklaşım vardı. Devrimciler de iç savaşı yeni koşullar içinde toplumsal bağlarını güçlendirerek yürütebilir, istemedikleri sonuçları yaratabiliriz düşüncesindeydik. Teorik, politik olarak daha farklı da olabileceği, darbenin MHP’yi de karşısına alabileceği, vb düşünceler yazılsa da bu doğrultuda bir yaklaşım içine girmedik. Faşist hareket, polis, MİT ve asker işbirliği içinde bir çok büyük katliamlar yürütmüştü. Faşist güçlerin yetersiz kaldığı, tıkandığı bir yerde "darbe" açık bir iş birliği içinde devrimcilere, anti-faşist güçlere karşı olacaktı. Darbe halka karşı bir savaştı. Biz de iç savaşı halkla birlikte kendi politik hattımız ekseninde geliştirecektik.

12 Eylül 1980 darbesi kendini "sağa da, sola da karşı" olarak lanse etti. "Tencereyi kirleten partileri", parlamentoyu kapatarak, liderlerini tutuklatıp, Türkeş'e teslim ol çağrısı yaparak, toplumda iç savaşı bitirecek tarafsız bir güç imajı yarattılar. Darbeciler bu koşullarda toplumdan "hayırhah bir destek" sağladı. Sivil faşistler çekildi. Devrimci hareketler iç savaşta sivil faşistlere karşı mücadele yürüttükleri yapılarıyla, sınırlı toplumsal desteğiyle birlikte, faşist cunta güçlerinin karşısında kaldı. Bir direniş hattı oluşturulamadan yenilgiler yaşandı.

Devrimci Yol 1977'de ‘Bildirge’de "partileşme süreci" olarak ifade ettiği bütünlüklü süreci açık, belirgin, iddialı hale getirecek, tamamlayacak teorik, politik cüretkarlığı, cesareti, iradeyi gösteremedi. Devrimci Yol faşizme karşı mücadelenin güncel gereklerini karşılamaya çalıştı. Geniş halk kitleleriyle bağ kurulmasına, faşizme karşı mücadele yürüten güçlü, gelişebilecek kadrolara sahip olsa da örgütlenme ve mücadeleyi daha  üst biçimlere sıçratacak cesaret, cüret ve beceriyi gösteremedi.

Devrimci Yol açısından 1978 ve 1979 asıl stratejik olarak savunduğumuz düşüncelere göre güçlü adımlar, ataklar yapmamız ve partileşmemizin belirginleşmesi gereken bir dönemdi. Oysa somut olarak 1980 yılı içinde "açık faşizme" karşı bazı düzenlemeler, adımlar atılmaya çalışılıyor. Bunlar da çok sığ, teknik bile sayılmayacak şeyler.

Devrimci Yol'da geleneksel sol önderlik anlayışı içinde olan bir hareketti. Önderlik yapısı 1970'lerdeki devrimci önderlerin gösterdiği politik cüret ve cesareti gösteremedi. 12 Mart sonrası devrimci hareketler yükselen toplumsal dalgayı bir anlamda yakalamışlardı. Toplumsal dalganın yükselişi faşist terörle 1978'lerde kesilmeye başlamıştı. Devrimci hareketlerin güçlü politikalar yürüterek, toplumsal dalgayı durağanlaşmadan, yorgunluk ve yılgınlığa düşmeden daha ileri taşıması gerekiyordu. Faşistlerin halkı teslim almasını engellemiştik ama yarattıkları terör ve kaosun toplumu yormasını, durağanlaştırmasını engelleyemedik. Askeri müdahale, parlamentonun tıkandığı, toplumun yorulduğu, devrimcilerin başka bir politik açılım gösteremedikleri zamanda gerçekleştirildi. "Darbe" kendi koşullarını oluşturarak, seçenekmiş gibi geldi. 

Sosyalistlerin birliği, cepheleşmesi ise mücadelenin gelişimi içinde belki de daha rahat oluşabilirdi… 

Özetle, toplumsal çatışmanın gündelik gereğini yürütecek örgütlenme ve anlayışların ötesinde olası farklı gelişmeleri ve çatışmaları öngörecek politika ve yapılanmalara cüret ve cesaret etmek gerekir.

Sizin kırda darbe sonrası yürüttüğünüz direniş sırasında yaptığınız tartışmalar var. O dönem yenilgiyi bir bütün olarak, ideolojik-politik ve örgütsel düzeyde diye tanımlıyorsunuz. Özellikle 1985 sonrası yeniden kendini ifade etmeye çalışan solun çoğunluğunun ideolojik düzeyde bir sorun görmediğini, "toparlanmacı" diye tanımlayabileceğimiz bir anlayışla hareket ettikleri de vaki, fakat ideolojik sorun devam ediyor, çözülemedi/çözülmedi mi, ne dersin?

-İdeolojik sorun çözülmedi. Sosyalist ülkelerin çöküşü döneminde kısmen tartışmalar yaşanıyordu. Sosyalist, sol çevrelerde ideolojik sorunlar aşılmış gibi bir sığlık, sessizlik hakim. Genel bazı değerlendirmeler yapabiliyor olmamız, doğru bile olsa ideolojik sorunların çözüldüğü, sosyalizmin bir alternatif olarak ifade edildiği anlamına gelmez. Eski kavram ve yaklaşımların tekrarlanmasının yaşamda bir karşılığı yok. Sosyalizmin somut bir alternatif olması için ideolojik, teorik, politik, toplumsal, siyasal çabaların bütünlük içinde yürütülmesi gerekiyor. Bir çok ülkede güçlü kitlesel, toplumsal eylemlilikler devam ediyor. Sosyalistler bu eylemliliklerin neresinde bilmiyoruz. Kitleler demokratik ve ekonomik talepler için meydanları dolduruyor, bir süre sonra ya bazı haklar alarak ya da farklı biçimlerde dağıtılıyor. Eylemlerden geriye tartışmalar ve kimi değerlendirmeler kalıyor. Açık ki dönemin en önemli toplumsal olayları bu vb. olan kitlesel eylemler. Yaşananlar toplumda ve dünyada iz bırakıyor sonrası için bazı tartışmalar ve pırıltılarla mücadele devam ediyor.  

'PASS' (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi), 'Sunni Denge' gibi kavramlar 12 Eylül sürecinde ne derece sınandı, bugün için bunların doğruluğu yanlışlığını tartışma konusu yapmak  ne derece anlamlı?

-İdeolojik olarak, devrim, sosyalizm, kapitalizm, kapitalizmin krizi, neo liberalizm vb. meselelerde belirli bir netlik, düşünce oluşturulmadan Mahir Çayan'ın, Lenin'in, Mao'nun ve benzerlerinin stratejileri, bazı kavramları üzerine yapılan tartışmaların bir karşılığı olmaz. Geçmişi Bolşeviklerin, Narodniklere sahip çıktıkları gibi moral değerler açısından ele almak gerekiyor. Bazı çevrelerin, geçmişin kimi simge, slogan ve kavramlarını kullanmaları propagandatif değilse günümüzle nasıl bir bağlam, anlam oluşturduklarını açıklamaları gerekir.

12 Mart 1971-72 sonrası, 1974-75'li yıllarda konjonktür devam ederken bile Mahir Çayan'ın düşünceleri dönemin sınıf çatışması zemininde yorumlanması, değerlendirilmesiyle  savunulmuştu. Ülke, dünya, sosyalizm, kapitalizm üzerine yaşanan gelişmeleri açıklamadan geçmiş üzerine esaslı değerlendirmeler yapamayız. Üstelik dağınıklık, yenilgi, cezaevleri süreçlerinden yıllar sonra bu konularda geçmiş düşüncelerimizin bu günde geçerli olduğunu belirtmenin bir anlamı olmaz.

12 Eylül 1980 sonrası Devrimci Yol örgütlülüğü büyük oranda siyasal önderliği de dahil yakalanmıştı. Dağınıklığını aşma çabasında, toparlanma çalışmaları sürecinde 1981-82 yıllarında tartışarak oluşturduğumuz politik hat, açık faşizme karşı stratejik yaklaşımlarımızı içererek oluşturuldu. Kırsal alanlarda düşündüklerimizi kısmen hayata geçirme aşamasında Avrupa'da arkadaşlarımız arasında başlayan tartışmalarla 1985 yılında sonuçlandı.

Bazı gruplar 'biz Mahir Çayan'ın düşüncelerini hayata geçirdik' iddiasında olabilir. Kendi açımızdan somut pratik olarak kırsal alanda cuntaya karşı ayakta kalan bir mücadele içinde olduk. Yaşadığımız deney kırsal alanda siyasal toplumsal tarihimizdeki en geniş, örgütlü, özgün bir mücadele örneğiydi.

Bir araya gelmek her şeyi çözmez ama yine de bunca zaman göğüs gerilen onca sıkıntıya rağmen Türkiye Solu niye ortaklaşamadı?

-Birliktelikler, güçlü ideolojik teorik tartışmalar içinde oluşur. Sol içinde en güçlü tartışmalar 1965-70'li  yıllar arasında gerçekleşmişti. Küba devrimi, Che'nin  ölümü, Vietnam Savaşı, Çin'de yaşanan Kültür Devrimi, 68 rüzgarı, ülkede yaşanan toplumsal gelişmeler her düzeyde güçlü tartışmalar ve düşünceler üretmişti. Yakın tarihimize, toplumsal mücadeleye yön veren hareketlerin oluşumu da bu dönemler gerçekleşmişti. 1970'li yıllar sol hareketin hızla kitleselleştiği, faşist teröre karşı  direniş mücadelesinin bir iç savaş halini alması bütün gündemimizi belirledi. Bir anlamda kafamızı kaldıramadık. Yeterince ideolojik, teorik tartışmalara giremedik. 12 Eylül 1980’de yaşadığımız dağınıklığı aşma çabası içinde başlayan ideolojik tartışmalar olumlu, etkiliydi ama devam ettiremedik.

Güçlü toplumsal dalgalar çok farklı devrimci yapıları içine çekerek sürükler. Günümüzde ne güçlü ideolojik tartışmalar ne de yükselen toplumsal dalga var. "Sosyalizmin çöküşü" ve yıkıntılarının yarattığı sorunların ağırlığı da üzerimizde duruyor.

Birlik yerine, solun çürümüşlüğü, ne anlama geldiği ve içinden nasıl çıkılması gerektiği üzerine düşünüp, tartışmalıyız.

Her şeye rağmen solun tespit yapmakta üstüne yok, çoğu zaman kolayca "biz demiştik…" diyebileceği çok şey var. Fakat geriye baktığımızda o belirlemelere uygun adımlar attığımız ya da bunların yeterli olduğu söylenemez. Sence neden, yapısal bazı arızalarımız mı var?

-Uzunca bir zamandır devrimci kesimlerde siyaset yaşamı değiştiren, dönüştüren, toplumu doğrudan etkileyen tarzda yapılmıyor. Siyaset mühendisliği, gazete köşe yazarlığı, sorumluluk taşımadan, mış gibi yapma biçimi gibi tarzlar türedi. Devrimci siyaset tarzı günümüzde belirsizleşti. Devrimciler, kendilerini bir kenara bırakarak, toplumsal bağlarının olmadığını görmezden gelerek Aleviler, Kürtler, Laikler vb. üzerinden farklı formüller üreterek, etnik, inanç ve siyasal güçleri toplama, çıkarma hesaplar yaparak, ne yapılması gerektiğini belirlemekteler. Büyük siyaset adına içinde olmadıkları güçler üzerinden politika belirlemiş oluyorlar. Gazete köşe yazarlığı gibi yorumlar yapılıyor. Hiç bir sorumluluk üstlenmeyen ama dünyayı değerlendiren yazılar çıkarıyoruz. Yazdıkları düşüncelere göre kendileri bile yaşamıyorlarsa, insanlar niçin o düşünceler için yaşamlarını ortaya koysun. Bu konularda hepimizin anlatacağı ne yazık ki çok fazla anektod vardır.

Tekrar etmiş olacağım; devrimci siyasetin ne olduğunu bütünsel olarak somutta, toplumsal alanlarda, düşündüğümüz, tartıştığımız kadarıyla oluşturmaya çalışmalıyız. Varlığımıza uygun siyaset yaparak, ideolojik olarak da "başka bir dünyanın mümkün olduğu" iddiasını her adımda ortaya koyan bir mücadele hattı oluşturma gayretinde olalım. 

Geçmişte devrimci hareketlerin içerisinde kadınların az sayıda olduğu ve onların da belki bir iki istisna hariç "sorumlu" pozisyonlarda olmadığını görüyoruz, bu niye böyleydi?

-Devrimci hareketlerde kadınlar özellikle önderlik, merkez ya da sorumlu noktalarda yoktu. İstisnalar olabilir. Devrimci Yol, kitlesel bir hareketti, kadınlar genel yapısında azımsanmayacak kadar çok olmasına rağmen sorumluluk ya da merkezi yapılarında yoktu. Sol da genel olarak toplumdaki geleneksel anlayışların etkisi altındaydı. Anti-komünist, sağ kesimler devrimcilere yönelik ağır ahlaki saldırılar, propagandalar yapıyorlardı. Biz de topluma ne kadar ahlaklı davrandığımızı göstermek için, geleneksel değerleri aşmıyorduk. Cunta sonrası benim doğrudan yer aldığım kırsal alanda kadın arkadaşlar yok denecek kadar azdı. Bu alanlarda kadın arkadaşlar öncesi dönemlerde de yoktu. Kadın arkadaşların kırsal alan ve mücadelesinin gerekli fiziki koşullarının ağırlığı altında zorlanacağını düşündük. Toplumun kadına bakışının üzerimizdeki etkileri nedeniyle de tutuk davrandık. Devrimci hareketlerin kadınlara yaklaşımlarının doğru olduğunu söyleyemeyiz. Bu konuda yeterli bilgi, bilinç ve anlayış içinde değildik. Kadın çalışması olarak bir kaç dernek vardı. Mahallelerde kadınların faaliyetlere katılmasını sağlamaya yönelik çalışmalardı.

Günümüzde kadın hareketlerinin bilgi, bilinç, eylemlilik ve topluma etkileri gelişti. Kürt Hareketinin uzun yıllara dayanan mücadelesi kadınları öne çıkardı. Kürtlerin bölgesel düzeyde yürüttüğü mücadele, kadınların doğrudan askeri alanlar dahil her alanda öne çıkmasını sağladı. 21.yüzyıl toplumsal mücadelelerinin önemli bir dinamiğini kadın hareketleri oluşturacak gibi.

Kürt hareketine bakışınızda 80 öncesi, sonrası kırdaki mücadele ve bugünü karşılaştırdığımızda ne tür bir değişim yaşadın?

-Malatya, Dersim, Sivas, Adıyaman, Erzincan, Elazığ Kürtlerin batıyla, Türklerle geçiş bölgesi gibiydi. Genel siyasal hattımızı Kürt kentlerinde de izledik. Doğrudan halkın içinde yaşadığımızda, düşüncelerimizde ve politikalarımızdaki eksikliğimizi hissettik. Kürt halkının tarihsel olarak yaşadıklarını, kitaplarda yazılmamış olanları, bize bakışlarında, yüzlerinde, sıcaklıklarında gördük. Orta Doğu’da Devrimci Yol'un toparlanma çalışmaları ve Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi'nin kurulma sürecinde PKK ile daha doğrudan ilişkilerimiz, tartışmalarımız oldu. Karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma içinde olduk. 1984-85  yıllarında yurt dışında olumsuzluklar yaşandı. O günlerden günümüze ülke düzeyinden bölge düzeyine olaylar gelişti. Kürt halkının varlığını, tarihsel olarak yaşadıklarını, haklarını, taleplerini görmeden, savunmadan, yanında olmadan bir demokratikleşmenin gönüllü birlikteliğin, kardeşliğin olmayacağını bilmemiz gerekiyor. Kürt'ün ezilmesi, yok sayılması, Türk’ün de ezilmesi, onursuzlaşmasıdır. Kürtlere faşizm, Türklere demokrasi olmaz. Demokratikleşme ve özgürlük, Kürtlerin sorunları ortadan kaldırılmadan sağlanamaz.

Özellikle iktidarın, egemenlerin ülkenin geleceğini "beka"sını Kürtlerin üzerinden, ezerek, kölelik dayatarak sağlama politikaları "savaş" politikalarıdır. "Beka" eksenini AKP-MHP kendi iktidar yapılarıyla özdeşleştiriyor, CHP de arkasında yer alıyor. CHP'nin yanında, çeperinde duran sol, şoven kesimler de "Beka" eksenini besliyor. İktidarın, egemen kesimlerin "beka" diyerek yürüttükleri savaşla bizzat ülkenin geleceğini kararttıklarını, yok ettiklerini görüyoruz. Demokratikleşme, özgürleşme sağlanmadan, gönüllü birliktelik, eşitlik koşulları oluşmadan ne kardeşlik ne de bir ülkenin bekası sadece askeri güçlerle, savaş ve şiddetle sağlanamaz.

Bugünkü yaşadığımız süreçle ilgili TC için "emperyalist/alt emperyalist", "3. Dünya Savaşı" türünden nitelemeler var, bunlarla ilgili ne dersin?           

-T.C., 1970-80 yıllarında tanımladığımız, emperyalizme bağımlı, geri bıraktırılmış, çarpık  kapitalist yarı sömürge, yeni sömürge ülke konumunda denemez. 1980 öncesi ülke nüfusunun % 65-70 kırsal alanda yaşıyordu. Günümüzde ise bu oran tersine kentlere doğru gelişmiştir. Dünyada ve ülkede yaşanan gelişmeler, kapitalizmin neo liberal dönemi, neo liberal politikaların yarattığı değişim ülkeyi farklı noktalara taşıdı. 12 Eylül 1980 faşist cunta sonrası hızlandırılan neo liberal politikalar "sosyalizmin çöküşü ve kapitalizmin zaferi" ülke içindeki devlet, toplum yapısını da değişime uğrattı. Sonuç olarak egemen sermaye yapısında, toplum, devlet yapısında da değişimler yaşandı. Burada ANAP-Özal döneminden, Demirel, İnönü koalisyonundan, Mesut Yılmaz, Ecevit, Bahçeli koalisyonundan, Erbakan'ın başbakanlığından, 28 Şubat sürecinden, AKP'nin oluşumundan, iktidarından, sermaye yapısındaki gelişmelerden, neo liberalizmin krizinden, Ergenekon vb. davalardan, AKP'nin kapatılması davasından, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve Abdullah Gül'ün seçilişi, Fetullah Gülen, Anayasa referandumu, 15 Temmuz 2016 darbe veya girişimi veya "uzun bıçaklar gecesi", günümüze kadar devam eden egemen kesimin her düzeydeki müdahalesi ile farklı bir durumdayız. Bu arada Kürt sorununda yürütülen savaşın seyri, Abdullah Öcalan'ın TC'ye teslim edilişi, çözüm süreci, Suriye'deki gelişmelerle birlikte yaşananlar. Çözüm sürecinin bitişi, hendek, barikat, kent savaşları, sonrası…

Türkiye emperyalist politikalara yönelen, bölgede askeri savaş, işgal, sömürü, talan yapan bir ülkedir. Bölgede, İsrail, Rusya ve İran'ın dışındaki ülkelerin hepsinden askeri ve ekonomik olarak daha güçlü konumda. Kendi başına emperyal politikalar yürütecek kadar güçlü olmadığı içinde Rusya ve ABD arasında oluşan boşluklar, çelişkiler üzerinden hareket ediyor. Türkiye için alt emperyalist yapıda diyebiliriz.

Dünyada henüz güçler dengesi ya da bir odağın hegemonyası oluşmadı. Yeni dünya düzeni, şimdilik bir düzensizlik olarak, bölgesel ve lokal alanlarda yürütülen savaş, işgal, ilhaklarla düşük düzeyde bir emperyalist paylaşım, egemenlik savaşı olarak derinleşiyor. Üçüncü dünya savaşı, emperyalist egemenlik ve paylaşım savaşı olarak, düşük düzeyli biçimde seyrediyor. Emperyalist kapitalist ülkelerin çatışmasının giderek derinleşmesini engelleyecek bir gelişme henüz görünmüyor.

Günümüzde kendiliğinden patlayan, gelişen toplumsal eylemliliklerin hızla yaygınlaşması, sonrası dersler, deneyler bırakarak çekilmesi yaşanıyor. Bizim içinde olmaya çalışmamız, yaşamamız gereken eylemlerdir. Deneylerin biriktirilmesi, değerlendirilmesi, karşılıklı etkileşim içinde enternasyonal bağlar kurarak daha güçlü, örgütlü, kalıcı hareketlere yönelmeliyiz. Devrimci toplumsal güçlerin mücadelesidir; emperyalist güçleri ve savaşları geriletecek olan…

Gezi neydi?

Gezi, toplumun iktidara karşı kendiliğindenci bir patlamasıydı. Taksim Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesine karşı başlayan eylemler, gece içinde direnişçilerin uyuduğu çadırların zabıta ve polislerce yakılması sonrasında hızla gelişmiş, ülke geneline de yayılmıştı. AKP iktidarının yarattığı, Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel, özel her konudaki müdahalelerine karşı toplumun tepkisiydi. Kentin rant alanı haline dönüştürülmesine, yaşama müdahalelere, egemen cinsiyetçiliğe, işsizlik, geleceksizlik gibi konulardaki tepkisiydi. Eylemde sol, demokrat, aydın kesimler de yer alarak etkilemeye çalıştı. Farklı kesimler de eylemi kendi eksenlerinde etkilemeye çalışmıştır. İktidar doğrudan kendine karşı "faiz lobicilerinin, bazı çevrelerin uluslararası komplosu" olarak değerlendirdi.

Neo liberal kapitalizmin oluşturduğu sistem içinde henüz  toplumu kavrayan, örgütleyen bir devrimci siyaset oluşturulamadı. Toplumsal kesimlerin biriken tepkileri, kendi zeminlerinde ifade etme, bilinçli, örgütlü, mevzileşen mücadelelere dönüştürülemedi. Biriken tepkiler bir noktada, kentlerde meydan, park, cadde vb. yerlerde patlıyor. Toplumun farklı tepkisellik taşıyan kesimleri de bu alanlarda yer alarak kendini ifade etmeye çalışıyor. Eylemlilikler büyüyor. Bilinen, alışılmış formların dışına çıkan, somut talepleri olan direnişler hızla yayılıyor. Ülke geneline olduğu gibi dünya genelinde de benzer eylemlerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Eylemler bir yerden sonra kısmi hedeflerine ulaşmış olarak geri çekiliyor. Bazen de farklı güç odakları tarafından manüplasyona uğratılıyor.                                                                                                                                         

Gezi eylemliliği sol çevreleri de etkiledi, tartışmalar yürütüldü. Sol, Gezi eylemliliği patladığında hazır değildi. Bir sonrasına hazır olmalı. "Eğer hazır olsaydı devrim olabilirdi" türünden sözler edildi.

Bir devrimci siyaset, toplumsal gelişmenin içinde, tepkileri görerek, politikasını birlikte oluşturarak, talepleri, eylemlerin seyrini, yönelimini, etkisini güçlü kılmaya çalışır. Bir dahaki Gezi eylemine devrimciler hazırlanmalı veya hazır olmalı gibi bir yaklaşımın karşılığı yoktur. Devrimciler, toplumsal gelişmenin ve doğrudan eylemin içinde yer alması gerekir. Devrimci bir siyaset, toplumsal zeminler, eylemlilikler içinde oluşur. Tartışmamız gereken devrimci bir siyaseti oluşturacak birikimi mücadele içinde yaratma konusudur. Gezi gibi eylemlilikler üzerine yapılan değerlendirmelerin bir çoğu kısa vadede sonuç elde etme çabasıydı. Pek de karşılığı olmadı. 20. yüzyıl devrimleri 18 ve 19. yüzyılın sınıfsal mücadelelerinin birikimi üzerinde gerçekleşmişti. "Sosyalizmin çöküşü" sonrası üzerimizde hala yıkıntılar duruyor. 21. yüzyıl devrim ve toplumsal mücadeleleri de üzerimizdeki yıkıntıların kaldırılması ve birçok deneyin yaratacağı birikim ve enerjinin açığa çıkışıyla gerçekleşecek.

Son olarak işlerin dünyada ve Türkiye’de solun aleyhine seyrettiği bu süreçte çıkış olanakları görüyor musun?

-Sosyalizmin her anlamda etkisiz, güçsüz olduğu bir dönemde kapitalist sistem krizden, çatışmalardan çıkamıyor. Kapitalizm çok sınırlı bir sermaye sahibi kesim dışında insanlık ve doğa için mutsuzluk, yıkım demek. Şimdi kendiliğinden biçimde gelişen toplumsal patlamaların sermaye güçlerinde, egemen iktidarlarda yarattığı korkuyu görüyoruz. Devlet yapısının sermayenin çıplak bir baskı, denetim aracına dönüştüğünü görüyoruz. Bir yere kadar sürer baskı, şiddet. Bir yerden sonra toplumların mücadelesi her şeyi belirler. Umut; emperyalizmin, kapitalizmin dışladığı, ezdiği, yok etmeye çalıştığı tüm kesimlerin tepkilerinin daha güçlü, bilinçli, örgütlü bir mücadeleye doğru gelişmesinde...

Öne Çıkanlar