Nagehan Tokdoğan: Erdoğan yoksa AKP'nin olmadığı bir noktadayız

Nagehan Tokdoğan: Erdoğan yoksa AKP'nin olmadığı bir noktadayız
İnsanlar Müslüman olarak gördükleri bir siyasal oluşumdan adil ve merhametli olmasını bekledi... Karşımıza çıkan tablo ise bambaşka.


Ayşe ÇAVDAR


AKP’nin ve bu partiyi gün geçtikçe gövdesinde eritip görünmezleştiren Tayyip Erdoğan’ın en iyi yaptığı işlerden biri siyasi hitabında geçmişi, bugünü ve geleceği birbiri içinde eriterek bir mahşer anı ilüzyonu yaratması. Mahşer, yani kıyametten hemen önceki toplanma yeri. Ölülerin kabirlerinden kalktıkları ve Allah’la yüzleşmek üzere olmanın verdiği korkuyla titreyen nabızlarını dinledikleri o belirsiz ve sonsuzca kalabalık an. Annenin oğulu, kardeşin kardeşi, sevdalıların birbirlerini tanıyıp bilmedikleri, herkesin artık sonsuza kadar sürecek kaderini beklediği son… Erdoğan’ın onu sevenlerini olduğu kadar sevmeyenlerini de sürekli böylesi bir nabız atışında tutabilmesinin anahtarı ise siyasi diline, jestlerine duyguların hâkim olmasından asla çekinmemesi. Çekinmek bir yana, ne zaman insan içine çıksa en az birkaçını üzerine silah gibi kuşanması. Seçtiği kelimeler ve jestler aracılığıyla birer performansa dönüştürdüğü duygular sayesinde hem destekleyenleriyle hem de ondan hiç haz etmeyenlerle kurduğu direkt ilişki…

Bağımsız akademisyen Nagehan Tokdoğan, Erdoğan’ın memleketin duygu repertuarından hangilerini ne tür hallerde çıkarıp kullanıma açtığını, hangilerini uyandırıp hangilerini ikincilleştirdiğini ve nihayetinde bunca yıldır yürüttüğü bu duygu siyasetinden geriye ne kaldığını araştırdı ve yazdı. Kitap, "Yeni Osmanlıcılık: Hınç, nostalji, narsisizm" adıyla geçtiğimiz haftalarda İletişim Yayınları’ndan, harika bir zamanlamayla çıktı.

Önümüzdeki yerel seçimler, geçtiğimiz senelerdeki genel seçimler ve referandumun aksine farklı siyaset tarzlarıyla kurulan "duygusal" ilişkilerin, daha doğrudan temas ve çıkarlar üzerinden nasıl bir sınav verdiğini ortaya koyacak. Bu da yalnız iktidara değil muhalefete de siyasetin her düzeyinde kendini sınama olanağı verecek.

Tokdoğan’la yaptığı araştırmayı ve bu çerçevede siyasi manzarayı, Erdoğan’ın duygu siyasetiyle kendisini var eden tarihsel-sınıfsal öyküyü nasıl dönüştürdüğünü konuştuk, bu dönüşümün faturasının kime nasıl çıkabileceği üzerine kafa yorduk…



Fotoğraf: Engin Gelibolu
- Duygular ve siyaset ilişkisinin içinde bulunduğumuz dönemde, özellikle AKP’nin yükselişinde ve dönüşümünde nasıl bir etkisi olduğunu araştırdın. Kitabında bu araştırmanın, muhalefetin AKP seçmenine yönelik tavrından duyduğun rahatsızlıktan doğduğunu yazıyorsun. Bu rahatsızlığı biraz açar mısın?

Beni yaklaşık 10 yıldır muhalefetin, AKP seçmenine yönelik indirgemeci yargıları, yani "kömür için, makarna için oy veren insanlar" oldukları yönlü iddialar, yahut AKP’ye oy verdikleri için "koyun, cahil" gibi nitelenmeleri rahatsız ediyordu. Bana sorarsanız AKP, bir kriz döneminin ardından, sıradan insana çok büyük bir umut vadederek iktidara geldi. Bu ülkenin mazlumlarına, kaybedenlerine, kendilerini değersiz, görünmez hisseden insanlarına umut vadederek, onların dilini konuşacağını, taleplerini ve ihtiyaçlarını karşılayacağını söyleyerek iktidar oldu. AKP’ye insanlar çok uzun süre bu umutla oy verdiler.

- O dönemi beraber hatırlayalım. Mazlumlara umut verdiği kadar, peş peşe siyasal ve ekonomik krizlerden yorulmuş elitlere de umut verdi sanki AKP, hatta "mazlumlar"ı sakinleştireceği umudunu verdi onlara.

Doğru. Muhafazakâr demokrasi adını verdikleri, salt İslamcılarla sınırlı kalmayan bir demokrasi ve eşitlik şiarıyla yola çıktılar. Milli Görüş’ten en büyük farkları ise daha piyasacı olmalarıydı tabii, bu da neoliberalizme eklemlenme arzusunda olanlara umut verdi. Bu hem ülkenin zenginleri hem de yoksulları için bir yandan bir tür "yırtma" umuduydu, zenginleşme, dünyaya eklemlenme, böyle bir umut da vadetti tabii ki.

- Peki ne zaman döndü rüzgâr?

2007 sonrası diyebilirim. Cumhuriyet mitinglerini, e-muhtırayı hatırlarsın. AKP’nin bütün bu badireleri atlattıktan sonra mazlumluk hikâyesini kitleselleştirmesi ve dile dökmesi gerekiyordu. Çünkü zaferle çıkmıştı bütün o badirelerden. Sonra da 2009, 2010, 12 Eylül Referandumu çok kritik bir dönemeç bence. AKP sağ çıktığı badirelerin ardından, tam da iktidarını tam manasıyla tesis ettiğini hissettiğinde mağduriyet söylemini kitleselleştirdi. Yani bütün o çağırdığı duyguları, aşağılanmaktan, ezilmekten ya da bastırılmaktan doğan nefreti ve öfkeyi anonimleştirdi.

- Fakat bu AKP’ye ve Türkiye’ye özgü bir durum değil. Benzer bir eğilim başta Avrupa olmak üzere kürenin her yerinde vardı galiba.

Elbette AKP’yi ve Erdoğan’ı dünyadan yalıtarak değerlendirmemiz mümkün değil. Bu duygu siyaseti için de, lider kültü için de geçerli. Erdoğan’ın yükselişini dünyadaki eğilimlerden ayrı bir muamma olarak değerlendiremeyiz. Genel olarak bir lider kültüne, kurtarıcı misyonu yüklenen birine yoğun bir duygusal yatırım yapmaya başladı kitleler yeniden o dönemde. Bunun neoliberalizmin krizinin bir sonucu olduğunu söyleyenler var. Ben de katılıyorum bu görüşe. Neoliberal özneler o kadar güvensiz hissediyorlar ki, genel olarak, güçlü lideri, daha otoriter bir siyasetle yönetilmeyi, sınırları daha net çizilmiş bir toplum içinde yaşamayı, zeminin ayaklarının altından kaymayacağı güvenli hapishaneler yaratılmasını talep ediyor olabilirler.

MUHALEFETİN DUYGU KÖRLÜĞÜ

- Neoliberalizmin krizi dediğin hali biraz açabilir miyiz? Küreselleşmenin beraberinde getirdiği korkular mıydı sebebi?

Türkiye üzerinden gidecek olursak AB sürecini hatırlarsın. Müthiş bir açılım Türkiye için. Ardından Kürt açılımı… 2010-2011’e kadar hemen her alanda hem dünyaya hem kendi içindeki ötekilere açılma gayesinde bir Türkiye vardı sanki. Küreselleşme ekonomik anlamda bu ve benzeri açılımları tüm dünyada teşvik etti. Fakat hemen ardından siyasi otoritaryanizme yönelerek tekrar kapanma eğilimine girdi. Bu da dünyanın yörüngesinden bağımsız değil tabii. O kadar tekinsiz bir alan ki başkasına, ötekine, bizden olmayana açılmak… Dolayısıyla böylesi büyük hamlelerden hem iktidarlar hem de sıradan insanlar korkuyor esasen.

- AKP sahanın verdiği tepkilere çok duyarlı bir parti. 2007’de askerle kavga ettiğinde alabildiğine artırdı oylarını, ama görece daha rahat olduğu bir dönemde tüm zamanların en düşük oy oranıyla yetinmek zorunda kaldı. Belki de açılma modasının bittiğini bu yolla anlamıştır.

Kesinlikle, AKP, en çok anket yapan, tabanı en çok yoklayan parti. Bunun için her türlü olanakları var tabii. Teknolojinin de gelişmesiyle tabanı yoklama işini çok iyi operasyonelleştirdiler. Tabanın algısı ve ne istediği AKP’yi çok ilgilendiriyor. Bence bu yüzden duygu siyasetini bu kadar başarılı yürüttüler ve uzunca bir süre kitlelerini nicel olarak da hacmen de genişletmeyi, rıza almayı başardılar. Tabanın beklentilerini ve duygularını okumayı, o yönde siyaset yapmayı çok iyi becerdiler diye düşünüyorum.

- O beklentileri yaratmayı da belki.  

Bir yandan da yaratıyorlar tabii…

- AKP bu beklentiyi okuyor, yaratıyor vs. Peki muhalefet ne yapıyor bu esnada? Muhalefet duygu siyasetinin neresinde?

Muhalefetin, sırf AKP dönemine özgü olduğunu düşünmediğim, şöyle bir hatası olduğunu hissediyorum: Meselelere çok fazla yapısal analizlerle ve kuş bakışı bakıyor. "Muhalefet elitist ve halka inmiyor" gibi bir yargıda bulunmuyorum tabii. Fakat bu yöntem, meseleleri halkın gözünden görmesine de mani oluyor. Yoksul bir kadının, Kürt bir çocuğun gözünden meseleleri görememe, dünyayı okuyamama gibi bir metodolojik hata yapılıyor bence. Bu nedenle duygu siyasetinde de çok geride kalıyorlar. İnsanların duygusal ihtiyaçlarını tespit etmekten uzaklar. Bizatihi AKP tarafından vahşice sömürülen bir işçinin ısrarla AKP’ye oy vermesini duygular dışında başka nasıl açıklayabiliriz? Meseleyi yapısal ya da ekonomik saiklere sınırlamak yetmiyor belli ki. İnsanlar salt maddi varlıklar değiller çünkü. Aynı zamanda duygusal varlıklar. Değer görmeye, değerli hissetmeye ihtiyacı olan varlıklar. Muhalefetin temasla ilgili bir sorunu var. Daha büyük ve ideolojik lafların ve analizlerin arasında sıradan insanın sıradan ve basit talepleri, duygusal ihtiyaçları es geçiliyor. AKP dönemiyle birlikte muhalefetin duygu körlüğü iyice netleşti. Çünkü AKP tam tersi bir rota izledi. Duygulara o kadar hitap etti, meselelere o kadar sıradanın insanın gözünden bakıyor gibi yaptı ki, muhalefetin bu konudaki eksikliği iyice ifşa oldu bence.

DENEYİMLE SABİT ÖNYARGILAR

- Duyguları ile bir şeye ikna olmuş bir insanı, ekonomi-politik argümanlarla başka türlüsüne ikna etmek ne kadar mümkün?

Bence Türkiye’de ne yaparsa yapsın CHP’ye oy vermeyecek çok geniş bir merkez sağ kitle var. Bunun da duygular haricinde bir açıklaması olduğunu düşünmüyorum. Yüz yıllık CHP algısı; "monşer" dedikleri insanlar… Sokakta karikatürize edilir ya halkı aşağılayan dore saçlı CHP’li teyze… Bu imaj merkez sağ kitlede müthiş kemikleşmiş görünüyor, deneyime de dayalı bir önyargının ürünü tabii. Bunun deneyim boyutu kesinlikle var. Bu insanlara ne yaparsanız yapın CHP’ye oy verdiremezsiniz. Başka partileri de konuşmamız gerekirse, insanlar AKP dışındaki tüm sol-muhalif parti ve oluşumların bir şekilde Müslümanlıkla ilgili bir sorunu olduğunu düşünüyorlar. Bu ülkenin bir omurgası varsa o da milliyetçilik ve Müslümanlık’tır diyebiliriz. Her ne kadar Cumhuriyet’in kuruluşuyla laikliğin tesis edildiği ve dinin kamusal alandan dışlandığı söylense de, reel düzlemde pek de böyle yaşanmamış bu durum. Egemen ideolojiyle resmi ideoloji arasındaki o açı hiç kapanmamış sanki. Bu ülke omurgadan hep dindardı, hep muhafazakârdı ve hep milliyetçiydi gibi geliyor bana.

- Muhalefet duygu siyasetini beceremiyor mu, yoksa etik olarak doğru mu bulmuyor? Sanki siyasetin duygularla ilgilenmemesi gerekiyormuş gibi bir etik sınır mı beyan ediyor muhalefet?

Ben bunu duygu körlüğü olarak okuyorum. Bir etik sınır olduğunu ya da muhalefetin bu yüzden duygu siyaseti yapmadığını düşünmüyorum. Günlük hayatında çok da gazete okumayan, akşam ana haber bülteni izlemekle yetinen sıradan bir insan siyasete nasıl angaje olabilir? Bu insan tumturaklı bir ideoloji benimsememiş. Bu konu üstüne düşünmemiş bile. Yaşam gailesi içinde bir insan. İnsanlar siyasete duygularıyla angaje oluyorlar. Sıradan insanlardan bahsediyorum. Siyaseten daha profesyonel olanlardan, teşkilatlar içinde var olan insanlardan değil.

İKTİDARA DUYGUSAL YATIRIM

- Bu insanlarla konuşabilenlerden biri de Demirel’di galiba. "Şuraya kıratı koysam seçtiririm" demişliği var.

Evet, mesela insanların aptallığına vurgu yapmıyor orada Demirel. Bir "baba" figürü o ve insanların ona yaptığı duygusal yatırımla ilgili bir durumdan bahsediyor bence. Duygular ve siyaset ilişkisinin "etik" üzerinden tartışılması doğru değil. Bu çok modernist bir tartışma bir kere. Müthiş bir ikilik kuruluyor burada. Akıl, duygu ikiliği. Sıradan insan için böyle bir dünya yok. Sıradan insanın düşünüp hangi ideolojiyi benimseyeceğini seçmek gibi bir derdi yok. Ama ortada semboller var, onun duygularına hitap eden liderler, söylemler, sembolik eylemler var. Sıradan insan siyasete, sembollere duygusal yatırım yaparak angaje oluyor. Bunu etik bir sorun olarak görmüyorum. Bilakis duygu siyasetinin ve duygu yatırımının çok üretken de olabileceğini düşünüyorum. Önümüzdeki örnek, sonuçları açısından çok kötü tabii. AKP, duygu siyasetini fazlasıyla işe koştu. Sonuçları bakımından bugün toplumun kılcal damarlarına işleyen ve faşizme varan bir noktaya geldik maalesef. Fakat aynı zamanda çok üretkendir duygular. 2000’lerin başını düşünün. İnsanlardaki o umut dalgasını düşünün. Buradan bir kötülük çıkmayabilirdi. Duygular, doğru ellerde işe koşulsaydı sahiden de daha demokratik bir ülkede yaşıyor olabilirdik bugün. Şöyle düşünelim: AKP mağduriyet söylemine yaslandı ve bu söylemden fışkıran nefreti, öfkeyi, intikam arzusunu tetikledi evet. Toplum da, bu duyguları yeniden üreterek sahici anlamda bir toplum olma idealinden çok uzaklaştı maalesef. Fakat diğer yandan benzer ve belki daha ağır bir mazlumluk deneyiminden geçmiş olup, mağduriyet söylemi yerine mücadele söylemini benimseyenler var. Mücadele söyleminden fışkıracak duygu umuttur, ilerleme arzusudur, değişim isteğidir. İntikamcılık değil yüzleşme ve bağışlamadır. Yani mesele duygu siyasetinin kötü bir şey olduğuna kilitlenemez. Siyasette duygularla ilgili algımızı değiştirmemiz gerekiyor.

- AKP çok sık karar değiştiriyor ve sürükleyici olabiliyor. Bir "kandırıldım"la tüm meseleleri tatlıya bağlıyor. Hiçbir hatasının oy kaybına sebep olmaması da yine duygu siyasetinin yarattığı bir avantaj mı?

Duygular insanları çok kararlı kılıyor. Fakat biz hâlâ AKP’nin duygu siyasetinin doğurduğu sonuçları rasyonalite temelinde açıklamaya çalışıyoruz. "İki gün önce Kürtlerle ilgili böyle diyordu, şimdi böyle diyor; ama oy kaybetmiyor…" Rasyonel bir çelişki arıyoruz bu dönüşlerde. Lider ne derse desin haklı görülebiliyor. "O zaman öyle düşünüyordu lider, ama yanılmış demek ki, şimdi böyle düşünüyor. Ben de ona hak veriyorum. Çünkü ben lidere her şeyden çok duygusal açıdan bağlıyım. Ve bu beni aptal bir insan yapmıyor."

- O halde biz AKP’den çok Tayyip Erdoğan’la kurulan bir ilişkiden bahsediyoruz.

Evet. Erdoğancılıkla AKP’liliği birbirinden ayırmamız gerekiyor artık. Erdoğan yoksa AKP’nin olmadığı bir noktaya çoktan geldik. Güçlü lider arzusu öyle bir boyuta ulaştı, o duygusal yatırım o denli yoğunlaştı ki, ne olursa olsun onun arkasında durma, onu "yedirmeme" haline dönüştü… Bu önceki travmalara, Menderes ve Özal’la ilgili yaşananlara da dayanan bir savunmacılık aslında. Bu savunmacılık salt rasyonalite ile işlemiyor. Öyle olsa Erdoğan da AKP de farklı bir yerde olabilirdi. Bu meseleye duyguların penceresinden baktığımızda insanların neden her şeye rağmen liderlerinin arkasında olduğunu görebiliriz. Bunca yıldır yaptıkları duygusal yatırımlarından vazgeçmiyor insanlar. Ne olursa olsun lideri, partiyi, davayı savunmak gibi çok net bir savunmacı ve aynı zamanda reaksiyoner pozisyona çekiliyorlar.

ADALETTEN İNTİKAMA, MERHAMETTEN HINCA

- Erdoğan’ın arkasındaki kitlenin duygularından söz ederken hınç, intikamcılık, haset gibi sözcüklerden, duygulardan söz ediyorsun. Bu duygular daha evvelden var olan, merhamet, adalet, hüzün gibi duyguların yerini almış gibi geliyor. Eğer öyleyse Erdoğan’ın kitlesine nasıl bir dönüşüm yaşattığını, sözcülüğünü yaptığı Müslümanların temsilini ne yönde değiştirdiğini düşünüyorsun? Erdoğan aracılığıyla yaşadıkları iktidar tecrübesi Müslümanlarda ne tür bir duygusal değişim yarattı?

Adalet talebinin yerini intikam arzusu aldı mesela. İntikamcılık, haksızlığa uğramışlık hissiyatıyla açığa çıkan bir duygu. Ne merhamet gördüğünü ne de kendisiyle ilgili olarak adaletin tesis edildiğini düşünüyor özne. Güçlendiği anda da bunu intikamcılıkla dışa vuruyor. Az önce yüzleşme ve bağışlama dedim ya, onu da tercih edebilirdi halbuki..  Haset duygusu ise bir kayıp deneyimiyle, güçten düşme hikayesiyle bağlantılı açığa çıkıyor. Bugün Osmanlı’nın nasıl hatırlandığına bakın: Müthiş bir azamet duygusu, güç duygusu var, cihan hakimiyeti, yedi kıtaya hükmetmiş bir medeniyet.. Onun kaybedilmesiyle birlikte yoğun bir ümitsizliğin ve düşmanlığın duygusu olarak ortaya çıkıyor haset. Batı’ya, içimizdeki Batıcılara, imparatorluğun yıkılmasına su taşıyanlara, bizi biz yapan değerlerden kopardıklarını düşündüklerimize yöneliyor tabii. Gücün yeni sahiplerine yani. Hınç duygusu, bahsettiğim diğer negatif duyguların uzunca bir süre bastırılmasıyla, ifade edilememesiyle, içe atılmasıyla ortaya çıkıyor. Gücün yeniden tesisiyle de hıncın nasıl yıkıcı siyasetlere kapı araladığını görmüş olduk maalesef. İktidar bu yüzden zehirli bir şey. Bugün geldiğimiz noktada adalet talebi muhalefette de var. Peki şimdi muhalefette olanlar bir gün iktidara gelirlerse bu adalet talebinin intikamcılığa dönüşmesini nasıl engelleyecekler? Şu anda sorulması gereken en önemli soru bu bence. İnsanlar Müslüman olarak gördükleri bir siyasal oluşumdan adil ve merhametli olmasını bekledi. Kendilerine sunulmadığını düşündükleri adaletin tesisini onların sağlayacağını umut ettiler. Karşımıza çıkan tablo ise bambaşka. Müthiş bir hayal kırıklığı yarattı tabii bu durum. Özellikle son 5-6 yılda yaşananlar, bu davaya düşünsel ve duygusal yatırım yapmış Müslümanlarda yoğun bir hayal kırıklığı yarattı. Tam anlamıyla rezil olduklarını, iktidar deneyiminin kendilerini rezil ettiğini düşündüler ve içlerine kapandılar belli ki.

- Buradan nereye gidilir? Duygu siyasetinin kapısı bir krizle açıldı ve görünen o ki bir krizle kapanacak. Ekonomik krizden değil, duygu siyasetinin kendi iç krizinden söz ediyorum. Bu duygular Erdoğan ve ekibine nereye kadar kendileriyle siyaset yapma imkânı verecek? Duygu siyasetinin sınırı etik değilse nedir?

Bu siyasetin vardığı yer yine başka bir kriz oldu evet. Toplumsal bir krizden bahsediyorum. Kutuplaşma olarak da tarif edilen, toplumun çok geniş kesimlerinin dışlandığı, aşağılandığı, sözüne değer verilmediği bir noktadayız. Gündelik hayatta yoğun bir şekilde gözlemlediğimiz ve deneyimlediğimiz şiddet bu krizin en somut görünümü. Ekonomik kriz belki AKP’yi bitirmeyecek ama toplumun krizi aşılmazsa buradan hayırlı bir şey de çıkmayacak gibi duruyor. Başta bahsettiğim umut, sıradan insanda müthiş bir hayal kırıklığına dönüşmüş durumda. İnternette AKP kitlesinin sayfalarını takip ediyorum yıllardır, orada paylaşılanların altına yazılan yorumları okuyorum. Son birkaç aydır insanlar açıkça "Biz 16 yıldır sana oy verdik, bu davaya gönül verdik, ama sen hep önce bizi ezdin. Zengin daha da zengin oldu, fakir daha çok fakirleşti" gibi cümleler yazıyorlar. AKP sayfalarındaki Erdoğanizm bombardımanına artık açıkça böyle tepkiler veriyorlar. Bu yorumların yüzde sekseninde müthiş bir hayal kırıklığı var. Erdoğan’a yönelen bir öfke de çok yoğun tabii. İşte bu yeni bir şey…

ERDOĞANİZM'İN ÇIKMAZ SOKAKLARI

- Bunu biraz açar mısın? Duygu siyaseti çok olanaklar sunan bir strateji ama zannediyorum krizi de o olanaklar ölçüsünde sert ve önüne geçilemez bir şey olsa gerek.

İnsanlar yıllarca Erdoğan’a ve partisine o kadar yoğun bir duygusal yatırım yaptılar ki… Bir AKP sayfasında Erdoğan’la ilgili bu denli hakarete varan yorumlar okuyacağımı ben de hiç tahmin etmezdim. Müthiş bir hayal kırıklığına dayanıyor bu öfke. Ekonomik kriz asla tek başına bir ekonomik kriz değil. Bu insanlar daha da yoksullaşıyor ve paryalaşıyorlar. Erdoğan’ın da artık kendilerinin, yani mazlumların sesi olduğuna inanmıyorlar. Saraydan ve şaşaasından, giderlerinden çok bahsediyorlar mesela. Buna çok öfkeliler. Saray deyince aklımıza Erdoğan geliyor, dolayısıyla ona da çok öfkeliler. Erdoğan’ın bir şekilde geldiği yeri ya da geçmişini unutup, kendilerini de geride bıraktığını düşünüyorlar. Bu dönem çok farklı mağduriyetler doğurdu. Emeklilikte Yaşa Takılanlar mesela. Bu insanlar yıllardır AKP’ye oy vermişler. Şimdi Erdoğan fotoğraflarının altına şöyle yazıp dalga geçiyorlar: "Ona oy vermek gündemimizde yok." Çünkü Erdoğan bu konuyla ilgili, "gündemimizde yok" demişti.

- Erdoğan bütün bu duygusal enerjiyi kendisiyle ona oy verenler arasında bir eşitlik olduğu illüzyonuna dayanarak yarattı. Şimdi sözünü ettiğin bu tepki de eşite yönelen bir tepki olarak ortaya çıkacak gibi görünüyor. Söylediklerinden bunu anlıyorum.

Öyle görünüyor. İnsanlar hayal kırıklıklarını ve "tabii ki koyun değildik. Biz bir umuda yatırım yaptık" sitemini ifade ediyorlar. Tehditkâr bir şekilde ve eşitiyle konuşur gibi "artık sana oy yok" diyen o kadar çok insan var ki o yorumlarda… Evet, tüm bu çatlak sesler ekonomik krizle açığa çıkmaya başladı belki, ama derin bir toplumsal ve duygusal geçmişi var. Ekonomik kriz bunun tam göbeğinde duruyor. Erdoğan’ın duygu siyaseti artık tükendi. Mağduriyet de, hınç da, narsisizm de artık bir yere kadar gidecek. Çünkü insanlar bir noktadan sonra soğanın fiyatına bakarak küfür ya da beddua etmeye başlıyorlar. "Biz iyice fakirleştik, hani başka türlü olacaktı?" diyorlar. Kendi kitlesinin ona öfkelenmesine neden olan bir başka mesele de Suriyeliler meselesi. "Git Suriyeliler sana oy versin" diye yazıyorlar. İnsanlar kendilerini öyle bir noktaya konumlandırdılar ki, AKP hiçbir zaman kitlesine bu meseleyi açıklayamadı. Suriyelileri kendi tabanında meşru kılamadı. Çünkü kitlesini zaten öyle duygularla mobilize etti ki, en mazlum onlardı, başka mazlumlara yer kalmamıştı.

- Bir yandan milliyetçilik yapmak diğer yandan her türlü mazluma kucak açmak birlikte yürümüyor tabii.

Olmuyor. Çok dehşet verici bir tezahürü olarak da Suriyelilere yönelik nefreti görüyoruz zaten. Bu nefret tabanda en çok AKP’lilerde var biliyor musunuz? AKP milliyetçiliğe bu kadar angaje olduktan sonra, kendi mazlumluğunu bir değer, bir erdem gibi tabulaştırdıktan sonra Suriyeli nefreti AKP tabanında çok daha arttı. "Gidin, vatanınıza sahip çıkın, savaşın" diyorlar Suriyelilere. AKP demokrasi söylemi içinde kalsaydı, kendi kitlesini Suriyelilerle birlikte yaşamaya ikna edebilirdi belki. Ama şu andaki nefret durdurulabilir gibi görünmüyor maalesef. 15 Temmuz gecesi, darbe girişimi esnasında Suriyelilere ait dükkânlara, evlere de saldırıldığı söyleniyor. Bunun üstü örtüldü. AKP’nin tabanı hiçbir zaman Erdoğan’ın Suriyelilerle ilgili söylemine duygusal yatırım yapmadı, benimsemedi. Suriyeliyi, ekmeğini elinden alacak bir tehdit gibi gördü hep. Hal böyleyken evet belki AKP yerel seçimleri de kazanabilir, çok yakın vadeli bir siyasal projeksiyonum yok, ama çok da uzun olmayan bir vadede, AKP tabandaki siyasi ve duygusal meşruiyetini topyekûn kaybedecek gibi duruyor.


Nagehan Tokdoğan hakkında

Ankara doğumlu. Lisans, yüksek lisans ve doktorasını Hacettepe Üniversitesi'nde tamamladı. Dünyaya sahici sorular sormayı seviyor. Sorularının çoğuna cevap bulamasa da, dert etmeyi önemsiyor. İlgi alanları arasında milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet, erkeklik çalışmaları, insan hakları, duygular sosyolojisi ve etnografi bulunuyor. Bu alanlarda yazdığı makaleler muhtelif dergi ve kitaplarda yayımlandı. Aynı zamanda çevirmen. Bağımsız araştırmacı-akademisyen. Feminist. Çalışmaları hakkında fikir edinmek için bkz

Öne Çıkanlar