Hakan Günday: Şiddeti en çok din kitapları normalleştiriyor

Hakan Günday: Şiddeti en çok din kitapları normalleştiriyor
Yazar Hakan Günday, sanatın şiddeti normalleştirdiği eleştirilerine ilişkin ‘Din kitaplarına inananların hüküm sürdüğü bu dünyada edebiyatın olumsuz etkisinden söz etmek abestir’ diyor.

Seran VRESKALA


ARTI GERÇEK – Edebiyatın kara çocuğu deniyor ona... Yeraltı edebiyatının en önemli isimlerinden olan Hakan Günday’la ilk kez ‘AZ’ romanıyla tanışmıştım. Kitap tarzıyla beni kelimenin tam anlamıyla dumura uğratmıştı. Yazarını daha iyi tanımak istediğim için ardından ‘Kinyas ve Kayra’yı okudum. Sadece hikâyesiyle okuyucusunu tokatlayan bir roman; öyle bir hikâyeyi anlatabilmek ise başka bir maharet. Üstelik kitabı yazdığında Günday daha 23 yaşındaymış. Herkese olur mu bilmiyorum ama hikâyesi ve anlatım tarzıyla beni çok etkileyen kitapların yazarlarını daha yakından tanımak isterim. Kitabının önüne geçer bu merak bende. Mümkün olduğu kadar haklarında bilgi sahibi olmak isterim ama bazı yazarlarda bu mümkün değildir. Trevanian veya İhsan Oktay Anar onlardandır mesela. Bu tip yazarlara kolay ulaşılmaz; şahsına münhasır insanlar olarak mahremiyetlerine çok düşkündürler. Yolda yürürken tanınmak istemedikleri için karanlıkta kalmayı tercih ederler. Hatta yayıncıları bile nasıl bir karakterleri olduğunu bilmez. Ama Günday öyle değil! Kendisine kolayca ulaşabiliyorsunuz. Yüzünü nerede görseniz tanırsınız mesela. Yan yana gelemedik ama şu ana kadar yaptığımız konuşmalardan anladığım kadarıyla yazı tarzından çok farklı bir karakteri var. Bir kere karanlık değil, içi dışı bir… Kitabını okuyan ondan ya nefret ediyor ya da bir daha vazgeçemiyor. Ortası yok!

Kendisini de katıyor yazdıklarına bence. 'Daha' romanında geçen "Dünyanın en çaresiz çocuklarına en büyük hayalleri kurduran, umut denilen o doğal felaketten nefret ediyordum!" cümlesinin kendiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Beyazperdeye de uyarlanan ‘Daha’ kitabı çok ses getirmişti ama filmi fazla gişe yapmadı; buna rağmen her romanı filme uyarlanabilecek nitelikte… Puhu TV için çekilen ‘Şahsiyet’ dizisinin senaryosunu yazdığında, büyük ihtimalle izleyici kitlesinin 7 milyon kişiye ulaşacağını tahmin etmiyordu. Gürhan Özçiftçi ile birlikte kaleme aldıkları ‘Müslüm’ filminin senaryosu için "Bir insanı tanımak, hayatla nasıl başa çıktığını ve mücadele ettiğini görmek ilham vericiydi" demiş. Yazdığı hikâyelere bakınca karakterlerle bizatihi bir teması olduğunu düşünüyorsunuz ama Berlin’e hiç gitmediği halde hikâyesi Berlin’de geçen bir kitap yazabiliyor. Bazıları için Türkiye’nin en iyi yazarlarından ama kendisi iyi bir yazar olduğuna inanmıyor. Kelimelere adeta Tanrı muamelesi yapıyor ve onlardan ilham alıyor. İyilik ona çekici gelmiyor, kötülüğü ve nedenlerini sorgulamak daha önemli… Nezakete susadığımız günümüz dünyasında "Sorularınızın tamamını cevaplandıramadığım için kusura bakmayın ama isterseniz seyahat dönüşü hepsini cevaplandırabilirim. Ne yapmamı istersiniz?" diye bir söylem bile karşısındakine ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Yazacağı son kitabında, tüm karakterlerinin bir araya geldiği bir tür son yemek ortamı yaratmak istediğini söylemiş bir röportajında. Bu aralar çok iyi bir ikili oluşturdukları Onur Saylak ile birlikte gerçekleştirecekleri bir proje üzerinde çalışıyor.

Kinyas ve Kayra için ‘yazarken dişlerimi sıktığımı, bazen iç organlarımı çıkarıp yerlere vurasım geldiğini hatırlıyorum’ demişsiniz… Nasıl toparlanır insan böyle duygusal bir sarsıntıdan sonra? Bunun sebebi karakterlerinizin sizi ele geçirmesinden mi kaynaklanıyor?

Bunun sebebi, her ne yazıyorsanız o an o yazdığınızdan ibaret kalmanız. Çünkü en nihayetinde yazmak, kurduğunuz cümlelerle etrafınıza dört duvar örmek, hayalî bir gerçekliğin içine kendinizi hapsetmenizdir. Yazdıklarınız o hücrenin duvarlarında birer tuğla olur. Bazen o duvarlar üstünüze yıkılır ve hiçbir yere varamazsınız. Ama bilirsiniz ki o hücreden çıkış da yine yazıyla mümkün. Bu defa da cümlelerden bir kapı inşa eder ve kuracağınız başka hücrelere doğru yürür gidersiniz. Bütün bunları yaparken dişlerinizi de sıkarsınız, iç organlarınızı söküp yerde paralamak da istersiniz. Aslında bütün bu durum, işi hikâye anlatmak olan biri için olağanüstü bir durum değildir. Mesleki hayatta sıradan bir andır. Dolayısıyla sizin de dediğiniz gibi, yazmak, duygusal bir sarsıntı süreci olarak tanımlanabilir. Bence bu sarsıntıyı atlatmanın en iyi yolu da okumak.

Peki, Kinyas mı Kayra mı?

Bir gün biri, bir gün diğeri.

Kayra ve Kinyas’ı yazdığınızda çok satan, sevilen hatta kitabı filme çekilen bir yazar olacağınızı hayal etmiş miydiniz hiç? Nasıl bir duygu bir yazarın bu kadar başarılı olması?

Böyle düşündüğünüz için teşekkür ederim ancak bence benim yaptığım işte başarının kıstası, yazılan kitabın çok satılması ya da filme çekilmesi değil. Çünkü popülerlik basit bir istatistik meselesi. Belli bir dönem içinde belli konularla ilgilenen kişilerin sayısı artar ya da azalır. Ancak bu artış ya da azalış o konuların önemli ya da önemsiz olduğuna bir işaret değildir. Benim için başarı, hatasız bir roman yazmak. Ki bunun mümkün olmadığını uzun yıllar önce anladım. Hatta Kinyas ve Kayra’yı yazmayı bitirip de ilk kez okuduğum o gün anladım. Dolayısıyla yazdığım romanların kaç kişi tarafından okunacağına dair hayaller kurmama pek fırsatım olmadı. Çünkü o sırada, daha az hatayla nasıl yazabilirim sorusuna yanıt aramakla meşguldüm. Ve daima da öyle oldum. Sonuç olarak, Kinyas ve Kayra’yı bitirdikten sonra ilk okuduğumda ne kadar huzursuzsam 19 yıl sonra bugün de o kadar huzursuzum.

Edebiyat sizce muhatap aramak mıdır?

Bence edebiyatın muhatap aramasına gerek yok çünkü muhatabı hazır. Çünkü edebiyatta yazarın muhatabı yine yazarın kendisi. Eğer edebiyat, kişinin kendini ifade etmesinin yollarından biriyse ve kendini ifade etmek de, bu dünya, hayat ve insandan ne anladığını anlatmaksa, yazar bunu önce kendisi için yapar. Çünkü bilir ki yazdıkça kendine yaklaşır, kendini çözer, kendini anlar. Bir ihtimal kendini anlayabilirse de insanı anlar. Dolayısıyla edebiyat muhatap aramak değil, kendini aramaktır.

Yazılı iletişimi tercih ettiğinizi söylemişsiniz ama yazı dili yanlış anlaşılmaya çok müsait bir dilmiş gibi geliyor bana. Bir yazar olarak anlaşılmak sizin için ne kadar önemli?
Yazıyla iletişim, kelime seçmek, demek. Sözlükteki on binlerce kelime arasından, içinde bulunduğunuz ruh halini ya da aklınızdaki düşünceyi en doğru biçimde ifade eden kelimeyi arayıp bulmak demek. Dolayısıyla titizlik ve dikkat isteyen bir iş. Oysa gündelik hayattaki sözlü iletişim böylesi bir özene dayalı değil. Hatta bu yüzden de kelimeler, konuşma dilinde anlamlarını ya da güçlerini kolayca kaybedebiliyor. Örneğin bir metinde "vatan haini" deyimini yazmadan önce on defa düşünürsünüz ama konuşurken aynı deyimi rahatlıkla bir dakika içinde on defa kullanabilirsiniz. Bunun yanında, bir yazar olarak anlaşılmak meselesine gelince, söyleyebileceğim şu: Şart değil. Olmasa da olur.

Yazarların çoğunun belli ritüelleri vardır, ben en çok onu merak ederim. Mesela odaklanmak için kimi kahve içer, kimi sigara; kimi kendini bir adaya hapseder, kimi kalabalıklara karışır; kimi sessizlik ister, kimi müzik... Sizin bir ritüeliniz var mı?

Yazmak için odaklanmak, odaklanmak için de zihnin dış etkenlerden korunması gerekir. Dış etkenleri dışarıda tutacak kapılar da dışarıdan değil içeriden kapanır. Bu da demektir ki eğer siz zihin kapılarınızı içeriden kapatmayı beceremiyorsanız, ıssız ve sessiz bir çölde bile olsanız yazamazsınız. Ama eğer o kapıları içeriden kapatabiliyorsanız, hıncahınç dolu bir stadyumda oturur ve hiçbir şeyi umursamadan yazarsınız. Şahsen benim kendimi bu iki durumda bulduğum da oluyor. Dolayısıyla yazmak için herhangi bir ritüelim yok. Yeter ki sigara içebileceğim bir yer olsun!

Yazmak ara verildiğinde körelebilen, nankör bir alışkanlık; bu yüzden her gün yazar mısınız ya da okur musunuz?

Her gün yazmıyorum. Hemen hemen on ay tavana bakıp iki ay yazıyorum. Ama her gün okumaya çalışıyorum.

"YAZARLIĞIMDAN ZERRE KADAR MEMNUN DEĞİLİM"

Bir röportajınızda bozuk insanları yazmayı daha çok sevdiğinizi ve karanlığa baktığınızı söylemişsiniz. Neden? Pesimist ve distopik bir karakter yapınız olduğunu mu düşünmeliyiz bundan?

Yolunda giden ve olumlu biçimde işleyen hiçbir şeyle ilgilenmiyorum. Nasıl tıp sağlıklı insanlarla ilgilenmezse, edebiyatın da sağlıklı işleyen hiçbir konuyla ilgilenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bence yazı olağanüstü bir aygıt ve hatasız işleyen bir düzeneği incelemek için kullanılması büyük bir israf. Dolayısıyla ilgimi sadece insana dair hatalar, bozukluklar, çelişkiler, çatışmalar, yani olumsuzluklar çekiyor. Bunun da kötümserlikle değil gerçekçilikle bir ilgisi olduğunu düşünüyorum.

Çoğu tanıdığım yazarlığınıza bayılıyor; siz ne kadar memnunsunuz yazarlığınızdan ya da memnun musunuz?

Yazarlığımdan zerre kadar memnun değilim.

Edebiyatta, haliyle dizi ve filmlerde de fazlasıyla şiddet pornografisi kullanılmaya başladı. Şiddeti normalleştiren bu durumlar yeni nesil üzerinde büyük bir etkiye sebep oluyor. (Büyüyünce mafya ya da çete üyesi olmak isteyen çocuklar gibi…) Sizin hikâyelerinizde de bayağı bir agresyon ve şiddet var. Bir yazar olarak bu konuda bir sorumluluk hissediyor musunuz? Sizce bunlar bu kadar açık konuşulmalı mı?

Sanat ve hayat arasında kronolojik bir sıralama vardır. Hayat önce gelir. Önce hayat şiddetli olur sonra da sanat. Sanatın tek yaptığı, hayata ilişkin tanıklığını aktarmaktır. Bunun yanında hayatın şiddetini aktaran ilk yaygın metinler din kitaplarıdır. Ve bugüne kadar din kitapları kadar şiddeti normalleştiren hiçbir metin yazılmamıştır. Sonuç olarak din kitaplarına inananların hüküm sürdüğü bu dünyada edebiyatın olumsuz etkisinden söz etmek abestir. Dua etsinler ki Salinger ya da Shakespeare ya da Dostoyevski ya da Moliere ya da Aytmatov ya da Mo Yan ya da Goethe ya da Kafka ya da Ömer Hayyam ya da Oğuz Atay şiddeti savunmuyordu. Çünkü bu olağanüstü kalemler isteseler bunu yapabilirlerdi ama yapmadılar. Kendilerine inanmayanı kâfir ilan edebilirlerdi ama etmediler. Ya da "Burada yazılanlara inanmayanı öldürün!" diyebilirlerdi ama demediler. Çünkü eğer bütün bunları yapmış olsalardı, o zaman işte gerçekten de dünyada kan gövdeyi götürürdü! Sorunuza cevap olarak da bu konuda asla bir sorumluluk hissetmiyorum çünkü sorumluluk hissetmesi gerekenin 7 milyarlık dünya nüfusu olduğunu düşünüyorum.

Yazar tıkanıklığı yaşadığınızda içinden nasıl çıkıyorsunuz?

Yazarak.

Kitabınızı yazarken hiç kulağınıza bir müzik geliyor mu? Bu hikâyeye bu tarz gider anlamında.

Evet tabii ki. Her kitap için ayrı bir şarkı var. Bu aralar Thin Lizzy’nin 1983 konserinden Black Rose adlı şarkısını dinliyorum.

Ülkenin şimdiki durumu için ne söylersiniz? Aydınlara gösterilen muameleler sizi rahatsız ediyor mu mesela? Gazetecilerin, akademisyenlerin hatta öğrencilerin içeri atılmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Özgürlük ve hakların kendi içlerinde doğal bir sıralaması vardır. Özgürlük ve haklar bu sıralama içinde gerçekleşip gelişir. Bir ülkede elde edilmesi gereken ilk hak da yaşam hakkıdır. Yaşam hakkı bütün haklar ve özgürlüklerin temelidir. Bu da insan hayatının bir değeri olduğunu kabul etmeyi gerektirir. Ancak ne devlet ne de toplum Türkiye’de insan hayatının bir değeri olduğunu henüz kabul etmiş değil. İnsan hayatının değerine henüz kavuşamadığı bir ülkede insanın düşüncelerinin ne değeri olabilir ki? Hiç. Türkiye’de düşünce özgürlüğünden söz etmek, temeli olmayan bir bina inşa etmeye benzer. Bu da demektir ki tam düşünce özgürlüğünü tartışırken kendini yıkılan o binanın altında ezilmiş ve ölü bulursun. Dolaylı ya da dolaysız kim tarafından işlenmiş olursa olsun ve o cinayette kim ölmüş olursa olsun, her bir cinayeti bu topraklarda işlenmiş ilk cinayet gibi görmediğimiz ve bu cinayet karşısında dehşete düşmediğimiz sürece daha çok düşünce suçlusu cezaevlerine girmeye devam edecektir.


*Söyleşide kullanılan fotoğraflar Hakan Günday'ın eşi Selen Özer Günday'a aittir.

Öne Çıkanlar