Hamzaoğlu: AKP-MHP büyükşehirlerde kaybetmelidir

Hamzaoğlu: AKP-MHP büyükşehirlerde kaybetmelidir
HDK Eş Sözcüsü Onur Hamzaoğlu, gündeme dair soruları yanıtladı.

Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eş Sözcüsü Onur Hamzaoğlu, Ankara'da yaşanan tren kazası, Meclis'teki bütçe görüşmeleri, PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit ve buna karşı başlatılan açlık grevleri ile birlikte yerel seçimler, olası Mınbiç operasyonu ve Fransa'daki ‘Sarı Yelekliler’ eylemine ilişkin Mezopotamya Ajansı'nın (MA) sorularını yanıtladı. 

Ankara’da yaşanan tren kazası faciasından başlarsak, sadece bu yıl içerisinde Çorlu’dan sonra yaşanan ikinci facia. Demiryolu dünyada en güvenli ulaşım sayılırken, Türkiye’de bu kadar sık kazanın yaşanmasının nedeni ne? 

Demiryolu seyahati dünyadaki en güvenilir ulaşımdır. Dolayısıyla ölümlü kaza oranının en düşük olduğu bir ulaşım sistemi olarak bilinir. Bizde ise hükümet, modernizasyon çalışmaları adı altında "treni biz hızlı götüreceğiz" dedi. Bunu da inşaat sektöründe olduğu gibi yapacaklarını sandılar. İlk felaketi Pamukova’da yaşadık. Bu yıl yine Çorlu’da aynı felaketi yaşadık. Çorlu’da modernizasyon çalışmalarında şirketin karını artırabilmek adına normal kurallara uygun denetimin yapılmadığını gördük. Ankara’da yaşanan tren kazasının da sinyalizasyon nedeniyle meydana geldiği ifade ediliyor. Son olarak çıkan haberlerde bir aya yakın bir süredir sinyalizasyon sisteminin çalışmadığı ve oradaki görevlilerin telsizlerle işlerini yaptıkları belirtiliyor. 

Bu nedenle o anda, o görevlilerin ihmaliyle meydana gelmiş bir kaza değil, doğrudan doğruya AKP hükümeti tarafından kurulan sistemin çöküşüdür. Sistemin insan yaşamına karşıtlığının bir göstergesidir. Sistemi modernize ettiğinde ölümlü kaza artıyorsa, bu teknolojiyi kullanacak kapasitede ekibinin olmadığını gösterir. Bu alanda yetişmiş emek gücünü tasfiye edip, eğitim görmemiş kendi kadrolarını oralara istihdam ettiğinde bu kazaların meydana gelmesi kaçınılmazdır. 

Yaşamını kaybetmiş bütün yurttaşlar için ailelerine ve topluma başsağlığı diliyorum. Bunu görünür kılmamız gerekir. Sıradan bir olay değil demiryollarında yaşanmakta olan. Alanın özelleştirilmesi, özel sektöre, kendi yandaş sermaye odaklarına peşkeş çekilmesi bir yana bunun bedeli toplum tarafından ödeniyor. Toplum yararına kurdukları sistem olmadığı gibi aksine kurulmuş sistemleri de bozuyorlar.

Meclis’te süren bütçe görüşmelerine gelirsek. Bu yıl ilk kez bütçe Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanıyor. Diğerlerinden farkı nedir?

Türkiye’de siyaseten ilk kez bütçe, Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanıp TBMM Genel Kurulu’na gönderildi. Daha önce Başbakanlık tarafından hazırlanıyor, Maliye Bakanlığı tarafından bu işlemler yapılıyordu. Bu yönüyle ilk olmasına rağmen içerik olarak bir farklılığı bulunmamaktadır. Türkiye’de Gayrisafi Yurtiçi Hasıla’nın çok küçük bölümü genel bütçede yer alıyor. Kamusal harcama olmasına rağmen, silah sanayisine ayrılan kalemler ise bütçede yer almıyor. 

AKP hükümetinden önce 2002 yılı bütçesinin büyüklüğü ülke Gayrisafi Yurtiçi Hasılası'nın yüzde 34’ü kadardı. 2017 bütçesi ise, yüzde 22’si. Aradaki bu fark doğrudan doğruya kamusal sdenetimden, ülkenin öz kaynaklarının nereye nasıl harcanacağının kaçırılmasından meydana geliyor. 

Yine bu bütçe görüşmelerinde gördük ki Türkiye’nin 2018 yılı başı itibariyle yaklaşık 134 milyon dolar dış borcu var. Eğer bunu biz 1 Ocak itibariyle dolar bazında ödeyebilmiş olsaydık 509 milyar TL olacaktı. Ama 1 Kasım 2018 tarihi itibariyle bu borca baktığımızda bunun 753 milyar TL’ye çıktığını görüyoruz. Arada 244 milyar TL’lik bir fark var. Bu da Türkiye’de çok tartışılmayan devalüasyonun ne anlamına geldiğini ifade ediyor.

Yine TL bazında baktığınız zaman 2019 yılı bütçe önerisinin, 2018 yılından farklılaştığını görüyoruz. 2018 yılı için bütçe 2017’nin Kasım’ında ilan edilmişti. 2019 yılı bütçesi yine Kasım 2018 ilan edilmiş olduğunu düşündüğümüzde, 2019 bütçesi 2018 bütçesinin yüzde 20 altındadır. 2018 bütçesi çalıştığım rakamlar itibariyle 128 milyar dolardı. 2019 bütçesi ise 171 milyar dolar. Aradaki fark 43 milyar dolar.

Peki, bu açık nasıl kapatılacak?

Patronlardan herhangi bir şekilde vergi almamak konusunda AKP hükümeti büyük kararlılık gösteriyor. AKP hükümetinden önce şirketlerin karının yüzde 46’sı vergi olarak alınıyordu. AKP tarafından bu pay, 2003 ve 2006’da çıkarılan kanunlar ile yüzde 20’ye düşürüldü. Düşünebiliyor musunuz 100 TL’lik kazancın 46 TL’sini vergi olarak alırken, şimdi ise 20TL’si vergi olarak alıyorlar. Patronlardan almadıkları bu bütçe gelirlerini iki yoldan telafi ediyorlar. Bir tanesi emekçiden aldıkları vergiler, diğeri ise küçük esnaftan aldıkları vergiler.

Tabi bu da yetmiyor. Ne yapıyorlar vergilendirmiş paralarla yapmış olduğumuz alışverişlerimizi yeniden vergilendiriyorlar. İşte benzin vergili, ekmek vergili, gazete vergili ama pırlantanın KDV’si yok. 

Bildiğiniz üzere HDP Milletvekili ve DTK Eşbaşkanı Leyla Güven, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın üzerindeki tecridin kaldırılması talebiyle 38 gündür açlık grevinde. Bir hekim de olmanız itibariyle tecridin insan sağlığı üzerindeki etkisi nedir?

Leyla Güven yoldaşımı buradan sevgi ve dostlukla selamlıyorum. Kendisiyle değişik dönemlerde yine halklar için daha iyi neler yapılabiliriz tartışmalarını, birçok toplantıda beraber yürüttük. Devletlerin kendi hukukları var. Bunlardan bir tanesi de ceza hukukudur. ‘Ben bunları suç sayarım. Bunlar işlendiğinde de seni kişisel özgürlüğünden alıkoyar hapishaneye atarım’ diyor. Şimdi kişisel özgürlükleri engellemek insanı ıslaha yöneliktir. Hukuksal kavramda bunu böyle bir ilişkisi vardır. Bunu anlayabiliyoruz, bu evrensel bir uygulama. İşlenen suça göre hangi hapis cezası uygunsa, o süre zarfında cezaevinde kalıyorsunuz ve günlük yaşamsal özgürlüğünüz kısıtlanıyor. Ama tecrit dediğiniz zaman sizin insan olma melikeleriniz elinizden alınıyor. 

Yani doğrudan doğruya kendiniz dışında birileriyle temas etmenizi, kitap, gazete okumanızı, çağımız itibariyle televizyonda haberleri izlemenizi, yakınlarınızla görüşmelerinizi hukuksal anlamda size savunmanlık yapabilecek avukatlarınızla görüşmelerinizi engelliyor. Bu da doğrudan doğruya bir insan olarak varlığınızı korumanızı engelliyor. Yani tecrit, sizi yaşarken öldürmek demiyorum, yok etmek anlamına gelir, yoksunlaştırmak anlamına gelir. Sizi niteliksiz bir hale getirmek, her şeyden azade ederek her şeyin dışında tutmaktır. 

Bir insanın, insan olarak kalabilmesi için dışarıdan uyaranlara gereksinimi vardır. Bu sestir, ışıktır bir yönüyle, ısıdır. Ama bunun dışında bilgidir, tanıdıklarının sesidir, görüntüsüdür. Bilgi dediğimiz de haber kaynaklarıyla olur, kitaplarla olur, haberlerle, televizyonlarla olur. Şimdi bu dış uyaranlardan insanları yalıtmak, insani özelliklerinden yoksunlaştırmak, içini çürütmek hedefini gütmektir ve bu doğrudan doğruya insanın sağlığına bir müdahaledir. 

Tecrit, uygulaması bir insanlık suçudur. Çünkü tecridin hedefi insanın içini çürütmek, yaşarken yoksunlaştırıp hiçleştirmektir. O nedenle insani olarak kabul edilemez. 

Yerel seçime gelecek olursak, 31 Mart'ta yapılacak bu seçim, diğer seçimlerden ne kadar farklı. Varsa bu farkı oluşturan nedenler neler? 

Öncelikle yerel seçimler çok erken gündeme geldi. Bu da ekonomik kriz, özgürlük sorunları, hapishanedeki tutuklular ve hapishanelerdeki yaşam koşulları gibi çok sayıda hayati konunun gündem olmasına şans vermedi. Bu konuda özel çaba göstermemeyi bir eksiklik olarak ifade etmek isterim. 

Yapılması planlanan bu yerel seçim, bildiğimiz diğer sıradan yerel seçimler gibi değildir. 16 Nisan 2017’de fiilen uygulanan Başkanlık sistemi, yapılan referandum ile kabul edildi. Ama bu sistem resmen 24 Haziran seçim sonuçlarıyla beraber yürürlüğe girmiş oldu. İşte bu yerel seçim bu uygulamanın gerçekten vatandaş tarafından kabul edilip, edilmeyeceğinin oylaması olacaktır. Yani biliyorsunuz referandum süreci OHAL koşullarında, doğrudan doğruya hukuk dışı ve gayrimeşru bir zeminde gerçekleşti Ve AKP-MHP, anayasa değişikliği paketinin içeriğini halktan gizledi. O dönem ‘evet’ oyu verenlerin yüzde 90’ının bu metni görmediklerini biliyorum. Metin çünkü kamuoyuyla paylaşılmadı. Merkez medya hiçbir şekilde bu metni tam olarak yansıtmadı. Onun için uygulamaya başladığı tarih itibariyle pek çok uygulama biçimleri insanlar tarafından görünür hale geldi. İşte bizim ‘hayır’ vermişlere ve ‘evet’ verip pişman olanlara bunu anlatmamız lazım. 

31 Mart’ta sadece belediye başkanları, meclis üyeleri ya da muhtarlar seçilmeyecek. Bu sandık kurulduğunda siz ‘bu sisteme devam edelim mi, etmeyelim mi?’ diyeceksiniz.

HDK olarak sizin yerel seçimlere dair yaklaşım ve hedefleriniz ne yönde? 

HDK’nin temel hedefi, AKP-MHP iktidarının kaybetmesi olmalıdır ya da geriletilmesi olmalıdır. Ne demek bu? İstanbul’da AKP kaybetmelidir, Adana’da MHP kaybetmelidir, Ankara’da AKP kaybetmelidir, Bursa’da, Antalya’da, Balıkesir’de kaybetmelidir. Buralar iktidar tarafından kaybedilirse, bu ülkede taşlar halklar için, emekçiler için, yoksullar için yeniden yerine oturmuş olur. En azından oturmanın olanakları ortaya çıkar. O nedenle en azından Kürt illeri dışındaki bu illerde bunu çok açık söylemek lazım. Bu hedefe ulaşmak için tam da referandumda olduğu gibi yerelden, meclislerden yönetimin önceleneceği vurgusunu büyük bir heyecan ve inanarak yapmak gerekir.

Bunun HDP’yi görmezden gelen muhalefete de bir yanıt olacağını vurgulamak istiyoruz. Özellikle Hayır Meclisleri’nde doğal olarak sol ve sosyalistler bir araya gelerek çalışmışlardır. Herhangi bir aidiyeti olmayıp, orada çalışanlar vardı. Şu anda yine bu bileşenlere ulaşılabilinir. Yeter ki biz yetkinin oralarda olduğunu ve oralardan meclislerin kendilerini belirleyeceğini anlatalım. Bu Türkiye’de seçime katılımı da arttıracaktır.

Yerel seçimler bölgede belediyelerine kayyum atanan kentler için ne anlam ifade ediyor?

Kürt kentleri için tabi ki çok daha başka. Kürt kentlerinin sandığa yansıyan özgür iradesine el konulmuştur. Kürt halkı da bunun farkında. Kürt halkının politikleşme düzeyi Türkiye toplumunun tamamen üzerindedir. Neyin ne olduğunu biliyor ve fark ediyor. O bakımdan her türlü devlet müdahalesine rağmen, Kürt halkı tehditlere aldırış edecek bir halk değildir ve iradesini sandığa yansıtacaktır. Eğer siyaseten büyük hatalar yapılmazsa referandumun daha gerisinde bir oy çıkacağını düşünmüyorum. O nedenle de Kürt illerinde seçmen el konan iradesini tekrar geri alacaktır. 

AKP Hükümeti, 24 Haziran seçimleri öncesi milliyetçi oyları konsolide etmek amacıyla Efrin’e yönelik bir operasyona girişti. Şimdi yerel seçimler öncesi bu kez Fırat’ın doğusuna dönük operasyon tehditlerinin dillendirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Siyasi bir harekâttır. Yani yerel seçimleri hedefleyen, yerel seçimlerde seçmenini MHP-AKP tabanını konsolide etmeye çalışan bir faaliyettir. Onun ötesinde bir girişim olarak görmek mümkün değil. Afrin’de de benzer bir şey olmuştu. Barışçıl bir yaşam alanı bölgesi olan Afrin’e müdahale neyse, şimdi yaşanan gelişmeler de aynıdır. Afrin’e yapılan tamamen siyasi bir harekâttı. Afrin’e girilmesiyle orada bir talan yaşandı. Kenti terk edenler hala kentlerine dönemedi. Şimdi Minbiç’te de yaşanan budur. Yani yeniden seçmenin konsolidasyonu için böyle bir şey dillendiriliyor. Afrin’deki süreçte Cumhurbaşkanı başdanışmanlarından bir zat; ‘Rusya bize müsaade etmeseydi bırakın uçakları, insansız hava araçlarını dahi sınırın ötesine çıkartıp, burnumuzu gösteremezdik’ demişti. Şimdi yaşanan gerçeklik bu… 

Türkiye’nin oradaki askeri varlığı nelere bağlı, nasıl yürüyor meselesi, uluslararası arenada bu şekilde görülüyor. Dolayısıyla egemenliğimiz meselesi başka ülkelerin topraklarında yürüyecek bir iş değildir. Uluslararası belirlenmiş kurallar var. Ülkemizin de bu kurallara uyması gerekir. Suni gerekçeler yaratarak kamuoyunu yanıltmak ya da insanların yaşamı üzerinden oy devşirmeye çalışmak her zaman deşifre olmuştur. Tarih buna benzer uygulamalarla doludur.

Son olarak Fransa’da gelişen "Sarı Yelekliler" eylemini nasıl okumak lazım?
 
2013’te başlayan Gezi isyanı, 81 ilin 79’unda yaşanmıştı. Onun için önemli bir isyan. Tek bir günde, haftada, ayda veya yılda yaşanan olumsuzluklara tepki olarak olmamıştı. 

29 Ocak 1980’de neoliberalizmin uluslararası ağına ekonomik olarak bağlandı. Yani işçiden emekçiden, yoksuldan, çiftçiden alınıp uluslararası sermayeye aktarılmaya başlandı. O günden 2013’e kadar ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi olarak kaybedenlerin esasında isyanıydı. 1980’den beri kaybedenlerin öfkesinin dışavurumuydu. 

Şimdi Fransa’da yaşananları anlamaya çalışırken de, bu pencereden bakmak gerekir. Fransa’da yaşanan bu son gelişmeleri Macron döneminin bütünlüğü itibariyle ellerinden alınmaya çalışılan her türlü haklara bir tepki olarak görmemek lazım. Bu insani bir yaşam talebi olarak görülmelidir. Bunu lehte olanlar da aleyhte olanlar da böyle görmeliler. Bu talepleri işçinin, emekçinin, köylünün doğrudan doğruya günlük hayatında olumlu değişikliklere dâhil olmasını düşünüyorsak son on yılda yaşananların sonucu olarak ortaya çıktığını görmemiz ve bu nedenle gerçekten insan olmanın doğasından gelen eylemlilikler olduğunu görmek gerekir. O nedenle de bu sınıfsal bir eylemdir. Bu doğrudan doğruya emek gücünü satarak yaşamak zorunda olanların talebidir.

(MEZOPOTAMYA AJANSI / Sadiye Eser - Ferhat Çelik)

Öne Çıkanlar