Tahir’e ağıt: Jaro

Türkan Elçi'nin Diyarbakır'da Dört Ayaklı Minare'nin önünde katledilen insan hakları savunucusu Tahir Elçi'ye ağıdı; Jaro…

Türkçe'de tam karşılığı yok. Türkan Elçi Jaro ifadesini Tahir Elçi'nin annesinden öğrenmiş. Bir kadının o zamanlar öldürülmeye zorlanmış Kürtçe'den genç bir kadına öğrettiği Jaro, şimdi o kadının öldürülen oğluna ağıdın adı. 

Dinledikten sonra insanın içinde derin bir yas havası bırakan Jaro, bir ağıt aslında. Onu ağıda dönüştüren ise Türkan Elçi'nin ifadeleriyle, "İnsanın insana yaptığı zulümle katledilenlerin acısının başkalığı". Türkan Elçi, "Katledilenler giderken bir ağıda malik oluyorlar. Onların mülkü de ağıdın dizeleri" diyor. 

Jaro önce Türkan Elçi tarafından kaleme alındı, ardından sanatçı Hivron tarafından bestelenip, klibi çekildi. Bu şiir Tahir Elçi’nin katline bir isyan, gidişinden sonrasına ilişkin bir acı değil, onun ardından yıkılan bir kentin, onu özlemle bekleyen bir kadının da hikayesi. Hal böyle olunca bu ağıt da sadece Tahir'e değil onun aşık olduğu kente ve bir daha tekrarı olmayacak anılara da bir ağıda dönüşüyor. 

Tahir Elçi'nin katledilmesinin ardından şiirleri ve öyküleriyle gündeme gelen Türkan Elçi ile Jaro'yu konuştum. Elçi'nin ağzından yazının ve Jaro'nun hikayesi: 

YAZMANIN NE İFADE ETTİĞİNİ TAHİR'DEN ÖNCE VE SONRA OLARAK AYIRIRIM

- Herkesin aklında Tahir Elçi'nin öldürülmesinin ardından kaleme aldığın şiir ve öyküler var. Ama yazma serüvenin yeni değil, daha uzun soluklu bir süreci kapsıyor. Yazmak sizin için ne anlam ifade ediyor? Yazmanın iyileştirici bir etkisi mi var yoksa yıkıcı bir isyan bu?

Evet, senin de dediğin gibi yazmak eylemiyle yeni tanışmıyorum. Yazıyla uzun bir zamandan beridir temas halindeyim. Fakat hayatımda yazı önceliğim değildi. Sürekli ve profesyonelce yazmak meşakkatli bir iştir, bir ömrü bu alana vakfetmek gerekir. Ben çocuklarımın eğitimini, öğretmenlik mesleğimi ön planda tuttuğum için yazıya çok zaman ayıramıyordum. Fakat edebiyat öğretmeni olmam dolayısıyla da iyi bir okur olmayı da hiç ihmal etmedim.

Gelelim yazmanın ne anlam ifade ettiği mevzusuna. Tahir’den sonra ve önce olarak ayırırım. Öncesinde yazdıklarımı, bir şeyler yaratarak kendimi iyi hissedeceğim bir alan olarak algılıyordum. Bir öyküyü bitirdikten sonra mutlu olurdum. Sevinçten tekrar tekrar okurdum. Şimdilik durum farklı. İçimde birikmiş, taşmış bir acıyı yazıya dökme eğilimi içindeyim. Kendimle ilgili bir konuyu anlatmasam bile bir de bakıyorum ki bütün yollar yine benim acıma uğramış. Yazarken acı çeksem de yazı bittikten sonra eskisi kadar sevinerek okumasam da iyi ki de yazmışım diyorum. Senin de dediğin gibi iyileştirici bir etkiye de sahip. İçime hapsolmuş duyguları sözcüklere dökmeseydim, akacak yer bulamayacaklardı. Dışarıya çıkmaları için onlara kanallar açıyorum. Her ne kadar güçlü bir haslete sahip olsak da uzun süre acıyla yaşamanın insanı güçsüzleştireceğine inanıyorum. Bununla baş etmenin yollarını aramak bulmak gerekir, diye düşünüyorum. İlerde daha fazla yazıya zaman ayıracağımı düşündükçe hayata daha çok bağlanıyorum.

TAHİR ÇOCUKLARININ KÜRTÇE BİLMEMESİNİ BİZİM EKSİKLİĞİMİZ OLRAK DÜŞÜNÜRDÜ

Beni en çok etkileyen şiir Ceket olmuştu. Şimdi de Jaro’yu kaleme aldınız. Tabi Jaro’nun özel bir anlamı var. Her açıdan: Kürtçe kaleme alındı, bestesi yapıldı ve klibi yayımlandı. Çok da ilgi gördü. Önce şunu sorayım diğer yazılarınız Türkçe iken neden bu şiiri Kürtçe kaleme aldınız? Bunun özel bir nedeni var mı? 

Ceket’i ben de çok seviyorum. Teknik açıdan çok güçlü bir şiir değil, üzerinde çalışmayı gerektiren bir şiir. Fakat benim amacım teknik açıdan iyi bir şiir kaleme almak değildi ki. Sadece buna inanıyordum, Tahir’e hakikaten ceket çok yakışıyordu. Hepsi o kadar. Ben yazdıktan sonra yorumlara baktım herkes benimle hemfikirmiş. "adama gerçekten de ceket yakışıyordu" diye yazmışlardı.

Jaro’nun  Kürtçe olması nedeniyle ayrı bir anlamı var benim nazarımda. Tahir çocuklarının Kürtçe bilmemesini bizim eksikliğimiz olarak düşünürdü. Belki de anadilimde yazılan bu şiir bir serzenişe ödenen bir kefarettir. En azından öyle düşünüp kendimi teselli edeyim.

YAZDIĞIM SATIRLARI ANCAK BİR CİZRELİ RAHATLIKLA ANLAYABİLİRDİ

- Jaro'yu nadıl yazdınız?

Jaro’yu da kaleme almam çok enteresandı. Geçen yıl yaz okuluna kalmıştım. Yazın sıcağında ders çalışıyorum. Dersler de ağır mı ağır. Günün sonunda içimde altından kalkamayacakmışım gibi bir sıkıntı, bitmeyecekmiş gibi bir keder hissettim. Ceza Hukuku defterime şiiri yazmaya başladım. Çizgili defterin üzerinde ilk yazılmış hali hala duruyor. Önceden planlanmış bir şey değildi. Kürtçe yazma da planlı değildi. İleriki zamanlarda Türkçe yazmanın yanında Kürtçe yazma fikrim vardı fakat o an için değildi. Yazdım ama çok da emin değildim şiirden. Karşıdakine nasıl bir duygu geçireceğini bilemiyordum. İşin kötü yanı Kürtçe’ye vakıf birilerine ulaşmak da zordu. Arkadaşım Neşet’i (Girasun) aradım. Sana bir şiir gönderiyorum, dedim. Yazdığım satırları ancak bir Cizreli rahatlıkla anlayabilirdi. Neşet dile çok vakıf biri. 

- Bestelenmesi de dikkatleri ayrıca üzerine çekti. Hivron bu şiiri besteledi ve ortaya güzel bir eser çıktı. Hivron’la bu şiir için nasıl bir araya geldiniz? Bestelenmesi fikri nasıl çıktı? 

Neşet Benim şiiri Hivron’a göndereceğini söyledi. Anlayacağınız iş tamamıyla plansız programsız gelişti. Hivron şiiri okuyunca ziyadesiyle etkileniyor. Bunu hemen bestelemeliyim, diyor. Hivron, çok büyük ilgi ve sevgiyle dinlediğim bir sanatçı. Kürt müziğine inanılmaz katkısı var. Hem besteleriyle hem de yorumuyla.

Ben yıllar önce onu sürekli dinlerdim. Akşamları yemek yaparken Tahir’in ve çocukların eve gelişlerini beklerken mutfakta beğendiğim müzikler sürekli açıktı. Bir şeyler karaladığımda müzik dinlemeden asla olmaz diyenlerdenim. Hivron’nun o dönemler "Bablisok" şarkısı çok tutulmuştu. Ben o şarkıyı dinlerken, akşam çöker Tahir eve dönerdi. Yitişinden  sonraki bir dönemde yine Bablisok CD’sini dinlemeye başladım, o günleri hatırlamak istedim. Şarkıyı birkaç kez dinledim ne kapı çaldı, ne de anahtar sesini duydum kapıda. İçimde sadece bir sukut vardı. Yerinde durup hiçbir yere gitmeyen bir sukut. Bablisok’un hatırına da olsa yazdığım şiiri Hivron’un bestelemesi çok iyi olacaktı. Bestenin yapılması da çok ilginç bir sürece denk geliyor. Benim haberim yok, Hivron o aralar kardeşini trafik kazasında kaybetmiş. Şiirin ilk satırı Mem ismiyle başlıyor. Meğerse kaybettiği kardeşinin adı da Memet’miş. Hivron Avusturya’da müzik eğitimine devam edince yaşıyor bu acısını. Anlayacağınız bütün acılar bir araya geliyor. Muhtemelen müziği dinleyenler de kendi acılarını, belki de kayıplarını hissederek dinleyecekler. Sanatın tabiatında da bu durum ağır basmıyor mu? Yazan kendisi için yazıyor, besteleyen kendisi için besteliyor, dinleyen de kendisi için dinliyor. Ortak bir duygu durumu, ortak bir hafıza oluşuyor. Bu şekilde bir ortaklık yaratmanın mutluluğu da bambaşka bir duygu.

Bu ortaklık plansız bir şekilde ortaya çıkmış ama bestelenince ortaya çok farklı anlamlı bir eser çıkmış. Bestelenmesi Jaro'yu güçlü kılan yanlardan biri olabilir mi?

Müziğin insanın duygularını hassaslaştırdığına, zarifleştirdiğine inanıyorum. Örneğin Neşet Ertaş’ı dinleyen aşkın yalan olduğunu söyleyebilir mi? Onun sesine aşkın sahiciliği işlenmiş, o sesiyle aşkı işlemiş. "Cahil idim dünyanın rengine kandım" mı dinleyip de efkârlanmayan birini gösterin. Sadece efkârlanmak mı? Tabii ki değil. Örneğin "Cahil idim dünyanın rengine kandım" cümlesinden yola çıkarak yanılgılarımız, toyluklarımız hakkında sayfalarca yazı kaleme alınabilir. Müziğin, farklı etnik kökenden ve bambaşka kültürel özelliklere sahip insanların ortaklaşabilecekleri bir alan olabileceğini de düşünüyorum. Ben Kürtçe müzik dinlerken kendimi iyi hissettiğim gibi Türkçe dinlerken de kendimi iyi hissediyorum. Bunu toplumumuzun bir zenginliği olarak görüyorum. Aynı şekilde bir Türk arkadaşımın da sözlerini anlamasa dahi Kürtçe müzik dinlemesi bence ortaklaşmamız açısından gereklidir. Bu bizi bölmez aksine bütünleştirir. Ben Neşet Ertaş’ı severek dinlediğimi rahatlıkla söyleyebiliyorsam, hiçbir ön yargıya kapılmadan bir Türk de bir Kürt sanatçıyı dinlediğini rahatlıkla söyleyebilmeli. Türkiye’nin farklı bölgelerindeki ezgilerde ayrı bir duygu, ayrı bir ruh var. Türkülerimizdeki bu zenginliklerin farkına varıp ortak acılarda, sevinçlerde bir araya gelip güçlenmek bizim elimizde kimsenin değil.

Zorlu bir süreç olduğuna eminim. Beste bittikten sonra ilk nerede dinlediniz? Nasıl bir ortamdaydınız ve neler hissettiniz? 

Hivron besteyi yaptıktan kısa bir süre sonra bana telefonda dinletti. Üzerinde düzeltmeler yaptıkça kayıt yapıp gönderiyordu. İlk dinleyişimde iyi bir iş çıkacağına inanmıştım. Sözlerini dinlerken garip bir duygu içindeydim. Dinlemek, yazdığını okumaya benzemiyordu. Hiçbir sözcüğü ben yazmamışım gibiydim. Bu cümleleri nerede saklamışım? Bilinç altında uyuyan bu duyguları anadilimde nasıl ifade etmişim? İlk öğrenilen dilin -anadilin- insanın duygusunu ifade edişi üzerinde kalıcı ve tahmin edilemez bir etkililiği var. İleriki yaşlarda farklı bir dilde eğitim almış olmamız, duygularımızı anadilde dile getirmekte zorlanacağımız mevzusu korktuğum kadar değilmiş sonucuna vardım. Ben Türkçeyi okuma yazmanın beraberinde ilkokula başlarken öğrendim. Babam Fransızca öğretmeniydi. Evde herkes Kürtçe konuşuyordu. Okula başladığımda öğretmenim, Türkçe bilmememi yadırgadığını bir öğretmen çocuğunun nasıl olur da Türkçe konuşamadığına anlam veremediğini hatırlıyorum. Daha sonra herkes gibi ben de duygularımı anadilimden ziyade Türkçe olarak dile getirmeye başladım. Bu şiir benim için bir başlangıç diyebilirim, bu nedenle ayrı bir yere sahip.

GİDENLERİN ARDINDA KALANLARIN TEK SERMAYESİ YAŞADIKLARI ACILARI AĞITLARA DÖKMEK

Jaro bir ağıt mı? Tahir’e bir ağıt, bir hukuk adamına, güzel bir adama ağıt olarak tanımlayabilir miyiz? Ve ne demek Jaro? Garibim diye çevrildi bu tam karşılıyor mu?

Bir ağıt mı? Evet bir ağıt. Göçüp gidenlerin ardında kalanların tek sermayesi yaşadıkları acıları ağıtlara dökmek olmuştur. Bizim yaşadığımız coğrafya kadar ağıt yakan başka bir yer var mı? Zannetmiyorum. Ağıt her ölümün ardından yakılmaz. Her ölümün kendine göre başka ölümlerle kıyaslanamaz zor yanları vardır. Fakat bazı ölümleri farklı kılan, etkisini ağırlaştıran kalıcılaştıran, ardından ağıtlar yaktıran ayrıksı yanları var. Hayatın normal akışı içinde yaşanan ölümlerden farklı olarak insanın insana yaptığı zulümle katledilenlerin acısı başka oluyor. Ve giderken bir ağıda malik oluyorlar. Onların mülkü ağıdın dizeleridir artık.

Evet, "jaro" garibim sözcüğüyle karşılanabilir. Fakat Türkçeye çevirirken de içime pek sinmedi. Bir dilden çeviri yaparken onu tam da karşılayacak sözcüğü bulmak hepimizin bildiği gibi pek de mümkün değildir. Jaro sözcüğünü ancak Cizre’de duyabilirsiniz. Ben ilk kez Tahir’in annesinden duymuştum. Bize gelip kaldığında daha önce duymadığım türküleri mırıldanırdı. Yabancı olduğum sözcükleri ondan duydum. Tahir’in annesi, beslendiğim önemli bir dil kaynağımdı. Bugün iyi ki de önemsemişim o sözcükleri, diyorum.

- Şiirde "Şehir derin uykuda, bize sabahsız bir hayat…" Tahir’den sonra senin hayatının özeti mi bu aynı zamanda? Bu ağıt, bu şiir benim için özlemlerin en sade anlatımı: "Gecenin karanlığında gizlice çık gel" demek. Bu da o sabahsız hayatların dilekleri mi? 

Şehrin derin bir uykuda olma hali uzun sürdü diyebilirim. Fakat bunu da belirtmekte fayda var. İnsanlar bir nebze de olsa derin uyku halinden gittikçe uzaklaşıyor. Sık sık Diyarbakır’a gidip geliyorum, her gittiğimde biraz daha iyileşmiş görüyorum. Şehirler de insanlar gibidir. Bazen onlar da haksızlık karşısında suskunluğu tercih eder içe dönerler. Bazen de yeri geldiğinde bas bas bağırırlar. Ama hiç unutmam benim kendimi çok kötü hissetiyim zamanlarda Diyarbakır da sessizleşmişti. Hiç hak etmediğimiz kadar zulme maruz kaldık. Ben eşimi kaybettim, Diyarbakır ve diğer yıkılan şehirler de sokaklarını, tarihi eserlerini, geçmişten gelen güzelliklerini kaybetti. Yıkılan tarumar olan kentler de benim gibi önce şaşkınlık yaşadı, sonra suskunluğu seçti. Suskunluk sonrası da hep beraber mecburiyetten de olsa iyileşmeye başladık. Her ne kadar anlık bir duyguyla şiirimde "bize sabahsız bir hayat" demişsem de her gecenin bir sabahı olduğuna inanıyorum. Fakat "gecenin karanlığında gizlice çık gel" benim ölünceye kadar dile getireceğim bir temenni.

- Klibi de çekildi. Ben bu klibi sonuna kadar izlemekte zorluk çektim. Her seferinde yarısında kapatıp, yeniden izlemeye çalıştım. Buğday tarlalarının arasında siz ve Tahir Elçi'yi betimlemeyle başlayıp, Dört ayaklı minarede biten bir hikâye… Bunun özel bir anlamı var mı? 

Klip senaryosunu arkadaşım Mustafa Orman yazdı. İçeriğini hazırlama konusuna ben dâhil olmadım. Sadece son sabahın anlatılması ve son kez beraber olduğumuz Dört Ayaklı Minare’ye gidiş anının anlatılması benim için önemliydi. Mustafa senaryoyu yazdı, okuyunca çok beğendim. Daha sonra Zarok Tv çalışanları animasyonu hazırlarken senaryo haliyle yazıldığı ilk şeklinden biraz uzaklaştı. Büyük bir özveriyle çalıştılar. Emeği geçen arkadaşlara ayrıca teşekkür etmek isterim.

HER ŞEY SİS PERDESİ ARDINDA 

- Sonra buğday tarlalarından sisli sokaklara evriliyor klip… Bu aynı zamanda bir kentin kısa tarihi… Bereketli topraklardan sislere gömülüp, yıkılmaya yüz tutan bir kentin tarihi mi? Tahir’in itiraz ettiği, mücadele verdiği o yılların bir yansıması mı? 

Evet, ben de izlerken aynı şeyi düşündüm. Her şey sis perdesi ardında. Tanık olduğumuz dönemin tarifi bu maalesef. Yaşadıklarımızda müphemlik ağır basıyor. Zulmün, haksızlığın genellikle maskesi olur. Biz onların sisin ardında saklanan yüzlerini değil, iş başındaki mahir ellerini görürüz. Bize ölüm getiren elleri.

- Ve Tahir’in tek başına devam ettiği bir yol. Bu klibi izlemek size neler hissettirdi? 

Evet, ben o zaman da öyle düşünüyordum. Düşüncelerim değişmedi, şimdi de öyle düşünüyorum. Tahir, o cehennemin ortasında tek başınaydı. Ölümlerin durdurulmasını istemek o anda mühimdi, bir anlam taşıyordu. İnsanlar öldükten sonra, ölümler olmasın demek ne kadar inandırıcı siz karar verin. Çoğu sözcük ihtiyaç duyduğu an içinde anlam kazanır. O andan uzaklaştıktan sonra o kelimelerin içi boşalır. Toplumca kelimelerin içini boşaltmakta da çok becerikliyiz.

TAHİR BİR DAHA YAŞAMAYACAK MESELA

- Şiirin son dizeleri "Ve bir kez yaşanır hayat…  Ne yazık tekrar edilmez" Herhalde bütün gerçekliğimiz de tam olarak bu ne dersiniz?

Hayatın bir kez yaşanıp tekrarının olmaması meselesine iyi ki de çoğu zaman sığ yaklaşıyoruz. Gece gündüz zıddı bir ruh haliyle yaklaştığımızı düşünün. Her şey katlanılmaz olur. Sevdiğimiz birini kaybettiğimiz andan başlayarak "Nasıl yani? Bir daha göremeyecek miyim? Dönmeyecek mi? Çalan telefonun ekranında ismini göremeyecek miyim? Kapının ziline basan ona ait parmaklar olmayacak mı?" bu ve benzeri birçok soru döner kafamızda. Bu sorulara aranan cevaplar da asla tekrarı yaşanmayacak mevzulardır. Bu tekrarsızlık hali, içimi uzun süre acıttığı için bu dizeyi yazdım. Tekrarı olmayacak bu gerçeklik "yaşam hakkının kutsallığı" fikrini daha çok pekiştirmeli, sudan sebeplerle hiç kimsenin hayatı yok edilmemeli.

Birilerinin –ki genellikle bu da hiçbir erke, söz hakkına sahip olmayan bir kesim- yaşatılması ya da öldürülmesi başkalarının iki dudağı arasındaki sözcüklere bağlı olmamalı. Herkes kendi hayatını tayin hakkında sınırsız tasarruf hakkına sahip olmalı. Fakat ne yazık ki bizim toplumumuzda birileri başkalarının hayatı üzerinde ebediyete kadar vesayet hakkının olduğunu düşünüyor. Ne yazık ki erk sahibi kişiler, yönetilenlere ölümden başka seçenekleri yokmuş gibi ölümün kutsallığından dem vurarak, kahramanca ve gururlanarak ölebilirsiniz şeklinde ölümü özendirebiliyorlar. Oysa yaşadıklarımızı bir daha yaşamayacağız, dün bir daha geri gelmeyecek. Tahir bir daha yaşamayacak mesela.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Sibel Hürtaş Arşivi