'Türkiye ölçekli bir siyaset yapıyorum bu yüzden bu partideyim'

'Türkiye ölçekli bir siyaset yapıyorum bu yüzden bu partideyim'
CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu: ‘İçişleri Bakanı’nın söylediği sözlerin sokakta satın alınma gücü var’.

Seran VRESKALA


ARTI GERÇEK –  Tanrıkulu’nu sorduğum herkesin ortak fikri çok vicdanlı ve duygusal bir insan olduğu… Mesafeli ve ciddi tavrı mesleki deformasyondan dolayı olabilir çünkü çok ufak yaşlardan itibaren çok ciddi davalar üzerinde çalışmış hep. Mesela Mehdi Zana’nın avukatlığını yaptığında henüz 23 yaşındaymış. Doğunun 23’ü ile batının 23’ü arasında dağlar kadar fark var elbet. Doğuda doğan her çocuk gibi siyasetin içinde dünyaya gelmiş, büyük ihtimalle de gördükleri ve yaşadıkları yüzünden ülkenin en aktif insan hakları savunucularından olmuş. Kendisiyle ilgili konuşmayı ve başkaları hakkında yorum yapmayı çok sevmiyor ama yakın arkadaşlarından olan Tahir Elçi’yi bir başka anlatıyor. Diyarbakır Baro Başkanı iken insan hakları, töre cinayetleri ve faili meçhuller için çok çalışmış, hala da çalışmaya devam ediyor. Özellikle siyasi mahkumları hiç yorulmadan canla başla savunduğu gibi, mecliste tüm hak ihlallerine karşı bıkmadan usanmadan önergeler hazırlıyor.

Aydın bir Kürt olarak neden CHP’de olduğu kendisine en çok sorulan sorular arasında; halbuki CHP’de Kürt meselesinde bazı dönüşümlerin yaşanmasında büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Genelde çok olumlu yorumlar almasına rağmen, Kürtçe Tweet attığı ya da Newroz’u kutladığı zaman ağır hakaretlere maruz kalabiliyor ya da devlet büyükleri tarafından hedef gösterilebiliyor.

Latin Amerika’nın en önemli yazarlarından Ariel Dorfman’ın yazdığı ve Türkiye’deki insan hakları ihlallerine uğrayanların gerçek hikayelerine de yer verilen "Karanlığın Ötesinden Gelen Sesler" oyununda söylenen "İnsanlar burada genellikle arkalarından sıkılan tek bir kurşunla öldürülürler" repliği kendisine ait… Sonradan bu sözler yakın arkadaşı Tahir Elçi için de kullanıldı. 

Tahir Elçi’nin katledilmesinden en çok etkilenen insanlardan birisiniz. Onunla arkadaşlığınız avukatlığının ilk yıllarına dayanıyor sanırım. 

90’lı yılların başında tanışmıştık. O zaman Diyarbakır’da öğrenciydi. Ben de Diyarbakır Barosu’nda genel sekreterdim. Kendisini Diyarbakır’da stajını bitirdikten sonra avukatlık yapmak için memleketi Cizre’ye gitti. Bütün bölge fena durumdaydı ama Cizre’de çok ağır bir tablo vardı. Köylerin yakılması, yıkılması… Kendi köyü Hisar da yakılmıştı. Orada da avukatlık yapabilecek çok az insan vardı. Birkaç ay gibi çok kısa bir süre sonra Diyarbakır merkezde avukatlara yönelik bir operasyon yapıldı. 20’den fazla avukat gözaltına alındı. Aralarında Tahir de vardı. 30 güne yakın gözaltında kaldı ve çok ağır işkence gördü. Dava daha sonra İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitti. ‘Elçi ve Diğerleri’dir davasının adı ve Türkiye avukatlara yönelik haksız gözaltı, kötü muamele, dürüst olmayan yargılama ve işkenceden dolayı çok ağır bir mahkûmiyet aldı o davada. Tahliye olduktan sonra bir daha Cizre’ye gitmedi. Diyarbakır’da avukatlığa başlayınca aynı baroda iş arkadaşı olduk. Beraber yönetim kuruluğu üyeliği yaptık. Ben baro başkanıyken kendisi başkan yardımcısıydı.

Cizre’ye bir daha neden gitmedi? Duygusal sebeplerden mi?

Tabii. O süreçten sonra bir daha gitme koşulları kalmamıştı. Eski itirafçılardan, JİTEM’den falan birçok tehdit alıyordu zaten. Biz çok yakın arkadaştık. 2006 baro seçimlerinde karşılıklı aday bile olduk ama dostluğumuzda hiçbir zaman bir eksilme olmadı. Çok sık konuşurduk. Öldürülmeden 1 gün evvel konuşmuştuk. Ertesi gün olağanüstü hâl ve sokağa çıkma yasakları konusunda parlamentoda konuşma yapacaktım. Ondan biraz bilgi almak için aramıştım, nedir durum diye… Ertesi gün 11.00 uçağıyla İstanbul’dan Ankara’ya gitmek üzere uçağa bindim. İndiğimizde telefonu açtım, stajyerimden bir mesaj geldi, haberi öyle aldım.

İlk ne hissettiğinizi hatırlıyor musunuz?

Berbat. Şok oldum. Uçağın içinde bağırdım çağırdım. Ak Partililer de vardı. Celal Doğan vardı. O biraz sakinleştirmeye çalıştı beni ama… Sonra hemen ilk uçakla Diyarbakır’a gittim. Bugüne baktığımızda Tahir Elçi’nin neden hedef seçildiğini de neden hayatta kalması gerektiğini çok daha iyi anlıyoruz. Şimdi yaşanan çok ağır insan hakları ihlalleri var, onun kendi emeğiyle, kendi çabasıyla elde ettiği çok önemli bir bilgi birikimi vardı. Tam da onun o birikimine, hukuk bilgisine ihtiyacı olduğumuz dönemler…  

Peki, birlikte yapmaktan en çok keyif aldığınız şey neydi?

Viski içmek, sohbet etmek. (Gülüyor) Sokağa bile çıkmanın zor olduğu, barodan çıktığımızda hiçbirimizin akşam tek başına sokağa çıkma güvencemizin olmadığı o dönemlerde benim büromda buluşur, avukatlarla bir şeyler içer, birbirimizi evlerimize bırakarak dağılırdık. Kimsenin eve yalnız gitmesine müsaade etmezdik. Onunla yapmayı en çok özlediğim şey ise birlikte takip ettiğimiz davalarda ilginç anları yakaladığımızda göz göze gelmek ve defalarca anlatıp gülmek…

Öldürülmesinin üzerinden yaklaşık 3,5 yıl geçti. Nedir şimdi davanın durumu, kayda değer bir gelişme var mı?      

Evet, bu 3,5 yılda soruşturmada hiçbir mesafe katledilemedi. 2016 yılında Diyarbakır Başsavcısı’nın isteği doğrultusunda bir rapor hazırlandı. O raporda faillerin eldeki bilgi ve bulgulara göre tespit edilemeyeceği söylenmişti. Diyarbakır Barosu da elindeki tüm bilgileri İngiltere’deki Londra Üniversitesi Adli Mimarlık Bölümü’ne göndererek ayrıntılı bir rapor hazırlanması istedi. O raporu hem okudum hem izledim; orada çok esaslı bir biçimde faillerin kim olacağı noktasında bir tespitte bulunuldu. Diyarbakır Barosu ve müdahil avukatlar bu raporu başsavcıya sundu. Cumhuriyet Başsavcısı bu konuda başta bir işlem yapmasa da -en son edindiğim bilgiye göre- sonra o raporu dosyaya ekleyerek yeniden Adli Tıp’tan bir rapor istedi. Şimdi dosya Adli Tıp’ta sanırım. Oradan gelecek rapora göre soruşturma bir mesafe kat edecek; ama bir gerçek var ki faillerin aşağı yukarı kim olduğuna dair baştan beri bir fikrimiz vardı, faillerin kimliği soruşturma makamlarının etkin ve doğru bir soruşturma yapmasını hep engelledi.

Tahmin ettiğiniz failler şimdi söyleyebileceğiniz kimlikler mi?

Aşağı yukarı orada olan görevliler belli.

Resmi görevlilerden bahsediyorsunuz.

Evet. Tahir’in vurulduğu yerle düştüğü yer arasındaki işlemi kesine yakın bir şekilde belirlemişler.

Kriminoloji çok ileri bir teknik kullanıyor tabii.

Bu dosyada sorun delillerin bir kısmının toplanılmasından vazgeçilmiş olması… Orada atılan kurşunların bir kısmı alınmış ama geri kalanı alınamamış, alamadık demişler. Hemen sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Edilmeseydi, oradaki bütün delillerin toplanması mümkün olacaktı. Yasak yüzünden o sokağa da girilemedi, yerde olan delillerin önemli bir kısmı toplanamadı, süpürüldü, dağıtıldı. Bu da faillerin kimliğinin baştan beri bilindiğini ama ortaya çıkarılmak istenmediğini gösteriyor. Kaldı ki, o zaman Başbakan Davutoğlu’ydu, faillerin mutlaka bulunacağına dair bir söz verdi ama diğer cinayetlerde olduğu gibi bir ilerleme kaydedilemedi. Ünlü bir söz vardır, ‘hırsız evin içindeyse kilit işe yaramaz’ diye…

Bir umudunuz var mı çözüleceğine dair?

Evet. Yani biz biliyoruz kim olduğunu zaten, Türkiye’de yargı her zaman böyle olmayacak, mutlaka değişecek bir gün. Hem Diyarbakır Barosu hem müdahil vekiller bu yargıyı zorlayacak mekanizmaları üretiyorlar. Mesela kolay kolay kimsenin aklına gelmeyecek bir kurumdan rapor alındı.

"ŞU AN TÜRKİYE’DE 260 BİNDEN FAZLA TUTUKLU VAR. TUTUKLULARIN BU KADAR YOĞUN OLDUĞU BİR DÖNEM BUGÜNE KADAR HİÇ OLMADI"

Peki, size gelelim. Lice doğumlusunuz. Çocukluğunuz orada geçti.

Aslında ben Kulp ilçesindenim. Lice’den sonradır orası... 6 yaşıma kadar oradaydım. Rahmetli babam öğretmendi. Ben dört kardeşin en küçüğüyüm.

Tahir Elçi gibi siz de en mücadeleci insan hakları savunucularındansınız. Büyüdüğünüz coğrafya bunun sebebi olabilir mi?

Ya bizim ev ve aile ortamı hep siyaset ortamıydı. 80 öncelerini düşünün, daha çocuktuk ama siyasetin içindeydik. 

Ama zaten sizin coğrafyanın kaderidir bu; özellikle çocukların siyasetin içinde doğması... Balet olacak halleri yok ya!

Bale kursumuz vardı. (Gülüyor) Evet yani, ben de ufak yaşlardan itibaren, babamın, ablamın, abilerimin siyasetle olan ilişkileriyle büyüdüm. Tam da çocukluğuma denk gelen 70’ler Diyarbakır’da çok ağır geçti. Şimdi konuşuluyor ya, belediyeye kayyım atandı, bilmem ne oldu falan; 1977’deki yerel seçimlerde Diyarbakır’da yarışan 2 bağımsız aday vardı. CHP, AP, MSP gibi diğer partiler de vardı ama 1’inci ve 2’nci aday bağımsızdı. Kürt Siyaset Hareketi’nin adaylarıydılar. Biri Mehdi Zana idi, diğeri Av. Yahya Mehmetoğlu’ydu. Zana, Diyarbakır Belediye Başkanı oldu. 70’lerden bahsediyoruz bak, o zaman bile öyle esaslı bir ortam vardı. Mehdi Zana’nın avukatlığını da ben yapmıştım.

Madem konu hukuka geldi; ülkemizde yüzlerce gazeteci, akademisyen, binlerce öğrenci tutuklu, hatta onları savunan avukatlar da tutuklu… 70 bin öğrenci tutuklu mesela… Sizce bu durumdan bir çıkış var mı?

O 70 binin hepsi öğrenciyken tutuklanmadı tabii, bir kısmı cezaevindeyken öğrenci oldu. Şu an Türkiye’de 260 binden fazla tutuklu var. Tutukluların bu kadar yoğun olduğu bir dönem bugüne kadar hiç olmadı. Darbe dönemlerinde bile olmadı. 10 binden fazla kadın tutuklu ve hükümlü var. 750’den fazla 0-6 yaş arası çocuk anneleriyle beraber cezaevlerinde. Bunların arasında bir de ölüm eşiğinde olan 400’e yakın ağır hasta var. 1000’den fazla tedavilerinin hastanede sürmesi gereken hasta var. Böyle ağır bir tabloyu Türkiye hiçbir dönemde görmedi. Ama Türkiye’de bütün bunların gövdesi olabilecek yargı yok. Adı mahkeme olan yerler var tabii. O yargılamalara yargı demek, mahkemelere mahkeme demek çok zor. 2010’dan evvel, HSK yapısı değişmeden önce de yargının bağımsız ve tarafsız olma sorunu vardı ama o zaman yargı vardı. Şimdi yargı yok.

Çok ağır ihlaller var dediğinize göre.

Evet. Daha dört gün önce Çağdaş Avukatlar Derneği’nin 18 avukatının yargılanması vardı, 16 ilin baro başkanı duruşmaya gelmişti; onların ve sanıkların avukat olduğu bir davada bu kadar çok ağır ihlal varsa, düşünün bizim izleyemediğimiz, takip edemediğimiz diğer davalarda kim bilir neler oluyordur? Avukatların yargılandığı bir davada yargının daha özenli olmasını beklersiniz, daha adil, daha dürüst bir yargılama beklersiniz değil mi? Hiç bunların kaygısını taşımayan, sanıkların ve avukatların duruşmada olmadığı zamanda hüküm okuyan bir mahkeme var. Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde de avukatlık yaptım, 84’den bu yana DGM’deki 35 yıllık bir dilimi biliyorum, böyle kötü berbat ve pervasız bir dönem görmedim. Cumhuriyet Gazetesi davaları, Selahattin Demirtaş ve diğer siyasetçilerin yargılandığı davalar, Enis Berberoğlu’nun Eren Erdem’in davaları, Büyükada davası, gazeteciler, en son Osman Kavala ile ilgili 1,5 yıl sonra yazılan iddianame ve kabul edilen iddianamedeki insan aklının alamayacağı kurgular… o kadar darbe, sıkıyönetim yaşadık, böyle bir ortamı Türkiye hiç görmedi.

O zamanki hakimler, yargı daha mı adildi?

80’li yıllardaki hâkim ve savcıların büyük bir kısmı 60’lı-70’li yıllarda Ankara, İstanbul üniversitelerinde okuyan ve ayrışmanın ideoloji üzerine olduğu bir dönemde yetişmişlerdi. Şimdi ise 90’lı-2000’li yıllarda, Türkiye’nin çok değişik yerlerindeki okullarından mezun olmuş hâkim ve savcılar, tamamen siyasallaşmış, Yürütme organına bağlı bir yapı içerisinde karar alıyorlar. Yoksa bir hâkim bir uyuşturucu baronunun tahliye gerekçesinde ‘Ak Partili bir milletvekili bu davada devlet hassasiyeti olduğunu ifade etmiştir’ diyebilir mi? Ak Partili bir milletvekili arıyor ve o telefondan sonra uyuşturucu baronu tahliye ediliyor. Devlet hassasiyeti… Acaba bu devlet hassasiyetiyle kaç kişi tahliye edildi, kaç kişi de bu yüzden cezaevinde? Yargının iki hassasiyeti vardır; adalet ve vicdan… Devlet hassasiyeti adaletin ve hukukun önüne geçiyorsa, orada artık yargıdan bahsedemezsiniz.

Ben asıl şunu merak ediyorum, somut bir delil olmadan, baştan aşağı kurgularla dolu bir dosya yüzünden birini hapse gönderdiğinde, gece nasıl uyuyabilir insan?

Hiç umurlarında değil! Bir tarafta yargılanan akademisyenler var; hepsi Türkiye’nin, bilim dünyasının yüz akı… Bunlar ülkede ve dünyada söz sahibi insanlar; bir de onları yargılayan heyete bakıyorsunuz, sanki okey masasından kalkıp gelmişler. Bir an evvel bitsin de tekrar lokale gidip okeye devam edelim derdindeler sanki. O kadar çok hakaret, aşağılama, küçümseme… Türkiye’nin en saygın üniversitelerinde hoca olan ve ülkenin geleceği için çok önemli bu akademisyenlere karşı sokak ağzıyla hitap eden, sen diyen, otur kalk diye emirle konuşan ve yargıya yakışmayan bir ortam var. Ve sanki hepsi sözleşmiş gibi aynı tavır içerisindeler.

"İÇİŞLERİ BAKANI’NIN SÖYLEDİĞİ SÖZLERİN SOKAKTA SATIN ALINMA GÜCÜ VAR"

Geçen yıl terör örgütü propagandası yapmaktan bir fezleke gördünüz. Ne oldu o durum?

Normal koşullarda ifade özgürlüğü olabilecek her sözümüz, maalesef tecrübeli savcılar tarafından bir fezlekeye bağlanıp gönderiliyor. Avukatım, hangi sözün suç teşkil edip etmeyeceğini gayet iyi biliyorum. Söylediğim hiçbir sözde bir suç unsuru yok ama fezleke gördüm.

Sedat Peker ‘oluk oluk kan akıtacağız’ dediğinde ifade özgürlüğü, Metin Akpınar gibiler de halkı isyana teşvik etmiş oluyor. Aynı cümleyi siz söyleseniz ne olurdu?

Biz öyle bir şey söylemeyiz zaten. Öyle bir şey aklımıza bile gelmez. Bu açıdan ifade özgürlüğü en kısıtlı olan siyasetçilerdir. Ya fezleke ya tazminat davası geliyor konuşan siyasetçilere…

Bakan Soylu en son sizi hedef gösteren bir açıklama yapmıştı.

Evet ve onun söylediği sözlerin sokakta satın alınma gücü var. Bir İçişleri Bakanı’nın sözlerinin etkisinin karşılıksız olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Bunun geçmişte bir sürü örneği var. Hedef gösterilen pek çok kişinin hayatı ya mahvoldu ya da bitti. Bunları kendisi bilmiyor mu? Bile bile bunu söylüyor. Bunları söyleyebildiğine göre bana bir şey olma kaygısı taşımıyor.

Tehdit alıyor musunuz?

90’lı yıllardan bu yana zaman zaman tehdit aldığım ve atlattığım bazı girişimler oldu ama şimdi ciddi bir şey yok. Diyarbakır’da avukatlık yapmak veya bu dönemde bu şekilde siyaset yapmak bunları göze almak demektir. Başka türlü de avukatlık yapabilirdik, başka türlü de siyaset yapabilirdik ama bu yolu tercih ettik. Bu sonuçta bizim kendi siyasal tercihimiz ama kötü olan İçişleri Bakanı’nın bile bile bir siyaset uğruna yanlış bir algı yaratmaya çalışması… İçişleri Bakanı devletin bütün güvenlik ve istihbarat aygıtının başında aynı zamanda. Çarpıtılmış olgular üzerinden hedef gösterilmek kötü bir şey. Ortalama bir demokraside bir bakan bunu herhangi bir siyasetçiye söylediğinde bu açıkça bir nefret suçudur. Halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçudur. Bunun iması bile Avrupa’da bir siyasetçiyi ömür boyu siyaset yapmaktan men eder resmen. Toplum bile onu görmek istemez. Kaldı ki nefretin de ötesine geçti. Tiksindiğinizi, iğrendiğinizi söyleyebilecek misiniz dedi. Bu nedir Allah aşkına? Nefret objesi haline getirmek bir insanı, nedir?

Mansur Yavaş üzerinden Ankara halkı da bir tehdit aldı geçenlerde.

Sadece Yavaş değil, Meral Akşener de nasibini aldı bundan. ‘Sen akıbetinin ne olacağını bilebiliyor musun? İşte bak içerideki gün sayıyor, dokunulmazlığın da yok, sen de gün sayarsın, kaçacak delik bulamayacaksın’ gibi sözler bir siyasi partinin genel başkanına, bir cumhurbaşkanı tarafından söylenecek bir siyasi ortam olabilir mi ya? Akşener’in sözleri en fazla eleştirilebilir, sert de eleştirilebilir ama biz cumhurbaşkanının daha önce söylediği bu tarz sözlerle neler olduğunu biliyoruz. Bunlar yargı bakımından bir talimattır aynı zamanda. Ne anlama geldiğini hepimiz biliyoruz. Yargı maalesef siyasetin bir baskı aracına dönüştü. Bakın, eski sıkıyönetimlerde bile gözaltı süreci 90 gündü. Ağır ihlaller vardı. Ama gözaltında olan insanlar ‘bir mahkemeye çıksa bir hâkim karşısına geçsek’ diyordu. Sıkıyönetim mahkemelerinde bile bir hâkim ve mahkeme kavramı vardı. Ama şimdi cezaevindekiler kendi mahkemesine gitmek istemiyor. Nasıl olsa bir şey çıkmayacak, hiç olmazsa yolda eziyet görmeyelim diyorlar. 

Karşı tarafa oy verenleri terörist olmakla suçlamak nasıl bir stratejidir peki?

Terör örgütü propagandasıdır. Bu söylem sadece terör örgütlerinin propagandasına yarar. Onları daha güçlü gösteren bir algıya sebep olur.

"BU PARTİDE SİYASET YAPMAK BENİM İÇİN ZOR BİR TERCİHTİ AMA DOĞRU TERCİHTİ"

Bugün bir gazeteci arkadaşım hakkında sosyal medya paylaşımları yüzünden soruşturma başlatıldı. Avukatı en az 1 yıl ceza alabileceğini söylemiş.

Cumhurbaşkanı 4 yıldır görevde; 60 bin tane soruşturma açılmış, cumhurbaşkanına hakaretten dolayı. 60 bin. 12 bin dava var bu konuda. 12 bin tane dava olur mu ya? Polisler işi gücü bırakmışlar, sosyal medyada kim ne yazmış ne konuşmuş, bunun peşine düşmüşler. Çoğu da eleştiridir o paylaşımların, küfür değildir. Dünya tarihi böyle bir şey görmemiş.

Bir ara siz de sosyal medyada Kürtçe bir yazı yazdığınız, geçenlerde de Newroz’u kutladığınız için bayağı tepki aldınız.

Beraber yaşadığınız bir halkın dilini görmezden gelmek, yok saymak, inkâr etmek, inkardan daha öte küfretmek, normal bir toplum olmaktan çıktığımızı gösteriyor. Newroz’u kutlamaya niye tepki gösteriyorlar anlamıyorum. Yüzyıllardır kutlanan ve dayanağını bir mitolojiden alan Demirci Kawa’nın hikayesini anlatan, ölüme karşı yaşamı savunan, baharın başlangıcıyla özdeşleşen bir günü niye kutlamayacağız? Kutlamak niye suç olsun? Bunu anlamak mümkün değil. Newroz dayanışmadır, barıştır, yaşamı savunmaktır. Savunmaya da devam edeceğiz. 

Cumartesi Anneleri’ne, 8 Mart Kadınlar Yürüyüşü’ne katılanlara soruşturma açılıyor; kamuya ait bir meydanda yürüyüş yapmak anayasal bir hak değil midir?

Gösteri ve yürüyüş niçin yapılır? Kamuoyu yaratmak, kamuya ses duyurmak ve kamuyu dahil etmek için yapılır. Dolayısıyla ıssız bir alanda gösteri veya yürüyüş yapılmaz. İstiklal Caddesi Türkiye’nin bu anlamda en önemli alanlarından biri… Bu bakan gelmeden evvel de öyleydi, hatta bu bakanın da daha önceki siyasi mensubiyetlerindekilerin gösteri yaptığı bir alan... 700 haftadır yapılan, herhangi bir şiddet amacı bulunmayan ve terörle hiç alakası olmayan bir eylemi bununla ilişkilendirip yasaklamakla bu hükümete nasip oldu maalesef.

Çoğu tanıdığım sizin için, nasıl oluyor da onun gibi bir adam ulusalcı bir partide siyaset yapıyor diyor.

Bu ulusalcılıktan ne anladığınıza bağlı. Parti içerisinde öteden beri kendini ulusalcı olarak tarif eden bir hat var ama aynı zamanda CHP çoğulcu bir partidir. Son yıllarda partide çok önemli bir değişim ve dönüşüm de oldu. Birçok arkadaşımızın refleksleri de değişti. Haksızlık etmemek lazım. Bu partide siyaset yapmak benim için zor olan bir tercihti ama doğru tercihti. Türkiye ölçekli bir siyaset yapıyorum ve Türkiye ölçekli politikalarla sorunların çözüleceğine inanıyorum, bu yüzden bu partideyim.

Peki, göçmen haklarını savunan biri olarak partinizin mülteci karşıtı politikası hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bir kısım CHP’lilerin mülteci karşıtı anlamına gelecek sözleri olsa da CHP’nin parti programına yansımış asıl politikasında kesinlikle göçmen karşıtlığı ya da ırkçılık yoktur. Benim de içinde bulunduğum Göç ve Mülteci Komisyonu geçtiğimiz yıllarda kuruldu. Bu konuda epey çalışma yapıldı. Parti politikasını etkileyecek bir yayın da çıkardı. CHP’nin bu konudaki görüşü o yayında, parti programında ya da seçim bildirgesinde vücut bulan görüştür.

Artı TV’de Seran’ın Seçim Günlüğü diye bir program yapıyoruz; İstanbul’un semtlerini dolaşarak halka düşüncelerini soruyoruz. Genelde şahit olduğumuz durum halkın çoğunun Suriyeli düşmanlığı yapması…

Son 50-60 yılda Türkiye’den bütün Avrupa’ya giden göçmen sayısı 3-3,5 milyondur ama Türkiye’ye 4-5 yılda gelen göçmenin sayısı neredeyse bu sayıdan fazla… Türkiye’nin her ilinde ve ilçesinde hayatın bir parçası haline geldiler. Bu da günlük hayattan kaynaklanan bir karşıtlığa sebep oldu. Halktan gelen tepkiler de politikanın diline olması gerektiği gibi yansımıyor maalesef. Suriyeli göçmen meselesinin her zaman Türkiye’nin gündeminde ilk sırada yer alması, bu sözleri elbette meşru göstermez ama CHP’nin insani yaklaşımı ortadadır. Bizim asıl hedefimiz Suriye’de barış ortamının sağlanması ve ülkemizdeki göçmenlerin kendi iradeleriyle kendi topraklarında olmasıdır.

Şu SİHA işinden bahsetsek biraz.

Şu an hala dava aşamasında olduğumuz için bu konuyu konuşmam yanlış olur. Bu mesele 2007 tarihinde Hakkari’de Ağustos ayının son günlerinde, yani Kurban bayramının arife gününde öldürülen 1 ve ağır yaralanan 3 köylü ile ilgili bir meseledir. Benim yaptığım açıklama da bununla ilgilidir. 56, 54, 40 ve 35 yaşlarında 4 köylü SİHA’nın ateşine maruz kaldı. Bana köyün muhtarının ve yakınlarının ilettikleri bu insanların sivil olduğudur. Benim söylediğim de bu insanların -isimlerini ve yaşlarını vererek- terörist değil de sivil olduklarıdır. ‘Vay efendim sen nasıl böyle söylersin?’ oldu bu. Mesele budur yani. Halen de iddia ediyorum, bahsettiğim o 4 köylü kendi köylerine giden sivillerdir, ellerinde silahla dağda gezen insanlar değillerdir.

Kürt meselesinin çözümüyle ilgili CHP’nin ortaya koyduğu çerçevenin bugüne kadar yapılmış en doğru çerçeve olduğunu iddia ediyorsunuz. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına onay vermek de bugüne kadar CHP’nin yaptığı en büyük yanlışlardan biri değil mi peki?

Kesinlikle tamamen yanlış bir hareketti. Hele bugünden geriye baktığımızda o tutumunun ne kadar yanlış olduğunu çok daha iyi görüyoruz. O zaman da yanlış olduğunu söylemiştik biz. Partinin bu konuda iç tüzük uyarınca bağlayıcı bir karar alması mümkün değildi zaten. 100’den fazla milletvekili de ret oyu verdi zaten. Bunun en büyük bedellerinden birini de Enis Berberoğlu ödedi.

İdam cezası hakkında ne düşünüyorsunuz? Kılıçdaroğlu ‘getirin CHP imzalar’ demişti.

İdam cezası bir insanlık suçudur ve 2002’de kaldırılmıştır. Gündeme getirilmesinin tek nedeni nefret ve kutuplaşma ortamının siyasi aracı olarak kullanılmasıdır. Öyle ki yayın yapan bir kuruluşun muhabiri bile bir idam sehpasının önünde ana muhalefet partisinin liderinin idam edilmesi gerektiği görüşünü ortaya koyabiliyor. Kılıçdaroğlu’nun sözü de kendisiyle ilgili bu idam tartışmasına verdiği cevaptır, idamdan yana olduğu için değildir. CHP’nin idamı destekleyen bir politikası hiçbir zaman olmamıştır, olmaz da. 

"BÜYÜK İHTİMALLE AYIN 1’İNDE İSTANBUL ANKARA BAŞTA OLMAK ÜZERE BİRÇOK İLDE İKTİDAR DEĞİŞECEK"

Seçim günü iyice yaklaştı ve anketler özellikle büyük şehirlerde çok sürpriz sonuçlar gösteriyor.

AKP 25 yıldır İstanbul’u yönetiyor. Ankara’yı daha da fazla bir süredir… Yani anlatacakları başka bir hikaye kalmadı artık. Geleceğe dair bir şey söyleyemiyorlar, bu yüzden bir korku tablosu çizerek oy almaya çalışıyorlar; beka meselesi… Bunlar gelirse şöyle olacak diye bir korku yaratma çabası içindeler. Ama sonuçta bu bir yerel seçim, bekayla alakalı bir olay değil. Ellerinde başka bir şey kalmadığı için bu alana sıkışmış durumdalar. Ama toplumun büyük kesiminin bunu artık okuduğunu görüyorum ve bu mutlaka sandığa yansıyacak ve başarı da ortaya çıkacak. Büyük ihtimalle ayın 1’inde İstanbul Ankara başta olmak üzere birçok ilde iktidar değişecek.

Adil bir seçim olacağına güveniyor musunuz?

Sadece seçim sonuçlarının doğru bir şekilde iletilmesi değil de sürecin de adil olması lazım. Sürecin kendisi bile adil ve dürüst değil! Propaganda imkanları orantılı değil. Büyük bir baskı var. Muhalifseniz sürekli bir gözaltına alınma, tehdit edilme baskısıyla karşı karşıyasınız. Her ne kadar süreç adil olmasa da sandıklara ve sandık sonuçlarına sahip çıkarak, sonuçların doğru açıklanması için üzerimize düşen ne varsa yapacağız.  

Öne Çıkanlar