Yarım yüzyıldır düşünce suçlusu bir yazar: Fikret Başkaya

Yarım yüzyıldır düşünce suçlusu bir yazar: Fikret Başkaya
1965’den bu yana sayısız dava ile karşılaşan yazar Fikret Başkaya, 54 yıl sonra 'örgüt propagandası' suçlamasıyla yine hakim karşısına çıkacak.

Derya OKATAN


ARTI GERÇEK- Özgür Üniversite’nin kurucusu Fikret Başkaya, yarım yüzyıldan fazla zamandır 'düşünce suçlusu' olarak sayısız kez hakim karşısına çıktı. İlk davası 1965’de açılmıştı. O zaman 'komünizm propagandası yapmak' tan yargılanan Başkaya, 54 yıl sonra 'örgüt propagandası' suçlamasıyla yine hakim karşısına çıkacak.

Başkaya hakkındaki bu yeni davanın gerekçesi 'ozguruniversite.org’da yayınlanan 'Asıl terör devlet terörüdür' başlıklı yazı. Başkaya, 2,5 yıl önce yayımlanan yazısıyla ilgili bundan 15 ay önce evi basılarak gözaltına alınmıştı. Dosyanın kapandığını düşünürken iddianame ile karşılaşan Başkaya’nın yargılanmasına 21 Mart’ta başlanacak.

TEYİDE MUHTAÇ İSTİHBARİ BİLGİ İDDİANAMEDE

42 sayfalık iddianamede Başkaya hakkındaki suçlamaya ayrılan bölüm sadece bir sayfa. İddianamede ilginç detaylar da yer alıyor. Ankara Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ekiplerince yapılan araştırmalarda Başkaya hakkında "Polnet Ekip Projesi ve UYAP sisteminde herhangi bir suç kaydına rastlanılmadığı, sosyal medya hesaplarında PKK/KCK’ye yönelik herhangi bir suç unsuruna rastlanılmadığı, sol örgütler içerisindeki şahıslarla irtibatlı olduğu şeklindeki istihbari bilginin ise teyide muhtaç olduğu" belirtiliyor.

‘DÜŞÜNCE HÜRRİYETİ MUTLAK DEĞİLDİR’

Dijital materyallerde yapılan incelemede 'Kürdistan' yazılı harita, ellerinde PKK bayrağı bulunan militanlar ile 'terör örgütü' olarak tanımlanan TKP'ye ait 'amblem ve örgüt militanlarına ait fotoğraflar' olduğu belirtiliyor. Bu fotoğrafların bilgisayarına nasıl girdiği konusunda Başkaya’nın hiçbir fikri yok.

Sayfalarca PKK tarihi ve faaliyetleri hakkında bilginin yer aldığı iddianamede, 'düşünce ve kanat hürriyeti tıpkı basın özgürlüğü gibi sınırsız ve mutlak değildir' deniliyor ve Başkaya hakkında 'örgüt propagandası' iddiasıyla 1,5 yıldan 4,5 yıla kadar hapis cezası isteniyor.

Özgür Üniversite’nin bağlı olduğu Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı Başkanı ve kurucusu, yazar Fikret Başkaya ile hakkında açılan davanın yanı sıra düşünce suçunu ve güncel gelişmeleri konuştuk.

Başkaya’nın Artık Gerçek’in sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

Hakkınızda yine bir dava açıldı. Nedir bu davanın kapsamı, bilgi verir misiniz?

7 Kasım 2016’da Özgür Üniversitesi sitesinde "Asıl terör devlet terörüdür" başlıklı bir yazı yayımlandı. Bir süre sonra güya Bursa’da bir kişi devlete yönelik suçlama var, diye bir ihbarda bulunuyor. Bunun üzerine soruşturma başlatılıyor. Epey sonra 27 Kasım 2017’de polisler evi bastılar sabahın erken saatlerinde, bilgisayar, tablet ve biri "Paradigmanın İflası" olmak üzere üç kitabı ve beni alıp götürdüler. Normalde en az iki üç gün tutuyorlar, nasıl olduysa beni aynı gün bıraktılar. Ben o dosyanın kapandığını düşünmüştüm, sonra baktım ki dava açmışlar. Üzerinden bir yıldan fazla zaman geçti. İlk duruşma da 21 Mart 2019’da 21. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek.

'İLK DAVA KOMÜNİZM PROPAGANDASINDANDI'

Hakkınızda daha önce de çok sayıda dava açıldı…

Hakkımdaki ilk dava komünizm propagandasındandı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenci iken, Ankara’nın köylerinde TİP için yaptığım çalışma çerçevesinde "komünizm propagandası yapmak"tan dava açıldı. O günden bu güne hakkımda açılan davaların sayısını bilmem. Fakat o zamanlar komünizm propagandasından açılıyordu. 1990’ların başından itibaren Sovyet sistemi çöküp de güya komünizm bir risk olmaktan çıktıktan sonra, bu sefer de "terör örgütü propagandası"ndan dava açıldı. 90’ların ikinci yarısında Özgür Gündem’de hafta bir yazı yazıyordum. Herhalde en az 3 yazıdan birine dava açılıyordu. Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne o kadar sık gidiyordum ki oradaki polislerle, mübaşirlerle yüz göz olmuştuk. Bazen araya zaman girince "hocam hasta mı oldun" diyorlardı. Davalarım hiçbir zaman eksik olmadı. Hakkımdaki ilk dava bundan 54 yıl evvel açılmıştı. 54 yıl sonra da "terör örgütü propagandası"ndan açılıyor. Bu aradaki zaman zarfında, yani yarım yüzyılı aşan sürede rejim katında bir esneme olmadı. Benim hayatım bu açıdan tipik bir örnek olabilir.

DGM ‘APOLİTİZE’DEN ÖCALAN PROPAGANDASI ÇIKARDI

Bu kadar çok davada ilginç anılarınız olmuştur herhalde. Bir tanesini bizimle paylaşır mısınız?

Bir seferinde Gaziantep’te yayınlanan 15 günlük bir gazetenin genel yayın yönetmeni beni aradı. Ankara'ya gelsem bir söyleşi yapabilir miyiz, diye. Buluştuk ve uzun bir söyleşi yaptık. Sorduğu sorulardan biri de "sivil toplum örgütleriyle" NGO'larla ilgiliydi. İki türlü 'sivil toplum örgütü var: Aşağıdan sivil toplum örgütleri ve yukardan sivil toplum örgütleri... Bunlardan birinciler gerçek anlamda sivil toplum örgütü sayılabilirler ama ikinciler, küresel oligarşilerin, küresel plütokrasinin örgütleridir... Onların misyonu ve varlık nedeni toplumu "apolitize etmektir", "depolitize etmektir" demiştim... Apolitize'de APO, dolayısıyla Abdullah Öcalan imâ ediliyor diye, dönemin Adana Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından hakkımda "terör örgütü propagandası yapmak"tan dava açıldı ve dava yıllarca sürmüştü. İlginç ve rahatsız edici olan, hiçbir basın organının, gazete ve televizyonun haber yapmamasıydı. Hiçbiri skandalı sorun etmedi...

‘AMAÇLARI BENİ CEZALANDIRMAK DEĞİL’

Ama öyle görülüyor ki bu davalar bir işe yaramamış...

Entelektüel uzman değildir. Uzman bir konuda uzmanlaşır, bütünü görmez. Ağacı görür, ormanı görmez. Entelektüel ise bütünü anlamaya çalışandır. Hakikat bütündedir çünkü... Fikirlerinden vazgeçmek diye bir şey olamaz. Fikret Başkaya’yı cezalandırdığı zaman hiçbir şey değişmez, o kaldığı yerden devam eder, ama amaçları zaten beni cezalandırmak değil. Ben ve benim gibiler üzerinden mevcut paradigmayı sorgulayanların önünü kesmek. Öyle bir işlevi var bu davaların. Yoksa istedikleri kadar dava açsınlar, istedikleri kadar hapse atsınlar, umurumda bile değil. Çünkü doğru bildiğini söylemek entelektüelin misyonudur, onun karakteridir, varlık nedenidir. Cezalandırınca vaz mı geçeceksin? Öyle bir şey mümkün değil.

54 yıl sonra 'örgüt propagandası' suçlamasıyla hakim karşısına çıkacak yazar Fikret Başkaya 
Artı Gerçek muhabiri Derya Okatan'ın sorularını yanıtladı.

‘DÜŞÜNCEYİ ENGELLEMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR’

Zaten düşünceyi engellemek mümkün değildir. Her söylenen, her konuşulan, öylesine söylenmiş şeyler düşünce değildir. İnsanın kafasında bir şeyi tasarlaması, aklından bir şeyler geçmesi ya da tavla oynarken yapılan konuşma düşünce değildir. Düşüncenin düşünce sayılabilmesi için bir amaç için tasarlanması, uygun araçlarla ifade edilmesi ve hedefe ulaşması, yani insanlar tarafından içselleştirilmesi gerekir. Ben buna düşüncenin gerçeklemesi diyorum. Kapitalizmde amaç üretmek değil satmaktır. Satılmadığı zaman üretilenin hiçbir değeri yoktur. Burada da söz hedefe ulaştığı anda gerçekleşme olmuştur... Artık ondan sonra ceza verseler de hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Bir kere amaç hasıl olmuştur. Mesela Galileo o zamana kadar geçerli olan paradigmada bir gedik açıyor ve diyor ki, güneş dünyanın etrafına değil tam tersine dünya güneşin etrafından dönüyor. Tabi bunu Klerjenin, kilise adamlarının kabullenmesi mümkün değil. Zira bu geçerli düşünce sisteminde, dönemin egemen ideolojisinde bir gedik açmak demek... Galileo 22 Haziran 1633’de Roma’da kardinallerin huzuruna çıkıp yargılanırken sözünü geri alsa da bir kere ok yaydan çıkmış oluyor. Tabi sözünü geri alması etik bir problem yaratıyor ama artık hiçbir kıymeti harbiyesi yok, söylediği hedefe ulaşmış, "düşünce gerçekleşmiş" oluyor. Düşünceyi engellemenin imkanı yoktur. Düşünceyi engellemek mümkün değilse, ki değildir, o zaman egemen sınıf için düşüncenin gerçekleşmesini engellemekten başka seçenek yoktur. İşte düşünce yasakları ve her türlü sansür bu aşamada devreye sokuluyor. Amaç, düşüncenin muhatabı olan kitleye ulaşmasını, düşüncenin gerçekleşmesini, realize olmasını engellemektir. Düşüncenin gerçekleşmesinin engellenmesi için de söylenenin duyulmasını, yazılanın okunmasını, resmedilenin görülmesini engellemek esastır. Yasaklar, sansür ve baskı, düşünceyle düşüncenin hedefi olan kitle arasında bağ kurulmasını engellemeyi amaçlar. İşte gerçek düşünce adamlarının-kadınlarının, sanat adamlarının-kadınlarının, bilim adamları ve kadınlarının "vatan haini", "bölücü" vs sayılıp suçlanmasının, baskıya maruz kalmasının, cezalandırılmasının nedeni budur.

SON DÖNEMDEKİ GİBİ HİÇ OLMADI, SINIRSIZ KEYFİLİK VAR

İlk davanızın 1965’de açıldığını söylediniz. O dönemler ve sonrasında 1980’lerde, 1990’larda da baskılar çok yoğundu. Bu dönemi o dönemlerle kıyaslarsak neler söylersiniz?

Hiçbir zaman iyi değildi, hep problemliydi fakat son dönemdeki gibi hiç olmadı. Bu kadar keyfilik, bu kadar umursamazlık… anlatamam. Bu çok istisnai bir dönem. Çok dönemler geldi geçti, ama bu eksepsiyonel bir durum. Hiçbirine benzemiyor. Hukuk diye bir şey yok. Nirengi noktası yok. Değer ölçüsü yok. Sınırsız bir keyfilik var. Daha doğrusu tam bir kaos hali var. Bu şunun sonucu, sistem (kapitalizm) kendini yeniden üretemiyor. Sistem potansiyelini tüketti. O zaman ellerinde sadece iki koz var: Bir tanesi parayı maniple etmek ama para değer yaratmaz, paranın değer yaratması için değer üretmesi lazım bir yatırımda değerlenmesi gerekir. Diğeri de baskıyı, şiddeti, terörü araçlaştırmak, manipüle etmek... Şu anda yaptıkları o. Herkes düşman. Bunların ekstra bir özelliği var; bunlar politik İslamcı. Politik İslam’da dar'ül harp-dar'ül İslam diye bir ayrım vardır. Kendilerini ve kendilerinden olanları, yandaşları Dar'ül İslam, geri kalanı da katli vacip dar-ül-harp olarak görüyorlar, yani düşman sayıyorlar. Onları öldürebilirsin, malına el koyabilirsin, kadınları köleleştirebilirsin. Burada söz konusu olan despotik bir baskı rejimi... Asgari hukuk yok. Mesela usul hukuku çok önemlidir ama usulün artık esamasi okunmuyor. Yargı sistemi tamamen çökertilmiş, tefessüh etmiş durumda. Mesela eskiden ehil hakimler karşısında yargılanırdık, şimdi o da yok. Vicdan yok, yasa yok, hukuk yok, hiçbir şey yok.

Davadan nasıl bir sonuç bekliyorsunuz?

Hiçbir zaman bir tahmin yapmak mümkün değildir, ama şimdi artık hiç mümkün değil. Davanın nasıl sonuçlanacağına dair en ufak bir tahminde bulunamam. Zaten hukuk tamamen tefessüh ettiğine göre... Normal olarak yargıçların yasalara ve vicdanlarına dayalı karar verdikleri söylenir ama şimdilerde bunların ikisi de sorunlu... Dolayısıyla bir tahminde bulunmak istemem.

Sanatçılar, tiyatrocular, sinemacılar, aydınlar eleştiride bulunan herkes ya yargı baskısı ya da toplumsal linç ile karşılaşıyor.

Hiç kimse muaf değil.

Böyle bir ortamda aydın tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Entelektüel duruş itibariyle daha iyi olabilirdi aslında. Entelektüele o kadar büyük misyon yüklemek doğru değil ama entelektüeller ütopyayı formüle eder. Dolayısıyla entelektüelden yoksun bir hareketin başarı şansı olmaz. Entelektüelin önemini abartma anlamında söylemiyorum, bu bir realitedir. O açıdan başarılı bir sınav verildiğini söyleyemeyiz.

‘SANMAKİ SOKAKTAKİ İNSAN HEP BÖYLE OLACAK’

Bu neden kaynaklanıyor?

Ben ‘aydın’ demem, entelektüel demeyi tercih ederim. Aydın diplomalıya deniliyor. Bu toplumun diplomalısı, aydının inkârı olabilir ancak. Entelektüel ayrı, okumuş, diplomalı ayrı. Türkiye’de çok köşeli bağnaz bir resmi ideoloji var. Eğitim sistemi buna göre örgütleniyor, şimdi bir de dini bir unsur eklendi. Entelektüel bir zaaf var. Türkiye’deki bu köşeli resmi ideoloji insanların bilincini genç yaşlardan itibaren dumura uğratıyor. Tabi hiçbir zaman ümitsiz değiliz, çünkü insan irade sahibi bir yaratıktır. Sanma ki sokaktaki insan hep böyle olacak. Hiç ummadığın bir zamanda, hiç ummadığın bir reaksiyon gösterebilir. Bakın devrimi halk yapar, örgüt yapmaz. Genel olarak devrimi örgütün yaptığına dair bir fikir vardır, o doğru değil. Devrimin ne zaman olacağı belli olmaz, belli olsa zaten önünü keserler. Ve devrim, devrimin özneleri de dahil herkesi şaşırtır. Kategorik olarak ümitsiz olmaya hiç gerek yok.

Yakın zamanda böyle bir hareket bekliyor musunuz?

O konuda hiçbir şey söyleyemezsin. Umduğundan erken ya da geç de olabilir ama eninde sonunda patlar. Çünkü sistem tıkandığı ve sorun çözme yeteneği aşındığı zaman insanlar eli kolu bağlı ilelebet beklemez. Öyle bir patlamadan korkuyorlar zaten, onun için tedbir alıyorlar.

Bu kadar baskı bunun için mi?

O tedbirler işe yaramaz. Devrim ne zaman olur biliyor musun? Bu rejimin jandarması, polisi, hakimi, savcısı sokağa çıkan o kitleye karıştığı zaman olur. Tsunami yükseldiği zaman her şeyi kapsar. Devrim olduğu zaman da öyle. Devrim polisin ateş etmekten vazgeçtiği anda olur. 1789’da böyle olmuştur. Ümitsiz olmak gerekmiyor. Tarihte sayısız örnek var, ümitsiz olmamak için. Fakat tahmin de edilebilecek bir şey değildir. Radikal eleştiri her zaman vazgeçilmezdir. Radikal eleştiri olmadan dünyada hiçbir şey yerinden oynamaz. Bundan dolayı özgür düşünceyi yasaklamaya çalışıyorlar. Ama bizi engelleyemezler.

Herkes düşmanlaştırılıyor dediniz. Bu günlerdeki sıklıkla dile getirilen beka tartışması da bunun üzerinden kuruluyor. Bu açıklamaların altında ne var?

Bilinen anlamda, bir toplumun varlığını tehdit eden bir durum anlamında beka sorunu yok. Bu iktidarın iktidarda kalma sorunu var. Beka deyince onu kast ediyorlar. Çünkü iktidardan gitmek istemiyorlar. İki nedenle, birincisi, son 16-17 yılda ülkenin varını yoğunu yağmaladılar, talan ettiler. Sömürüye, yağma ve talana o kadar alıştılar ki, ballı böreği bırakmak istemiyorlar. İkincisi de, kanunsuz çok işler yaptılar. İktidardan düşerlerse yargılanmaları kaçınılmaz. Bu iki nedenden dolayı ne yapıp edip oraya yapışıyorlar. Beka dedikleri, yağma, talan ve sömürü olanaklarından mahrum olma korkusu. Ama şunu söyleyebilirim, bundan bağımsız olarak, sistem çökmüş bulunuyor. Sistem işlemiyor, değer üretemiyor, hiçbir sorunu çözme yeteneği yok. Ama sorunları büyütme potansiyeli çok yüksek. Ne tarafa baksak her gün daha fazla işsiz, daha fazla yoksul, hapishaneler tıka basa doluyor. Bütün kurumlar çökmekte...

'TEMSİLİ DEMOKRASİ DEMOKRASİNİN ÖNÜNÜ KESMEK İÇİN KURGULANMIŞ BİR OYUNDU'

Seçim sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz, AKP’nin oy kaybedeceğini düşünüyor musunuz?

Sorunlar bu kadar büyümüşken, işsizlik, yoksulluk, sefalet bu kadar derinleşmişken, eğitim sistemi çökmüşken, her tuttukları ellerinde kalırken, insanların eskisi kadar teveccüh edeceğini beklemek zaten mümkün değil. İktidar blokunun oy kaybedeceği kesin. Fakat bu normal bir seçime de benzemiyor. Parti başkanları, vali, kaymakam atar gibi belediye başkanı atıyor. Sen onlara oy veriyorsun. Mahalli planda çözülmesi gereken bir sorun aslında... Biz burada yaşayan insanlar şu belediye başkanı olsun diyeceğiz. Bildik anlamda bir seçim değil bu.

Zaten 1980’den beri siyasi partiler siyasi partiye benzemiyor, seçimler seçimlere benzemiyor. Temsili demokrasi tarihsel olarak demokrasinin önünü kesmek üzere peydahlanmıştır. Eski rejimler yıkılınca imparatorluklar, krallıklar çökünce artık onlar yönetemeyecek, o zaman dediler ki, köylüler cahil, işçiler cahil, kadınlar duygusal, o zaman parası ve eğitimi olanlar yönetsin... İşçi sınıfı, kadınlar seçme ve seçilme hakkını mücadele ile elde ettiler. Ama bu, sistemde ciddi hiçbir değişiklik yaratmadı. Bir temsil oyunu oynanıyor. Ortada bir temsil ilişkisi yok. Oy verdiğin seni temsil etmiyor. Dolayısıyla kullanılan oyun bir karşılığı yok. Artık bu sefil oyuna son verme zamanı gelmiş olmalıdır. Bu seçimde çok rahatlıkla iktidardaki partinin kan kaybedeceğini söyleyebilirim. Seçimlerden sonra da çözümsüzlük artarak devam edecek. Artık şu andaki iktidarın sorun çözme yeteneği yok.

'YEREL SEÇİMDEN ÇOK REFERANDUMA BENZİYOR'

Normal bir seçime benzemiyor dediniz, biraz açar mısınız?

Belediye seçimleri belediyeleri ilgilendirir ama genel seçim manzarası var. Oysa, belediye seçimleri için cumhurbaşkanı seferber olmaz. Normal bir seçimde ister genel, ister yerel yönetim seçimleri olsun, cumhurbaşkanı taraf olmaz. Ve kamu kaynaklarını bir partinin, kendi partisinin kazanması için kullanmaz. Elbette bir ülkede hiçbir şey "normal" değilse, olması gerektiği gibi değilse, seçimler bundan niye muaf olsun. Esasen yerel seçimlerden çok referanduma benziyor. Öyle olunca da muhalefet açısından kimin kazanacağı değil de, kimin kaybetmesi gerektiği ön plana çıkıyor.

Peki muhalefeti nasıl değerlendiriyorsunuz?

Muhalefet de aynı paradigmanın öbür tarafı. Muhalefet diyor ki, aracın direksiyonuna ben geçersem iyi yürür. Ama araç, batağa saplanmış, patinaj yapıyor. Sadece Türkiye de değil global olarak iflas eden paradigmanın yerine vakitlice yeni bir paradigma üretmek dışında hiçbir seçenek yok. Sadece post-neoliberal olmak yetmiyor, post-kapitalist olması lazım. Mesela Latin Amerika’da Chavez, Correa post-neoliberaldiler ve işin esasına dokunmadılar. Onların yeni bir rotaya girebilmesi için post-kapitalist olmaları, kapitalizmden çıkmayı amaçlamaları gerekiyordu. Termo-endüstriel kapitalizm (fosil kapitalizm) dahilinde bir çözüm yok. Bu fosil yakıtlar (enerji) üzerinde yükselen bir sistem ve sadece 250 yıllık ömrü var. Tarihe baktığınız zaman bu küçük bir parantez demek ama bu kadarcık zamanda bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıkmış bulunuyor. Detaylarına burada girmememiz mümkün değil… Esasen kapitalizm bir sapmaydı, insana ve doğaya zarar vermeden yol alamıyor. Artık paradigma iflas etmiş buluyor.

'KRİZ DEĞİL ÇÖKÜŞ'

Siz aynı zamanda "ekonomik kriz" ifadesine de karşısınız…

Evet bu bir çöküş, kriz değil. Kriz dediğimiz zaman normal durumdan bir sapmayı ifade etmiş oluruz ama 'kriz' normale dönüşü de ima eder. Çöküş dediğimiz zaman geri dönüşü olmayan eşiğin, sınırın aşıldığını ima etmiş oluruz. Şimdi o sınır aşıldı. Artık normale dönüşün mümkün olmadığı tarihsel bir dönemdeyiz. İnsanlık ve uygarlık kritik bir eşiğe dayanmış bulunuyor. Artık kavramlarımızı, düşünce tarzımızı, paradigmayı değiştirmenin aciliyet haline geldiği bir dönemdeyiz. Şundan dolayı ki, zaman daralmakta... Aksi halde geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir. Her geçen gün doğa tahribatı büyüyor. Çok yüksek oranlı bir büyüme olursa, bu çok yüksek oranlı doğa tahribatı pahasına mümkün olabilir. Büyümediği zaman da sosyal sorunlar büyüyor, işsizlik, yoksulluk artıyor, gelir dağılımı bozuluyor, kamu hizmetleri karşılanamaz hale geliyor. Bu sadece Türkiye için böyle değil, bütün dünya için böyle. Aralarındaki fark, nitelik farkı değil nicelik farkı. Mesela Türkiye’de durum biraz daha kötü, öbüründe daha az kötü ama hiçbiri sorunları çözecek potansiyele sahip değil. Sorunlar çözülebilir olmaktan çıktı. Dolayısıyla, paradigmayı değiştirmemiz gereken bir zamandayız.

Öne Çıkanlar