Yüzüncü yılında Almanya Devrimi (1918-19)-I

Yüzüncü yılında Almanya Devrimi (1918-19)-I
Almanya’da bugünlerde daha önce görülmemiş bir ilgi ve hevesle devrimin yüzüncü yılı anılıyor... Ancak herkes kendi devrimini anıyor aslında!

Bülent BİLMEZ


Dünya Savaşı’nın sonu ve yeni dünyanın inşası

Tarihle yüzleşme konusunda örnek ülkelerden biri olarak gösterilen Almanya’da uzun yıllardır 1938 Yahudi Pogromu’nun (Kristalnacht) yıl dönümü olarak anılan 9 Kasım Nazi zulmüyle yüzleşme günü, sekseninci yılında bir başka olayın yüzüncü yıl dönümünün gölgesinde kaldı: Aynı zamanda Doğu ile Batı arasındaki duvarın yıkılışının (1989) yıldönümü olarak da anılan 9 Kasım günü, bu yıl Almanya Cumhuriyeti’nin ilanının (1918) yüzüncü yıldönümü de olması nedeniyle önceki yıllarda görülmemiş bir ilgiye mazhar oldu… Mevcut Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in 9 Kasım 2018 tarihinde Meclis'te yaptığı anma konuşmasında da diğer iki önemli olayın yanında bu olay (muhtemelen yüzüncü yılı olması dolayısıyla) öne çıktı…

Kasım ayından itibaren Almanya çapında düzenlenmeye başlanan etkinlikler ile medyadaki yazılar ve programlar aracılığıyla ‘Almanya Devrimi’ne (1918-19) yüzyıl sonra konuya gösterilen ilgide, bariz niceliksel ve niteliksel farkların ortaya çıktığını görmek zor değil…

Dönemle ilgili bol arşiv malzemesi, anılar, günlükler ve akademik çalışmanın yanı sıra (bu dönemde ilk olarak yaygın şekilde kullanılmaya başlanan teknoloji sayesinde) bolca mevcut bulunan görsel ve işitsel malzeme sayesinde birbirinden ilginç sergiler, belgesel gösterimleri, hafıza yürüyüşleri, konferanslar ve tartışma programlarıyla Almanya’nın, özellikle yüzyıl önceki olayların merkezi olan Berlin’in, bu yüzüncü yıl anmalarına baş döndürücü bir programla hazırlandığı görülüyor… (Sadece Berlin’deki faaliyetlerle ilgili genel bir fikir edinmek için https://100jahrerevolution.berlin)

Niteliksel farka gelince; bugüne kadar kolektif hafızada ve tarih yazımında (ve dolayısıyla anmalarda) başından beri varlığını koruyan, bu konudaki hafıza ve algı/imaj farkı, hatta hafıza yarılması bugün de devam etmekle birlikte ana akımda hâkim olan görece çekingen ve ikircimli tavrın terkedildiği anlaşılıyor.

Kasım 2018: İki cumhuriyet ilanı ve iki devrim

Sadece toplumsal hafızayla ve genel algıyla/imajla ilgili olmayan bu yarılmayı ve ana akımdaki çekingenlik ve ikircimi anlamak için, yüz yıl önceye, yani yarılmanın başladığı zamana dönmek gerekiyor. Zira hikâyenin kendisi, iki ayrı cumhuriyetin aynı gün Berlin’de iki ayrı yerde, teatral bir şekilde ilanlarıyla başlıyor zaten: 9 Kasım 1918’de Sosyal Demokrat Parti (SDP [Sozialdemokratische Partei Deutschlands, SPD]) liderlerinden Philipp Scheidemann’ın (1865-1939) Almanya Meclisi penceresinden halka yaptığı konuşmada cumhuriyeti ilan edivermesinden sadece birkaç saat sonra Spartakistlerin liderlerinden Karl Liebknecht (1871-1919), son günlerini yaşayan imparatorun sarayının (Berlin Şehir Sarayı - Berliner Stadtschloss) önünde toplanan halka yaptığı konuşmada ayrı bir cumhuriyet daha ilan ediyordu. Scheidemann, cumhuriyetini kapitalizm içre parlamenter demokrasiye dayandırırken; Liebknecht, işçi ve asker konseylerine (şuralarına veya sovyetlerine, Räte) dayanan sosyalist bir cumhuriyet ilan ediyordu! Aynı gün yapılmış iki cumhuriyet deklarasyonu da niyetlerin ilan edilmesinden ibaretti aslında…

İlan edilen bu niyetlenilmiş cumhuriyetlerden hangisinin hayata geçirileceği, sonraki birkaç ayda yaşanan (iç savaş boyutlarında) acımasız ve kanlı bir mücadele sonucunda belirlenecekti… Bu yazı dizisinde detaylı özeti ve yorumu/değerlendirmesi sunulacak olan, Kasım 1918 ile Mart 1919 arasında yaşanmış bu hikâyenin açık kahramanları olarak görülen iki grup vardı ilk bakışta: Ocak 1919’da yargısız infazla katledilecek Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg (1871-1919) önderliğindeki Spartakistler ve o sırada çoğunluğa ve savaş sonrası en büyük desteğe sahip olan sosyal demokratlar. İlk bakışta mücadele bu iki grup arasında geçiyormuş gibi olsa da hikâyenin gizli kahramanlarnı, yani uzun vadede galibiyeti elde eden müesses nizamın (sermayedarlar ve askerî elit başta olmak üzere) eski muktedirlerini de unutmamak gerekir…

Bu yazı dizisine konu olacak dramatik ve karmaşık hikâye, ikisi de Marksist Alman Sosyal Demokrasi Partisi (SPD) geleneğinden gelen ancak savaş yıllarında hızla birbirlerinden ayrışan sol kanat (Bağımsız SPD ve Spartakistler) ile sağ kanat çoğunluk sosyal demokratlar arasındaki (ihanet ve cinayetlerle dolu) kopuş sürecinin hikâyesidir... Sosyal demokratların liderliğinde kurulan ve hiç kimsenin sonradan yürekten sahip çıkmadığı için üvey evlat muamelesi gören Weimar Cumhuriyeti parlamenter rejimini ve bu süreçte Nazizm’in nasıl hızla yükseldiğini daha iyi anlamamıza ve belki yirminci yüzyılın sonunda sosyal demokrasinin vardığı noktayı anlamamıza yardımcı olacak bir hikâyedir bu…

Dünya Devrimi'nin sonu mu?

Yirminci yüzyıl Almanya tarihini anlamak için hayati önem taşıyan ve bugüne kadar belli Marksist sol gelenek dışında çoğunlukla ihmal edilen bu süreç, bir ‘dünya devrimi’ umudunun reel anlamda sonu olarak da görülebilir. Ancak bunu anlamak için hikâyeyi biraz geriye götürüp 1917 Bolşevik Devrimi’nin yol açtığı (ve bir süre sonra ‘tek ülkede devrimin mümkün olduğu’ anlayışının devamı olarak Stalin tarafından ‘sosyalizmin ana vatanı’ ilan edilen SSCB tarafından tamamen araçsallaştırılan) ‘dünya devrimi’ umuduna da yakından bakmak gerekir…

Birinci Dünya Savaşı, başlangıç ve bitiş öyküsüyle, hem Almanya devrimi hem de dünya devrimi umudunun vardığı nokta hakkında önemli bir rol oynamıştır. Ki Almanya’nın Kasım 1918’i takip eden süreçte nasıl bir dönüşüm yaşadığına odaklanacak olan yazı dizimizin bu ilk bölümünde öncelikle bu tarihsel arka planı vermek yararlı olacaktır.

Devrimin kaynağı olarak Birinci Dünya Savaşı: Safların belirlenmesi

Birinci Dünya Savaşı’na (diğer tüm Büyük Güçler gibi) büyük bir coşku, militarist iştah ve çılgın bir ‘yurtsever’ saldırganlıkla (jingoism) giren Almanya’da, döneme dair görsel kaynaklar sayesinde bugün de bütün canlılığıyla görebildiğimiz, düğüne gider gibi savaşa katılma havası, kısa sürede elde edilecek zafer umuduna ve bunun getirileri (savaş ganimetleri) ile ilgili beklentilere dayanıyordu. Zafer umudunun ve özellikle savaşın kısa süreceği beklentisinin bir süre sonra boşa düşmesinin yol açtığı büyük hayal kırıklığı ve hayatın her alanında çöküntü, kısa zaman sonra kendisini gösterdi. Nitekim daha 1915 yılından itibaren başlayan (açlık ve sefalet kaynaklı) spontane ayaklanmaların her yıl daha da kitlesel ve sistemli bir savaş karşıtlığına dönüşmesi, Alman solunun güçlü geleneği ve hızla kitleselleşmesiyle birlikte, Almanya’da devrim umudunu arttırmış ve Bolşeviklerin Almanya devrimine bel bağlamalarına yol açtığı gibi, bir dünya devrimi hayalinin nihayet yaklaşmakta olduğu umudunu doğurmuştu…

Marx ve Engels’in ‘dünya devrimi’ hayallerinin hayata geçirilme mücadelesi daha onlar hayattayken başladı. Dünya devriminin kendisinin ne zaman başladığı konusunda herkes farklı argümanlarla başkaca tarihler verir. Ancak daha önceye götürülemeyecekse bile en geç 1917 Ekim Devrimi bu başlangıç için uygun bir tarih olarak seçilebilir…

1917 Ekim Bolşevik Devrimi ile başlayan (reel) sosyalizm sürecinin ne zaman bittiği meselesi de tartışmalıdır. En yaygın ve popüler kabul, 1990’larda reel sosyalist rejimlerin yıkılma sürecinin reel sosyalizmin de sonu olduğu şeklindedir… Bizzat Bolşevizm’in zaferini, ‘dünya devrimi’ mücadelesinin bir iç iktidar mücadelesine dönüşmesi olarak gören liberter/anarşist yaklaşım bu tarihi daha da geriye, ta devrim yıllarına (1917-1920) götürürken; Stalin iktidarının ‘tek ülkede devrim’ ve giderek ‘sosyalizmin ana vatanı’ söyleminin eleştirisinden yola çıkan Troçkist yaklaşım ve sonraki tüm Stalinizm karşıtı Marksist söylem, Lenin’in ölümü sonrasında yaşanan süreci bitiş tarihi olarak kabul eder.

Tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığı anlayışına dayalı olan Dünya Devrimi'ni uzun vadeli (ütopik) bir hayale dönüştürmenin ya da tek ülkede sosyalizmlerin toplamından oluşacak bir dünya sistemi olarak tarif etme pragmatizminin başlangıcı olarak da görülebilecek olan bu tarihi, yukarıdaki reel sosyalizm deneyimlerinin sonu konusundaki tartışmalardan bağımsız düşünmek olanaksızdır. Benzer şekilde aynı ideolojik/siyasi saflaşmanın yukarıda reel sosyalizmle ilgili sözü edilen dönemlendirme tartışmalarına dayandığını söylemek de mümkündür. Öte yandan, bu reel sürecin veya somut beklentinin (veya ‘gerçekçi umudun’) son bulmasında Almanya Devrimi’nin ayrı ve önemli bir rolü olduğu da bu tartışmanın nirengi noktalarından biridir.

Almanya’da savaş yanlısı söylemin bir başka boyutunu, bunun bir savunma savaşı olduğu iddiası/inancı oluşturuyordu. Bu iddia savaş sonrası yıllarda da varlığını sürdürecek ve (başından itibaren tutarlı bir şekilde savaşa karşı ayrı bir fraksiyon olan Spartakistler dışında) Sosyal Demokrat Parti (SDP) başta olmak üzere Almanya’da savaş sonrası aktörlerin savaşla yüzleşmesini engelleyen bir rol üstlenecekti. Savaş sırasında Meclis'teki tüm tartışmalarda savaşa destek veren SDP içinde (Karl Liebknecht önderliğinde) giderek büyüyen savaş karşıtlığının yol açtığı bölünme, 1917 yılında Bağımsız Sosyal Demokrasi Partisi’ni (BSDP - Unabhängige Sozialdemokratische Partei Deutschlands, USPD) ortaya çıkarmıştı. Ancak 1916’da bir araya gelen Spartakistler bu yeni parti içinde de radikal sol fraksiyon olarak varlıklarını sürdürdüler.

BSDP dışındaki tüm partilerin savaşla yüzleşmelerine engel olan ‘savunma savaşı’ inancının/argümanının gizli kökleri on dokuzuncu yüzyıla uzanır: Bu argümanı savunanlar sömürge paylaşımında geri kalmış olmasının Almanya’ya yayılmacılık ve saldırganlık hakkı verdiğine inanıyorlardı. İma edilmekle yetinilen bu argümanı destekleyen gerekçeler ise şöyle sıralanıyordu: Avusturya-Macaristan veliaht prensin Saraybosna’da bir suikasta kurban gitmesinin ardından Sırbistan’ı cezalandırma hakkına sahipti. Bu haklı girişime engel olmak isteyen Rusya’nın müdahalesi/saldırısı haksızdı. Dolayısıyla Almanya, Avusturya’nın yanında müttefiklere karşı savaşa girmekte haklıydı.

SDP, bu "haklı savunma savaşı" safsatası konusunda müesses nizamın muktedirleriyle aynı safta yer alsa da, muktedirler nezdinde hain yaftası yemekten kurtulamadı. Zira özellikle Almanya ile Fransa arasındaki Alsace-Lorraine Bölgesi’nde çıkmaza giren savaşın giderek Almanya’nın aleyhine döndüğü koşullarda, savaşın bitirilmesi sorumluluğunu (gelecek bölümde göreceğimiz üzere) parlamentoya yıkmak isteyen muktedirler, kısa süre sonra bu durumu ‘bir arkadan hançerleme’ (Dolchstosslegende) efsanesine dönüştürecekti... Türkiye’de de pek iyi bilinen ‘kendisi yenilmediği halde müttefikleri yenildiği için yenik sayılan Osmanlı’ efsanesiyle onuru kurtarılmaya çalışılan Osmanlı İmparatorluğu gibi, Almanya İmparatorluğu’nun da tam son kozunu oynayacakken sol siyasetçiler başta olmak üzere cephe gerisindeki sivil elitlerin ihaneti nedeniyle yenilgiye mahkûm edildiği efsanesi, savaşın hemen ertesinde (SDP’nin radikal sola karşı çekinmeden gizli ve ahlaksızca ittifak kurduğu) cumhuriyet karşıtları arasında yayılmıştı. Ancak bu efsane, en büyük hizmeti yükselmeye başlayan Nazizm’e verecek; Nazilerin elinde yalnız sola değil cumhuriyetin kendisine karşı da bir silaha dönüşecekti.

Safları keskinleştiren Bolşevik Devrimi

Bu efsaneye pek yüz vermeyen geniş kitleler, savaşın içeride ve cephelerde yarattığı ağır tahribattan bitap düşmüştü. Büyük bir kızgınlıkla ve kalan son güçleriyle ayağa kalkmış olan bu kitlelerin omzunda nasıl bir Almanya kurulacağı meselesini bu yazı dizisinin en sonuna bırakacağım. Ancak burada kısaca belirtmek gerekir ki, Almanya’da kurulacak olan bu yeni düzen ancak küresel ‘yeni düzen’in inşa süreci ile birlikte okunarak kavranabilir: Kurulmaya çalışılan yeni dünya düzeninde Bolşevik Devrimi’nin Batı’da yol açtığı korku ve bunun sonucu olarak hâkim olmaya başlayan iki kutuplu dünya anlayışı, savaş sonrası dönemde genelde Avrupa’da ve özellikle Ortadoğu’daki ‘yeni düzenlemeler’de de belirleyici olacaktır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında reel sosyalist Doğu Avrupa ülkelerinin ortaya çıkması sonucunda perçinlenecek olan iki kutuplu dünya aslen Bolşevizm’i ve özellikle devrimin yayılma tehlikesini baş düşman olarak gören Batı’nın küresel gelişmeler karşısında geliştirdiği reflekslerle şekillenmeye başladı. Bu reflekslerin muhtevasını hem Batı (özellikle ABD’nin) yöneticilerinin ve basınının söylemlerinde hem de savaş sonrası tüm anlaşmalar dahil olmak üzere yeni düzenin inşa sürecinde atılan somut adımlarda (pratikte) görmek mümkündür…

Bu bağlamda, Almanya’da savaş sonrasında Bolşevik karşıtlarının yeni düzen/rejim inşa mücadelesinden nihai zaferle çıkmasında, Birinci Dünya Savaşı’nın kapitalist muzaffer ülkelerinin nasıl bir rol oynadığı yeterince tartışılmıyor maalesef! Oysa İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte olduğu kadar etkili olmasa da bu rol Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında da belirleyici olmuştur. Almanya’da Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan yeni düzenin ayakta kalması için bu güçlerin destek veya köstek olmasının nasıl belirleyici rol oynayacağını da yine bu yazı dizisinin sonunda tartışacağım…

Birinci Dünya Savaşı sonrasında, yeni bir dünya düzeni kurulurken, küresel gelişmelerin odaklarından biri de Ortadoğu’ydu ve yüzyıl sonra bile neredeyse hiçbir yönüyle Birinci Dünya Savaşı ile bile yüzleşmemiş bir coğrafyada, üstelik bir kez daha çirkin bir savaşın orta yerindeyken, neyin ne kadar anılacağı meselesi insana umutsuzluk verecek denli karanlık olabilir. Ancak bu coğrafya için asıl tartışılması gereken, Birinci Dünya Savaşı’ndan galibiyetle çıkan devletlerin çizdiği sınırlar içinde, savaş sonrası ‘yeni düzen’in (new order) ürünü mahiyetindeki (ulusal) devletlerin nasıl şekillendi(rildi)kleridir. Yirminci yüzyıl boyunca hem devletsiz kalmış halkların bu yeni düzene dair tecrübelerini anlamak hem de kurulabilen ulus-devletlerin kendi halklarına arzettikleri acı ve sefaleti anlamak için bu tartışmanın önümüzdeki birkaç yılda, Birinci Dünya Savaşı sonrası düzenlemelerin yüzüncü yılı vesilesiyle bolca yapılacağını ümit ve tahmin ediyorum…

Türkiye'ye düşen

Birinci Dünya Savaşı’nın küllerinden doğmuş yeni Türkiye için ise Birinci Dünya Savaşı, zaten gerçek anlamıyla ancak 1922 yılında bittiği için, Türk Kurutuluş Savaşı’nın (1919-1922) yüzüncü yılı vesilesiyle önümüzdeki yıllar boyunca tartışılacaktır. İleride ayrı bir yazı dizisiyle ele almayı ümit ettiğim Türkiye Cumhuriyeti’nin mayasının atıldığı bu süreçle Türkiye ne kadar yüzleşecek; kimin kiminle savaştığını, bu savaşın "Türklüğü"nün ne anlama geldiğini, kimin kimden kurtuluşunun söz konusu olduğunu ne kadar ve nasıl tartışacak emin değilim. Ama yirminci yüzyılı ve günümüz Türkiye’sini anlamak için elzem olan bu tartışmanın Birinci Dünya Savaşı ile başlaması kaçınılmazdır ve ne savaşa giriş süreci ve nedenleri, ne Sarıkamış Felaketi, ne hafıza politikalarının paha biçilmez aracı haline dönüştürülen Çanakkale Zaferi, ne İttihatçıların yayılmacılık siyaseti ve ne de Ermeni Soykırımı başta olmak üzere bin bir yola başvurularak coğrafyanın etnik homojenleştirilmesi için işlenen insanlık suçları konuşulmadan bunu yapmak mümkün olacaktır…

Bunu tartışmaya ya da yüzleşmeye başladığımız anda gündemimize gelecek meselelerden biri bizzat 1919-22 sürecinin kahramanlarının, bir önceki sürecin (1914-18) kahramanları arasından çıktığı gerçeği olacaktır. ‘Kurtuluş Savaşı’nın sürecinde Müslüman halkların (özellikle elitlerinin) sergiledikleri dayanışmayı anlamak için bütün o insanlık suçları vesilesiyle gündeme gelecek olası cezalandırılma ihtimalinin ve kanla elde edilmiş ‘kazanım’ları yitirme korkusunun da dikkate alınması gerekir. Bu cezalandırmanın gerçekleşmemesinde ve ‘kazanım’ların elde tutulabilmesinde Ankara Hükümeti'nin başarısı kadar, savaşın galibi olan Büyük Güçlerin bu suçların üzerine sünger çekmeye hazır olmaları da rol oynamıştır ki bunun nedenleri de ayrıca tartışılmalıdır.

Diğer yandan, bu süreçte Osmanlı’nın suç ortağı olan Almanya’da savaşın sonunda yaşanan devrim sürecinin Türkiye’de ne kadar takip edildiği, Spartakist hareketin Türkiye solu üzerindeki etkisi, Cumhuriyet’in kurulmasından sonraki yıllarda Almanya ile Türkiye arasındaki rol modellik ilişkisinin nasıl karmaşık bir nitelik kazandığı ve hatta Nazizm’in Türkiye Cumhuriyeti'ni nasıl uzaktan gıptayla izlediği gibi konular da bugünün Türkiye’sinde ciddiyetle ve detaylı olarak tartışılması gereken konulardır…

Şimdilik Türkiye için Birinci Dünya Savaşı’nın bitişinin önem ve anlamı ile savaş sonrası Ortadoğu ve Türkiye’de yaşananları bir yana bırakarak bu yazı dizisi kapsamında Almanya Devrimi’nin (1918-19) karmaşık hikâyesini bir sonraki yazıda hatırlamaya başlayalım…


*2005 yılından bugüne İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmakta olan Prof. Dr. Bülent Bilmez, doktorasını 1998 yılında Berlin Humboldt Üniversitesi Modern Önasya Araştırmaları Bölümünde tamamlamıştır. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden önce Bilmez, Almanya’da Berlin Freie Universitaet’te, Arnavutluk’ta Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi’nde ve Türkiye’de İstanbul Yeditepe Üniversitesi’nde çalışmıştır. Halihazırda Frankfurt (Oder) Europa-Universität Viadrina’da Aziz Nesin Misafir Profesörü olarak ders vermektedir.

Öne Çıkanlar