Hukuki ve doğal afetlerle yaşamak

Bir yandan dünyanın önemli bir kısmı ile aynı kaderi paylaşıyoruz ama bir yandan gördüğümüz, bildiğimiz hemen her ülkeden beter bir durumdayız ve beter bir hızla felakete sürükleniyoruz.

Bu ülkede hemen her gün insanların kendi elleriyle ürettikleri afetlerle baş etmeye çalışıyoruz. Kimi zaman bir hukuk afetiyle, kimi zaman bir doğa afetiyle. Dün ceviz büyüklüğünde dolular hayatımıza yağarken, ne menem bir dünyada ve kentte yaşadığımız gerçeğiyle bir daha karşılaştık. Dünya, ne insan hakları ile demokrasinin ne de doğanın korunması açısından iyi bir yere gidiyor; buna kuşku yok. Modern kapitalizmin sıkıştırdığı insanlara bir çıkış kapısı gibi görünen popülist milliyetçiler birer birer iktidara gelirken; devam eden savaşlar, askıya alınan haklar, iklim değişiklikleri, bunu umursamayan devletler, gittikçe azalan kaynaklar daha kötü günler yaşayacağımızı haber veriyor.

Bir yandan dünyanın önemli bir kısmı ile aynı kaderi paylaşıyoruz ama bir yandan gittiğimiz, gördüğümüz, bildiğimiz hemen her ülkeden beter bir durumdayız ve beter bir hızla felakete sürükleniyoruz. Dünyanın en güzel kentlerinden biri olduğundan emin olduğumuz İstanbul avuçlarımızın arasından kayıp gidiyor. Şiddetli her yağışla beraber şehir sele teslim olurken, şehrin bu hale gelmesinde rol oynayan tek bir kişi dâhi hesap vermiyor; aynı rantçı, beton sevdalısı politikalarla şehrin yönetilmesine devam ediliyor. Mimar Mücella Yapıcı T 24’e verdiği röportajda "Bunlar İstanbul'un iyi günleri" diyerek şehrin ve tabi sakinlerinin nasıl bir felakete sürüklendiğini anlatıyor. 

Korkarım hak/hukuk bakımından da bunlar daha iyi günlerimiz. İstanbul’da insan eliyle üretilen böyle bir ‘afet’ yaşanırken ülkenin hemen her köşesinde hukuk ve demokrasi alanında da bir afet yaşanıyor.Serbest bırakılan dört insan hakları savunucusundan ikisi tekrar tutuklandı ve arkadaşlarımızın tutuklama kararlarına yapılan itirazlar üzerine serbest bırakılacağı konusunda kalan umudumuzu da sanırım yitirdik. Aynı günlerde, yıllarca bulundukları şehirlerde insanlara hizmet etmiş, sağlık dağıtmış, yoksullukla mücadele etmiş Dr. Selçuk Mızraklı gibi insanların tutuklandığı haberini aldık. Bu hafta da absürt bir film kıvamında gerçekleşen Cumhuriyet Gazetesi davasının duruşmasını izlemeye başladık.

Bu ülkede, hukukun üstünlüğü kuruluşundan bugüne hiçbir zaman güvenceye alınmadı. Yargı, bağımsız ve tarafsız değildi. 2007 yılında TESEV’in yayımladığı "Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları" başlıklı bir rapor mesela, yargıçların devletin çıkarlarını vatandaşın hakkından üstün gördüğünü çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyordu. Hakim ve savcıların kullandıkları ve raporda yer alan bazı ifadeler şöyleydi:

"Ben devletçi hukukçuyum", "Önce devlet gelir", "Bir kere biz devletçi bir ekolden geliyoruz", "Devlet olmazsa hukuk olmaz, biz de olmayız."

"Benim ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem."

"Devletim olmadıktan sonra benim bireysel özgürlüğüm hiçbir işe yaramaz."

"…Yani şimdi cumhuriyet savcısı olarak Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak da benim görevim", "Ben rejimin savcısıyım", "Bizler görevimizi yaparsak devlet zayıflamaz".

O yıllarda "ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem" diyen hakim ve savcıların yerini "iktidar/muktedir söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem" diyen hakim ve savcılar aldılar. Geçen on yıl içinde değişen temel şey, insanların hakkına, hukukuna tercih edilen aktör oldu. Kutsal devletin yerini bir siyasi parti/lider/saray aldı.

Adil yargılanma hakkının da hiçbir zaman güvencede olmadığı bu ülkede insanlar yıllarca meşru eylemleri nedeniyle yargılandılar, cezalar aldılar. 1990’lı yıllarda insan hakları savunucuları, siyasetçiler, avukatlar gözaltına alınıyor, bazen düzmece delillere ya da tanıklıklara dayanılarak tutuklanıyorlardı. Ancak DGM’de görev yapanlar dâhil, hakim ve savcılar, kendilerini evrensel hukuku uygulamakla yükümlü görmeseler de iç hukuku görünürde de olsa uygulama gayreti gösteriyor; pozitif hukuku devletin çıkarlarına göre yorumlamaya çalışıyorlardı. Şimdi böyle bir gayret dâhi gösterme gereği duymuyor kanun uygulayıcılar. Hem Büyükada’da gözaltına alınan arkadaşlarımızın tutuklanması, hem Cumhuriyet Gazetesi davası, hakim ve savcıların artık göstermelik de olsa delil aramak gibi bir dertlerinin olmadığını açıkça gösterdi.

Ahmet Şık, adeta o iddianameyi hazırlayanları, karşısındaki mahkeme heyetini yargılayan, daha önemlisi böyle bir dava açılmasının asıl ve ‘siyasi’ olan nedenlerini birer birer ortaya koyan bir konuşma yaparken (savunma yaptı demiyorum özellikle çünkü kendisinin de dediği gibi savunma yapmadı, itham etti);  Kadri Gürsel sırf gazetecilik yaptığı için yargılandığını haykırırken, yalnızca kendilerine nasıl düzmece ve gülünç gerekçelerle dava açıldığını ortaya koymadılar; aynı zamanda yargının geldiği hâli, hukuk hayatında yaşadığımız ‘afet’i gözler önüne serdiler.

Bu afetler içinde yüreğimize su serpen tek şey hakikat ve anlatıcıları oldu. Ahmet Şık konuşmasını bu günlerin geçeceğine olan inancını paylaşarak bitirdi. Ben de sözlerini aynı inançla, saygı ve şükranla paylaşıyorum:

"Kimsenin kuşkusu olmasın, tüm kişi ve kurumlarıyla organize kötülük örgütünün bu ablukası da dağıtılacak.

Çünkü bu ülkede;

  • Demokrasi düşmanlarına inat, kalıcı ve yaygın bir demokrasi için mücadele edenler var.
  • Hukuku katledenlere inat, hukukun üstünlüğünü savunmaya devam edenler var.
  • Menfaat düzenlerini sürdürmek için savaşı ve ölümü kutsayanlara inat, barışı ve yaşamı esas kılmaya çalışanlar var.
  • Çocukları katledenlere, pedofilleri koruyanlara inat çocukların düşlerini gerçek kılmak için çabalayanlar var.
  • Ve hakikati boğmak isteyenlere inat gazetecilik yapmaya devam edenler var."

Bu yazıyı Artı Gerçek’e göndermeden önce Cumhuriyet Gazetesi davasında dört gazetecinin tutukluluğunun devamına karar verildi. Ahmet Şık’ın bunlardan biri olması şaşırtmadı tabi. Mahkemeden çıkarken "Ben bugüne kadar sadece anne babamın elini öpmek için eğildim, bundan sonra da öyle olacak" demiş. Böyle dik durabilen, böyle cümleler kurabilen cesur insanlar sayesinde bu ülkede hâlâ yaşayabiliyor, yaşama kuvvetini kendimizde görebiliyoruz. Ahmet Şık ve onun gibi cesur yürekler hep var olsunlar!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi