'Hükümet Reina operasyonunu benim üzerimden kapatmaya çalıştı'

'Hükümet Reina operasyonunu benim üzerimden kapatmaya çalıştı'
Kimilerine göre utanmaz adam kimilerine göre cesur yürek Barbaros Şansal: İşkence görmüşüm, ağzıma silah sokulmuş, 3 polis bana tecavüz etmiş, yaşamışım; niye korkayım?

ARTI GERÇEK – Bugüne kadar yaptığım söyleşilerde yazdığım en uzun giriş bu; genelin Şansal’ı sadece ülkenin damarına basan biri olarak gördüğünü ama nasıl bir insan olduğunu bilmediğini düşündüğüm için hayatının çok kısa bir özetini çıkarmak istedim. Bence Barbaros Şansal sadece yakın çevresinin değil ülkenin hiç büyümeyecek yaramaz çocuğu… Üstadı Yıldırım Mayruk’un deyimiyle adeta freni patlamış bir araba ya da cezai ehliyeti olmayan bir çocuk; her an her şeyi yapabilir. Opera misali, ilk dinlediğinizde ya âşık oluyorsunuz ya da tahammül edemiyorsunuz. Sevilmeye de nefret edilmeye de çok alışık, ikisi de umurunda değil! Ona karşı nötr olan kimseye rastlamadım daha. Çok içten, doğal ve samimi. Sohbetine doyum olmadığı için yanından ayrılmak istemiyorsunuz; kankanız olmasını isteyeceğiniz insanlardan… Bir ara samimiyetinin ne kadarının popülizmden kaynaklandığını merak ettim ama herkese aynı içtenlikle davrandığını gördüğüm için %98’inin gerçek olduğuna karar verdim; yanılma payını da bırakarak. Beyniyle dili arasındaki mesafe çok kısa… Hazırcevaplığının eline kimse su dökemez; bu konuda Ekşi Sözlük’te biri "Şansal laf çaktığında 10 kaplan gücündedir" diye yazmış. Yaptığı kara mizah ve tadından yenmez ironileri, ekranda birlikte konuk olduğu isimleri zor durumda bırakıyor. Bazıları alt yazı okuyamadığından, kendisine neyin çarptığını anlamıyor bile. Söyleşideki bazı cevapları çok ezber ama yıllardır hep aynı sorular sorulduğundan bu ezberler çok normal; yine de o soruları sanki ilk kez duyuyormuşçasına nezaketli davranması ise pek rastlanmadık.

Tavırları ve görgüsü, karşınızdaki mavi kanlı bir asilzadeymiş hissi veriyor. Güzel yaşlananlardan. Şahane gözleri var, ekrandan belli olmuyor. Daha evvel birçok kadına âşık olmuş, bir kere evlenmiş ve bir kızı var. Sonra takım değiştirmiş; belki de bu yüzden zekâsı çok cinsiyetli! Çok yakın dostları ona Barbi diyor. Okur yazar ve burjuva bir aileden geldiği için yalılarda büyümüş ama hep yatılı okuduğu için kendi deyimiyle sığıntı gibi büyümüş. İlkokul ortaokul ve lisede onun kadar okul değiştirmiş kimseye rastlamadım; bu da yaramazlığının eskilere dayandığının bir kanıtı… Zekâ problemiyle doğduğunu söylüyor ama probleminin fazla zekadan kaynaklandığını belirtmiyor. Hayali aslında seyyar bir köfteci olmakmış ama tatlı bir tesadüfle Mayruk’la tanıştığında hayatı değişmiş. Terzi yamağı olarak kendisini o kadar geliştirmiş ki renkler ve kumaşlar konusunda dünyanın sayılı uzmanlarından biri olmuş. İngilizce, Almanca, Fransızca ve İtalyanca konuşabilen Şansal’ın görgüsüne, jantiliğine, yaşam gustosuna, saraylı edasına bakmayın; küçük yaşlardan itibaren hep politik bir duruşu olmuş. Daha Fenerbahçe Lisesi’ndeyken asker tarafından gözaltına alınmış. 2 darbe, 3 harekât görmüş, birçok kez dama girmiş, 80’lerde sürgüne gönderilmiş, Selimiye’lerde Sansaryan’larda işkencelerden geçmiş, Hortum Süleyman’dan Şükrü Balcı’ya pek çok amirle tanışmış(!); zühreviye de alınmış, tecavüze de uğramış. Bunları da duygu sömürüsü için söylemiyor.

Bir insan ömründe kaç kez linçe uğrayabilir? Yaşadığı linçlerden birinde evinin kapısında darp edilmiş, failin kim olduğunu devlet güçlerinden değil, 2000 dolar karşılığı bir mafyadan öğrenmiş. Bir ara ‘3 kerli ferli adam’ tarafından kaçırılmış, 12 saate yakın Uskumruköy civarında bir gecekonduda tutulmuş, hayatıyla ilgili kendisinin bile hatırlamadığı detaylar söylenmiş yüzüne. Sonrasında adli makamlardan takipsizlik kararı çıkmış, suçu uydurduğu düşünülmüş. 2 yıl evvel de Yeşilköy Havaalanı’nda, aralarında THY yer hizmetleri görevlilerinin de (TGS) olduğu bir grup tarafından feci şekilde dövülmüştü. Olayı anlatırken en ufak detayı bile hatırlıyor. O detaylarla yaşamak ve onlarca insan tarafından linç edilmek tarif edilemez bir duygu olmalı! Her şeye rağmen hiçbir şeyden korkmadığını söylüyor. Bir ara cesur görünmek için korkmadığını söylediğini düşündüm ama geçirdiğimiz 2,5 saatte öyle detaylar anlattı ki gerçekten de hiçbir şeyden korkmadığını anladım. Yaşadığı onca insanlık dışı olaydan sonra insanda korku diye bir şey kalır mı acaba? O dayaktan sonra omurgasında protez olduğu için felç riski yaşamış. En son TCK 216’dan yani ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik’ sebebiyle 56 gününü tecritte geçirdiğinde, infaz memurlarından inançları ve cinsel yönelimleriyle ilgili çok ağır psikolojik şiddete maruz kalmış. Tecritteyken sağlık hizmeti alamadığı için sol dizi hala hasarlı… Hakkında açılmış ve hala devam eden 5 davası var; bunun ikisi 301’den, yani "Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve Hükümetini ve yargı organlarını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır" maddesi…

Başına türlü dert açsa da sosyal medyayla hala çok haşır neşir. İhsan Eliaçık’ın bir tweet’ini paylaştığı için bile ifade vermeye gitmiş. Hesabı onlarca kez şikâyet yüzünden kapatılmış. Yeni hesabında Twitter’ın kendisine özel olarak sağladığı bir algoritma kullanıyormuş, şüpheli görünen hesapları hatta onların takipçilerini bile otomatik olarak siliyormuş; bu yüzden hesabından 2 milyon kişi engellenmiş ama kaza kurşunuyla giden takipçisi de var. Bana ulaşanların bu konuda sitem ettiğini söylediğimde, Şansal bir yolunu bulup kendisine ulaştıklarında hemen engeli kaldırdığını söyledi. Daha 2 gün evvel Kazdağları eylemindeydi ve katıldığı bütün eylemlere kendi imkanlarıyla gidiyor. THY’nin elit programına dahil olduğu halde hep ekonomi uçuyor. İnanılmaz bir enerjisi var; eylemlerden fırsat buldukça konferanslara gidiyor, kitaplar yazıyor, oyun sahneliyor, TV programlarına çıkıyor, Kıbrıs barış mevzusunda aktif çalışıyor, ders veriyor vs vs. ‘Çocuk Bedenime Dokunma’yı, ‘Ali İsmail Korkmaz’ı ‘Bilal Oğlan’ı anlattığı "Donun Kuru Gideceksin" isimli tek kişilik gösterisini periyodik aralıklarla sahnelemeye devam edecek. Cezaevindeyken yazdığı ‘Makam Odası-Linç’ isimli üçüncü kitabında, Albayraklar’ın bir kadın akrabasının kumar masasındaki bir fotoğrafını paylaştıktan 15 dakika sonra gizli ellerce nasıl zindana tıkıldığını, linç edilişini, Silivri günleriyle hayatından kesitleri anlatıyor. Destek Yayınları’ndan çıkan kitabının baskısı tükendiği halde yenisini basmadıklarından şikayetçi… Gelecekten çok umutlu, yeni nesil için yapmayacağı şey yok; 2000’e yakın öğrenciye eğitim bursu sağlamış mesela…

Başta Kıbrıs olmak üzere birçok ülkeden ‘ülkesinde fazla göze battığı için’ vatandaşlık teklif edilmesine rağmen kabul etmiyor. Vatanperverliğinden yurtdışında katıldığı konferanslarda Türkiye’yi asla şikâyet etmiyor. Türkiye vatandaşlığını en çok onun gibi insanların hak ettiğini düşünüyor. "Beni ancak Hrant gibi kaldırımda yüz üstü bırakarak durdurabilirler" demiş bir yerde. "Peki, sizi neden öldürmüyorlar" diye sorduğumda verdiği cevap beni şaşırtmadı. İmtiyazlı bir çevreden geldiği ve ülkenin en ünlü terzisinin yanında yamaklık yaptığı için, cumhurbaşkanları ve çok büyük sermaye sahibi iş insanları dahil girip çıkmadığı ev, hayat kalmamış; bu yüzden herkesin hakkında çok ‘fazla’ şey biliyor. Ülkenin ulusal kanallarında hala yasaklı ama gazeteci Murat Aksoy’la birlikte Artı TV için çok keyifli bir program hazırlıyor şimdilerde. Aslında bu söyleşide bugüne kadar anlattığı şeylerden çok farklı bir şey bulamayacaksınız, lakin söylediklerinin ancak tekrarlandığı taktirde bir değer kazanacağını düşünüyorum.

'BİR İMAM DİĞER MÜFTÜYE ‘SENİ KARIM YAPARIM’ DİYOR, BİR DİĞERİ SOYUNMA KABİNİNİ GÖZETLİYOR'

Ülkenin en büyük sorunu karşı tarafı düşman olarak görmek; linçlerin en büyük sebebi de bu sanırım.

Kendimize düşman olabildiğimiz gün doğruyu bulacağız aslında. (Gülüyor)

Hala gülebiliyorsunuz.

Hayat seninle dalga geçeceğine, senin onunla dalga geçmen gerekiyor çünkü -kavram olarak modayla uğraştığım için- modanın temeli ironi zaten. Sarkasmı, hicivi, tuluatı, teşbihi, tasviri, hepsini moda referanslı yapabilirsen, mesleğin eğlenceli hale geliyor. Yoksa 50 yaşın üstünde, yaşlı, şişman, deforme, kocası tarafından aldatılan kadınlara elbise satarak hayatını geçireceksin… Hangisini istersin?

Ben sizin gençkenki halinizi biliyorum. O zaman Başak Gürsoy’da mankenlik yapıyordum. Birkaç kez size rastlamıştım ama çok ufaktım, siz beni hatırlamazsınız.

(Gülümsüyor) Başak benim çok eski dostum. Bak herkes bilmez ama ben de onun ajansındaydım, ilk teenager mankeni bendim. Hüsrev Gerede Caddesi’ndeydi o zaman. Ortaokuldayken model olma kararı aldım ve lisedeyken Başak’a mektup yazdım. O zamanlar bile ideallerimin peşinde gidiyormuşum. (Gülüyor) 15-16 yaşımdayım, boyum da 1.65, benden manken falan olmaz. O kadar iyidir ki Başak, çok genç olduğum için kataloğa koyamayacağını söyledi ama bir ergen kıyafetleri yapan bir firmada, bana fotomodellik yaptırdı. Hayat ne tuhaf değil mi? Aradan 45 yıl geçmiş, ben yıllar sonra o mesleğin işvereni haline geldim ve hemen her siyasetçinin ve cumhurbaşkanının eşlerini giydirdim.

O dönemlerden mi geliyor bilgiye olan bu açlığınız? Bir terzi yamağı olarak bir anayasa profesöründen daha mantıklı tespitler yapıyorsunuz.

Bilgi bir donanım, donanım olduğu kadar da iyi niyetli bir silah! Bilgi bizim kamburumuzdur. Bilgisizliği özleyip, kamburu zımparalayıp matlaştırmak yerine, bilgiyi doğru tasnif edip, cilalayarak bir hörgüce dönüştürürseniz, en kurak çölü geçebilecek bir deveye dönüşebilirsiniz. Benim naçizane yapmaya çalıştığım da bu; çölü geçebilmek… Bizim engel zannettiğimiz, farklılık zannettiğimiz, ötekileştirdiğimiz her şey, aslında beriki hayatta, çok küçük yaşta anlamıştım bunu.

Tuhaf bir çocuktunuz sanırım.

(Gülüyor) Ben zekâ problemli bir çocuk olarak doğdum. İlkokul imtihanını okuma yazma bilmeden kazanmıştım. Her sene ayrı bir okula gittim, taktir/tasdik sebeplerinden… Kaldırım taşlarının çizgilerine basamıyordum, sarı kocaman telefon defterleri okuyordum; tuhaf birtakım takıntılarım vardı. (Gülüyor) Baktılar ki beni tutamıyorlar, ilaçla zekamı geriletip, bu hale getirdiler. (Gülüyor)

Bayağı imtiyazlı bir ailede doğmuşsunuz demek ki.

Yüksek burjuva ailelerin içine doğuluyor zaten. Sonradan olunmuyor bunlar. Tamam gümüş mama kaşığım yoktu ama yalıda büyüdüm. Bebek bezim Amerikan beziymiş mesela. Annemle babam NATO’da çalıştığı için ışıklı, pilli bir itfaiye aracım vardı. Onu sokaktaki arkadaşlarım paylaştığım için ailem bana kızardı. Oyuncaklarımı evde onlarla paylaşmamı isterlerdi, çünkü onu sokağa çıkardığında, oyuncağı gören ve seninle paylaşamayan insanları kırarsın derlerdi. Böyle bir bakış açısıyla büyütüldüm. Ama talihsizlikler de hayatın bir parçası; ben sadece o cürmü üzüm yaptım ve onlardan en güzel şarapları üretmeyi öğrendim. En güzel tanelerini ayıkladım, yedim ve çekirdeklerinden bir bağ kurdum.

Belki de hayata çok geniş bir pencereden bakabilmenizin sebebidir bunlar.

Verimlilik ilkesiyle yaşadığım için bütün bunları becerebildim. Bir kavanoz olduğunu düşün, devamlı dolu bırakırsan turşu olur, arada bir boşaltacaksın ki yer açabilesin. Yer açmayı öğrendim ben de. Multi-kültürel birine dönüştüm.

Yalılardan da cezaevlerine geçiş yapmışsınız.

(Gülüyor) Evet. Daha çocuk yaşta kırmızı convers pabuçlarım var diye komünist olmakla suçlandım, tutuklandım. 80 ihtilalinde 9 yıl sürgüne de gittim, son 2 yıldır bile neler çekiyorum; davalar, yargılanmalar, cezaevleri ama her olumsuzluğu olumlu bir hale dönüştürmeyi başardım. 62 yaşımdayım, öyle bir noktaya geldim ki hayatımda kimlerin ve nelerin kalacağını değil, kimlerin ve nelerin çıkması gerektiği lüksünü keşfettim.

İnsanın ne istediğini değil de ne istemediğini bilmesi bana daha değerli geliyor.

En değerlisi gerçekten. Yalın ve sade olan en güzeldir. Mesleğim, ailem, eğitimim, yaşadıklarım bana çok büyük ve kalabalık bir çevre kazandırdı. Holding sahibi sevgilim de oldu, kamyon şoförü de…

Sınıf ayrımı yapmıyorsunuz.

Hiç yapmam çünkü bu coğrafya karanlıkta ve susarak çiftleşme iç güdüsünü giderirken, partnerlerini mastürbasyon aletine dönüştürüp başkalarını hayal ediyor, kaza kurşunlarına da aşk meyvesi diye topluma satıyorlar. Üreme iç güdüsüyle değil, çiftleşme içgüdüsüyle yapıyorlar bunu. İnsan dediğin kendi türü dışındaki canlılara ve nesnelere bile ilgi duyabiliyor. Asansörde damacana beceriyor, evinde ördek beceriyor ama sen birinin elini tutmak için onlardan izin almak zorundasın. Senin vücudunu kullanma hakkı üzerinde imtiyaz sahibi olmak istiyor.

Çocukların bile aslında bir birey olduğunu kabul etmiyorlar.

Hah işte. Geçen haftaki cumartesi günü Veli Saçılık’la birlikte Ankara’da yaptığımız etkinlikte toplumun yapı taşı nedir diye bir soru geldi, tabii ki bireydir. Her birey bir tuğladır. Aile, sülale, örgüt, parti, dernek, vakıf, hepsi palavra bunların… Birey olarak işlevini öğreneceksin, kendinle barışık olacaksın. Boy aynasında kendini çıplak seyredebildiğinde, sarkan yağlarınla, uzayan kıllarınla, çürüyen dişlerinle kendinden iğrenmediğin bir güvenin olacak.

Aileniz çocukluğunuzdan beri sizi bir birey olarak yetiştirmiş demek ki!

Yani başka çareleri yoktu, ben açık kapı bırakmadım açıkçası. (Gülüyor) Jehan Barbur’un "Baba Öyküler" kitabında dedem vasıtasıyla babamla olan polemiği anlatmıştım zaten, tekrar girmeye gerek yok. Babaannem küçükken bana teşbih bir laf etmişti; "kıçını kiraya veren acısına katlanır" diye. O zamanlar ne demek istediğini tam anlayamamıştım, boyun eğersen sonuçlarına katlanırsın gibi bir şey anlamıştım. Orada öyle sarkastik bir şekilde bana koyduğu teşhisi anlatmış demek ki. Kendince bana uyarılarını söylemiş meğerse. Saraylı Müşerref aydın bir kadındı. Mesleği, ilk düğme dikmeyi ondan öğrendim ben.

'YEMEDİKLERİ YETMEDİ, BİR DE BECERECEKLER Mİ YANİ BİZİM PARAMIZLA BİZİ?'

Cinsellik içeren konularda çok rahat konuşuyorsunuz.

Evet çünkü herhangi bir konudan ne farkı var cinsellik konusunun? Cinsellik zaman mekân durum ve şahsa göre değişen bir dürtü… Bugün eğer garabet hukukundan, cürümden, zulümden, faşizmden, radikal İslam’dan konuşabiliyorsak, cinselliğin de konuşulabilmesi gerekir ve bütün bunları düzeltmenin ilk adımı vücut bütünlüğünün dokunulmazlığıdır. Taciz etme, tecavüz etme, işkence etme, darp etme, şiddet uygulama… Bedenime dokunma! Beden benim bedenim… Kanunlar senin davranışların üzerinde tahakküm kurabiliyor, sosyal gelenekler senin hayatın üzerinde dayatma sunabiliyor; inanç sistemleri, yönelimler, tercihler, her şey seni etkileyebilir ama doğumundan ölümüne kadar sana ait olan ve kimsenin kanunlarla hükmedemediği tek şeydir, bedenin. Haberlerde görüyoruz; bir imam diğer müftüye ‘seni karım yaparım’ diyor, Bursa’da bir imam soyunma kabinindeki kadını gözetliyor. Antalya’daki imamın kıçından çıkan hıyar, Rize Kızılay Şube Başkanı’nın erkek çocukları istismar ettiğinden dolayı aldığı hapis cezası, Ensar Vakfı…

'Bir kereden bir şey olmaz' diyen bakanlar, 'gerekirse kadın olup başbakanımızın koynuna girerim' gibi ifadeler gördü bu coğrafya.

Maalesef. Külliye’ye bakıyorsunuz, orada da transseksüel bir şarkıcı, elbisesiyle iftar masasında, başı açık oruç açabiliyor, hatta albümlerinde ezan okuyabiliyor. Din ve seks satar. Siyaset satmaz, kapar. Bunu öğrendiğiniz gün, her şeyden uzaklaşıp bedeninizi korumaya yöneliyorsunuz. Bana hep "sizi ne zaman siyasette göreceğiz" diye soruyorlar, hiçbir zaman göremeyeceksiniz. TBMM kanunlarındaki iç tüzüğe baktığım zaman, milletvekilleri mutluluk çubuğunu SGK’dan bedava taktırabiliyorlar. 8 tane implant dişİ bedavaya yaptırabiliyorlar. Yemedikleri yetmedi, bir de becerecekler mi yani bizim paramızla bizi? Ben onların arasına katılmak istemiyorum, halkla olmayı tercih ederim.

Bizim ülkede eşcinselliğini kabul etmeyen insan sayısı çok fazlayken sizin yıllar evvel rahatça bunu açıklamanız bayağı cesurca.

Okan’ın programında açıkladım üstelik. (Gülüyor) Etraf eşcinselliğini kabul etmeyen adamlarla dolu. Bir yerde, bir barda, hamamda biriyle tanışıyorsunuz, amaç belli, daha rahat olabileceğiniz bir yere gidiyorsunuz, yoldayken ilk şunu duyuyorsunuz; "yalnız ben eşcinsel değilim." Peki niye beraber gidiyoruz? "Ben aktifim." Mantık böyle işliyor çünkü.

Hindistan’da yaşadığım dönemde el ele yürüyen, kucak kucağa oturan bir sürü erkek görürdüm ama sorsanız hiçbiri eşcinsel olduğunu kabul etmezdi.
Mecliste bile var bu gizli eşcinseller. Ama unutmayın, Hindistan eşcinsel hakları açısından Türkiye’den çok daha ileride. Hukuken ve kanunen. Gey evlilikleri yasası geçti, transseksüel yasaları geçti, derneklerini kurabiliyorlar. Daha geçen hafta gey bir çiftin evlilik fotoğrafları vardı bütün haber sitelerinde. Hindu ve kast sistemi olan bir ülke bu konuda bizden daha ileride, düşün! Kast sistemi bizde de var ama görünmez.

'SANSARYAN’DA İŞKENCE GÖRMÜŞÜM, POLİS MİNİBÜSÜNDE AĞZIMA SİLAH SOKULMUŞ, 3 POLİS BANA TECAVÜZ ETMİŞ, YAŞAMIŞIM; NİYE KORKAYIM Kİ?'

Havaalanında linçe uğradığınız o güne dönelim, saldıranların hepsi yüzlerini gizleyecek, kapüşonlu üstler giyiyorlardı. Geçmişe baktığınızda da KKK gibi siyahileri linç eden gruplarda da aynı organize ve korkakça davranışı görürsünüz.

O gördükleriniz TGS’nin verdiği formalardır. Organize bir saldırı olduğu için önceden hazır edilmiş, elbette yüzlerini örtmek için özellikle öyle formalar seçilmiş, gelenek öyle çünkü.

Bir insan onca insanın üstüne yürüdüğünü gördüğünde ne hissediyor? Uçağın merdivenlerinden inerken o koca güruhu gördüğünüzde anladınız mı mesela başınıza bir şey geleceğinizi?

Uçak indi, birden yön değiştirdi ve açığa çekildi. Apronda 50-60 kişilik kalabalık ve polis araçları gördüm. Bir infial yarattığımı biliyorum ama aynı zamanda beni korumak için orada olduklarını düşünüyorum. Bak, Dışişleri Bakanı dostum, istesem güneye geçer, T.C. pasaportumla Larnaka’dan geçiş yapabilirdim. Ülkemi tanımayan bir ülkeye, bu ülkenin pasaportuyla giriş yapabiliyorum, düşün. Yasalara aykırı bir şekilde arka kapıyı açmadılar, halbuki mevcutlu bir yolcu getiriliyorsa, kanunen ya uçak boşalmadan evvel ya da boşaldıktan sonra alınması gerekir. Aşağıda polis var, güvendeyiz, hadi inelim diyerek kapıya yöneldim. Güvenlik Şube Müdürlüğü’nden 4 polis "Barbaros Bey sizi gözaltına almamız gerekiyor, merkeze götürüp 4 soru soracağız" dediler.

Çok nazik davranmışlar.

Öyle. Onlar ve o Güvenlik Şube görevlileri kurtardı zaten beni. Ha, onlar da bu kayıkçı kavgasının aktörleri miydiler? Bunun cevabını onların vicdanına bırakıyorum, evlatları var. Onların ikisi beni o linçin içinden aldılar, bunu söylemek lazım. Merdivenden inmeye başlayana kadar bir şey anlamamıştım. Merdivenin altında bir güruh vardı ama önlerinde havaalanının polisleri vardı. Son iki basamakta öndeki havalimanı polislerinin çekildiğini gördüm ve güruhtan biri hayalarıma tekme attı, havalandım, omuzlarımdan çekildim, linç edilmeye başlandım, can havliyle fırladım ve uçağın burun tarafında duran polis aracına doğru koşmaya çalıştım, ancak sarı siyah üniformalı bir TGS görevlisi üzerime atlayarak beni düşürdü.

Nasıl koruyabildiniz kendinizi?

Derhal embriyo pozisyonu aldım ki iç organlarımı ve yüzümü koruyayım. Artık kaç saniye sürdüyse o darbelerin içinde kaldım. Dışarıyı göremiyordum. Bir anda yerden kaldırılıp, arabaya çekildim.

Ben siz o embriyo pozisyonundayken aklınızdan geçenleri merak ediyorum. Öleceğinizi düşündünüz mü hiç, Ali İsmail Korkmaz gibi?

Hayır, hiçbir zaman öleceğimi düşünmedim. Bana göre ölüm düşünülerek sahip olunan bir şey değil! Ali ismail’in o son sözleri bir refleks. Hiçbir zaman öleceğiniz aklınıza gelmez yoksa delirirsiniz. Beyin seni korumak için böyle bir şeyi aklına getirmez. Bedenin yaşam azmi öyle bir şey ki öldüğünü bile bilmiyor beden, bilincin kapanarak ölüyorsun. Benim o pozisyonda düşünebildiğim anda tek hatırladığım şey, önceden kameraları gördüğüm için bütün olanların kaydedildiği ve bu görüntüler yayıldığı taktirde dünyanın ülkem hakkında ne düşüneceğiydi…

Nitekim de düşündüğünüz başınıza geldi.

Evet. Bütün dünyada, Brezilya’ya kadar ana haberlere girdim. Türkiye’nin yüzüne ağır bir faça izi bıraktı o iş.

Yayılmasına nasıl müsaade ettiler acaba?

Kendileri yaydılar çünkü. Canlı yayınladılar biliyorsun.

Başkalarına görsel tehdit amaçlı yani… Konuşursanız böyle olur misali…

Tabii ki. Beni Reina saldırısı ile ilgili bile suçladılar. (Gülüyor) Bugün o saldırıyla ilgili bir tutuklu bile yok, delil de yok, dozerlerle yok edildi. Hakkımda ‘Reina saldırısını biliyordu, o yaptı’ diye bir kampanya yapıldı. Reina yani eski Şifa Su Sporları Kulübü, benim 7 yaşımda yüzme öğrendiğim yer. O dükkânda ben 50 yılımı geçirmişim ve hükümet Reina operasyonunu benim üzerimden kapatmaya çalıştı.

Binlerce tehdit alıyorsunuz, bu tehditler artık günlük jargon haline geldi. Geçenlerde sıradan bir vatandaş olarak ben bile tehdit aldım; iftira atmanın çok büyük cezası olduğunu bilerek ya da bilmeden biri beni PKK destekçisi olarak terör şubeye, uyuşturucu satıcısı olarak da narkotiğe ihbar etmekle tehdit etmiş. Kafası bayağı karışmış yani.

Türkiye’de zaten şu an 4 itham var; ibne, terörist, FETÖ’cü, vatan haini… Başka alternatifleri yok! Gerçi uyuşturucu satıcısını ilk kez duyuyorum. (Gülüyor) Emperyalist güçlere küfredenler Osmanlı İmparatorluğu’na laf söyletmiyorlar. İm-pa-ra-tor-luk! Bitti… Bunlar genelde koyu Atatürkçü, muhtemelen Vatan Partili oluyorlar. Osmanlı Atatürk için idam cezası çıkarttı diye yazsan altına kafası daha da karışacak. Bana küfredenleri ya da beni tehdit edenleri engellemeden evvel takibe alıyorum, takibe aldığımda bir anda söylemleri değişiyor.

Linçler görmüş biri olarak yaşadığınız travmayla nasıl başa çıkabildiniz? İnsan psikolojisi böyle bir şey nasıl atlatır? Hala konuşuyorsunuz, hala dışarlardasınız.

Tek başıma geziyorum ve yer bildirimim de açıktır. Şiddet acıtan bir şey ama ağrıtan bir şey değil! Acı geçer ama ağrı kalır. Bu da atlatılamayacak bir şey değil, hayatta neler neler yaşıyor insanlar! Ajitasyondan nefret ederim. Korku diye bir duygum yok benim.

İnsan nasıl korkmaz yahu bunca olaydan sonra?

Korku düşmandır, ilerlemeni engeller. Tanımıyorum ben öyle bir duyguyu. Sansaryan’da işkence görmüşüm, polis minibüsünde ağzıma silah sokulmuş, 3 polis bana tecavüz etmiş, yaşamışım; niye korkayım ki?

Bir insanın bir insana bu kadar vahşi bir şekilde saldırabilmesini benim dimağım almıyor.

İnsansın çünkü. Memeliler sınıfından bir hayvan olduğunu inkâr ettiğin ve sen insan olarak tüm yerküreye hükmeden bir canavar olduğunu kabul etmediğin müddetçe, sen de bir gün kendini bir linçin faili olarak bulabilirsin.

'ÖNDE VE ARKADA ZIRHLI BİR OTOBÜS, BEN ORTADAKİ ARAÇTA, ZANNEDERSİN Kİ AL CAPONE GİDİYOR SİLİVRİ’YE'

Bir de o halde ertesi gün tutuklandınız.

TCK 216’dan tutuklandım. İddianamede bulunan ve suçlandığım tweetlerin 31 Aralık’ta Pensilvanya’dan atıldığı ortaya çıktı ve beraat ettim. Öncesinde Çağlayan’daki Cumhuriyet Başsavcılığı’na girdik, daha evvelki davalarımdan da beni tanıyan bir savcı, bana küçük bir not kâğıdı göstererek ‘dosyan talimatlı, tutuklanacaksınız’ dedi, notu yırttı ve çöpe attı. Mahkeme öncesi tutuklanacağımı biliyordum. Sulh Ceza, yeni DGM ile eski İstiklal Mahkemeleri gibi bir şey; yargıç söyleyecek bir şeyiniz var mı diye sorduğunda, yüce mahkemesinin bütün kararlarına saygılı olduğumu söyledim, çıkın karar vereceğim dedi, daha kapıdan çıkmadan ‘karar verildi, tutuklusunuz’ dedi. Beni aldılar, önde ve arkada zırhlı bir otobüs, ben ortadaki araçta, zannedersin ki Al Capone gidiyor Silivri’ye. (Gülüyor)

İçerdeyken sizi en çok rahatsız eden şeyler neydi?

Geceleri kadınların memelerine toplu iğneler batırarak işkence yapıyorlar, o çığlıkları duymak çok rahatsız ediciydi. İki hücre ilerimdeki Sabancı cinayetinin faili İsmail Akkol’un hücresini ateşe verdiklerinde, onun canhıraş çığlıklarını ve nefesinin o hırıltısını duymak çok acıydı. Koridorlarda mevcut gardiyanlarla götürülürken, elini cebine sokup orasıyla oynarken çıkardığı nefesiyle sizin ensenizi taciz etmeye çalışması çok aşağılayıcı. Girdiğim gece beni teslim alan sağlık memurunun "pis ibne, pis hastalıklarını bulaştırmak için mi buraya geldin?" demesi çok aşağılayıcı… Ama ona da kızmıyorum çünkü emir kulu. Hiçbir sosyal hayatı olmayan, tarlaların ortasında, Avrupa’nın en yüksek güvenlikli, Musa Kart, Ahmet Şık, Tuncay Özkan, Eren Erdem gibi ülkenin en entelektüel, en yetkin isimlerini misafir etmiş hapishanesinde ömrü geçiyor, belki de sohbet edebileceği tek insan o anda benim ve hırsını üstlerinden çıkaramayacağı için benden çıkarıyor. Allahtan yalnız değildim, canlılık belirtisi olarak duvarımda 2 tane sivrisinek leşi vardı, en iyi dostlarım onlardı.

Kızgın değilsiniz demek. Peki, o çok sevdiğiniz Kıbrıs’a karşı bir gönül kırıklığınız var mı?

Bir kişinin yaptığı yüzünden bütün ülkeye küsülür mü hiç? Kıbrıs’ta beni sınır dışı eden eski İçişleri Bakanı Kutlu Evren’in bile elini sıktım ben. Kinim ve nefretim yoktur benim. Ama oradaki davayı da kazandım, sonra da hükümet düştü. (Gülüyor) Hüseyin Özgürgün istifa etmek zorunda kaldı, rüşvetleri ortaya çıktı. Darmadağın oldu. Hala yüzüme bakamaz çünkü besleme lafını hak eden Kıbrıs Türkleridir onlar... Onlardan başka kimse için söyletmem o lafı. İçişleri Bakanı Ayşegül Baybars "evet, hukuksuzluk yaptı" diyerek mahkemeden özür diledi. Bak, hükümet devirdim, hem de bakan deviren Aynur Aydan gibi de değil! Kimseyle yatmadan devirdim üstelik. O da yatmadı gerçi, bir kumpastı ama bilmez çoğu kişi bunu.

Bazıları gibi Kıbrıs ya da Malta vatandaşlığına geçebilirdiniz aslında.

İstemem, benim bir tane kimliğim var ve ben ondan çok memnunum. Ayrıca genelde akraba evlilikleri yapanlar Malta’ya gidiyor. (Gülüyor)

Şimdi size açılmış 5 dava var, nedir son durum?

İki tane 301, bir tane 299, bir tane 216, bir tane 217 olmak üzere 5 davam var… Şimdi Ekim’de Kasım’da duruşmalar var. Bunların üçü Adalet Bakanlığı tarafından birleştirildi. CİMER üzerinden gizli tanıkla, bana ait olmayan Facebook hesapları sebebiyle açılmış davalar bunlar.

Bilişim teknolojisinin bu kadar ileri olduğu bir dönemde sahte hesaplar çok kolay ortaya çıkarılabilir.

Kendileri yaratıp yapıyorlar bu emsalleri. Alıştım artık davalara girip çıkmaya. Adliye koridorlarda insanlar bana soruyorlar duruşma salonlarının yerlerini. (Gülüyor) Nuriye ile Semih beraat ettiler, ben onlar için Brüksel’den destek videosu yayımladım diye hala 301’den yargılanıyorum. Komedi yani. (Gülüyor)

Aslında yapılan bazı iddialar çok tuhaf.

(Gülüyor) Fatih Tezcan’ın iddiasına göre, ben videoda ‘bakın dolunay var, insanlar dans ediyor, Noel ağaçları var’ diyerek, Brüksel’den hamile kadın kılığında canlı bomba saldırısı yapmanın mesajını vermişim. Meğer dolunay eski Türklerde ölüm demekmiş ama aynı zamanda da hamile kadın demekmiş, hamile kadın canlı bomba demekmiş. (Gülümsüyor)

Türk filmi senaryolarına taş çıkarır bu.

Türk filmlerine hiç haksızlık etmeyelim, böyle bir senaryo hiçbir şeyle kıyaslanamaz.

'BEN ARŞİVİMİ ÇIKARDIM TC’DEN. BİR GÜN BANA BİR ŞEY OLURSA HEPSİ ORTAYA ÇIKAR'

En son yaşadığınız linçin davası yeni görülmeye başlandı.

Evet. Devlet eliyle yapılan, Kıbrıs ayaklı uluslararası operasyonun davası nihayet 2,5 yıl sonra başladı. 13 sanıklı bir davaydı ama birinin ismi yanlışlıkla aralarına karışmış, onu biz söyledik. İlk duruşma 10 saat sürdü. 12 TGS çalışanının 8’i ne tesadüf Rizeli, 3’ü de Cumhurbaşkanı’nın köyünden… Bu sanıklar mahkemede, şirket bize bu işten bir şey çıkmaz dedi, biz de verdikleri kağıtları servise geç kaldığımız için okumadan imzaladık, dediler. Bu suçu kabul etmek ve şirketi kötülemektir aslında. Şirket bizi kandırdı misali… Ama bu ülkede kandırılmak o kadar kolay ki bak Reis bile kandırıldı.

Söylediklerinizden daha azını söyleyen insanlar faili meçhul olurken, siz nasıl oluyor da hala öldürülmediniz?

Bilmem. Herhalde bir yerlere bir şeyler sakladığımdan korkuyorlar. (Gülüyor) Ki doğru. Ben arşivimi çıkardım TC’den. Bir gün bana bir şey olursa hepsi ortaya çıkar. Belden aşağı vurmam ama, biz ne mertebelere gelmiş insanların ne hallerini biliyoruz. Ne mertebelerden gelenlerin nerelere düştüklerini biliyoruz.

Yargıya güveniyor musunuz?

Güvenmek zorundayım.

Peki, yargı reformundan umudunuz var mı?

Ben Metin Feyzioğlu’nun söylediği hiçbir şeyi ciddiye almam.

'HRANT’IN AYAKKABISI DELİKTİ, BENİMKİLER ROSSETTİ’ DEMEKLE, DEVLET, MERTEBE SERVET GÜÇ ÜN, HİÇBİR ŞEYE BAKMAZ, İSTEDİĞİNİ KATLEDEBİLİR DEDİM'

Terzi yamağı, aktivist gibi sıfatların yanına bir de hak savunucusu eklendi. Yurtdışında çok ciddi ve önemli konferanslarda konuşmalar yapıyorsunuz.

Öyle bir misyon yüklediler ama hak savunucusu değilim ben, hakların savunulmayı ihtiyacı yoktur. Aslında son 2 yılda beni Türkiye meşhur etti. (Gülüyor) Mesleğimin dışında bir şöhret yakaladım. Mesela Şubat’ta Cenevre’de İnsan Hakları Yüksek Komisyon toplantısında konuşmacı olacağım. 23 Eylül’de Avusturya Şansölyesi Brigitte Bierlein’nin konuğu olarak 3 toplantıya katılacağım. Berivan Aymaz’la 5 farklı şehirde toplantılarımız olacak. İnanılmaz yoğun bir döneme giriyoruz. Ben bir şeyi savunmuyorum ama ülkemi savunuyorum. Oralarda ülkemi şikâyet etmiyorum. Kendi ülkesini şikâyet eden neler yapmaz!

Ülkesinden şikâyet edenler Nobel Ödülü alıyor zaten.

O dinamitin mucidi olan bir ödül zaten. 2006’da ‘Toplu İğne’ isimli programımın açılışında, Çukurcuma’da pantolonumu indirerek, arkam dönük bir şekilde çişimi yaparken "dinamitin mucidi olan bir ödülü elde etmek için bu coğrafyayı içten kemirenler var, şimdi orada Masumiyet Müzesi var" demiştim.

Hrant Dink için söylediğiniz cümle yüzünden de çok tepki aldınız.

İnsanlar o kadar yanlış anladı ki o delik ayakkabı meselesini. ‘Hrant’ı devlet kaldırımda yüzüstü yatırdı, beni de yatırabilir. Hrant’ın ayakkabısı delikti, benimkiler Rossetti’ diyerek şunu demek istedim; devlet, makam mertebe servet güç ün, hiçbir şeye bakmaz, istediğini katledebilir. Ayağında delik kundurası olanı da katleder, Rossetti ayakkabısı olanı da… Gelen yorumlar o kadar akıl dışıydı ki, o zaman toplumun uğruna soyunabileceği bir aşk bulamayacağı için devamlı örtüneceğini anladım.

Nedense Hrant gibi, Tahir Elçi gibi katledilen insanların ayakkabı görüntüleri beni acayip acıtıyor.

(Üzüntüyle) Yaa! Yıl 1977, InterContinental Oteli henüz greve girmemiş. 18’inci kat bir medya patronuna ait. Her odada bir Batı Müziği, hepsi bugün diva-popstar sayılan bir assolist, bir şarkıcı… O gün panzerler insanların kaburgalarını ezip geçerken, o gazetenin sahibinin Hilton Oteli’nde kuruluş balosu vardı. Ve sabaha karşı bütün o meydan kan ve yerde kalmış ayakkabılar içindeyken, tuvaletli insanlar ellerinde şampanya şişeleriyle otele dönüyorlardı. Ve o otelde metres olanlardan bir tanesi, 1915 tehciri için Taksim parkına gelerek, utanmadan terlik bıraktı. Ben balık hafızalı değilim, unutmuyorum bunları. Daha unutmadığım o kadar çok şey var ki! (Acı acı gülümsüyor) İntikamcı değilimdir ama zamanı geldiğinde benim lafımın altından da kalkılmaz yani!

Tarihi hafızayı tazelemek için, bu şahit olduklarınızı anlattığınız bir kitap yazacak mısınız?

Geliyor, geliyor. 4’üncü ve 5’inci kitaplar yani ‘Karanlık Oda’ ve ‘Hidayet Odası’ geliyor.

Ardından yeni yeni davalar da gelmesin!

Bu sefer içeri atarlarsa, ansiklopedi yazıp çıkmam gerekir, kolay kolay çıkarmazlar beni. (Gülüyor) İki kitabımın baskıları 7’inci baskıyı gördüğü halde, ‘Makam Odası’ kitabımın yeni baskısını yapmıyorlar. Destek Yayınları’ndan Yelda Cumalıoğlu’nun kulakları çınlasın, telefonda biraz hırlayınca yeni baskıyı kitap fuarlarına yetiştirdiler. Sonuçta bundan para kazanacak yayınevi ama anlaşmalı kitabımı basmıyor. Okunmasın, bilinmesin diye!

Artı TV için Murat Aksoy’la birlikte sunacağınız bir program hazırlığınız var şimdilerde.

Murat’la beraber kafamızda bir format var ama yayımlanmadan evvel 8 bölümü önceden çekmemiz gerektiğini söyledim. İzlemeye başladıktan sonra konuklar konuk olmaya çekinirler diye… (Gülüyor) En azından 2 aylık programı garantileyelim de… (Gülüyor)

Öne Çıkanlar