Fadıl Öztürk

Fadıl Öztürk

İnsandaki erozyon

‘’Topraktaki erozyon belki ağaç dikerek önlenebilirdi ama insandaki erozyon dikilen mezar taşlarıyla önlenemezdi ne yazık ki.

Üç tarafı deniz, bir tarafı karaya oturmuş bir ülkede yaşadığımızı, bir yolculukta verilen kısa molalarla ne kadar anlatabilirdim ki, Alanzo’ya...’’


Zamanın kahrını çekiyoruz...

Geçmiş zamanın bir yerinde,  İzmir Kitap Fuarı’na katılmak için, gece geç saatte otobüse binip sabah erken İzmir’e inmek istiyordum. Gündüzden hazırladığım valizimi sırtlayıp Gümüşsuyu’ndaki otobüs firmalarından birine doğru yola çıktım. Yine bir kenti gece yarısı terk ediyordum. Belki de ayrılıklara geceyi, kavuşmalara sabahı yakıştırıyordum. Yine de terk etmek her zaman zorlandığım, şansı karşı tarafa bıraktığım bir şeydi. 12 Eylül cuntası da bir gece yarısı hayatımıza çökmüş, hayallerimizle aramıza ayrılık koymuştu. Bir aşkı bitirmek istemez gibi arkadaşlarımızla o ölüm kalım günlerinde çabalamış, ama cuntadan bir yıl sonra yakalanmıştık. Bir örgütte bir arada duranlar, daha sonraki yıllarda, bir hayatta bir arada duramadılar ne yazık ki. Bu durum hayatın kaçınılmaz sunucu gibi görünse de, benim en büyük yürek acımdır hala. Aradan 37 yıl geçmesine rağmen, bırakın daha iyiye gitmek, daha da kötüye gidiyoruz. Üniformanın yeşili ‘inancın’ yeşilinin çok gerisinde kaldı. Gelenin gideni arattığı zamanın kahrını çekiyoruz.

 

Bir cezaevinden, başka bir cezaevine...

Yolculuklarda en sevmediğim şey, yanımdakinin beni bir sohbete mecbur etmesidir. Bir kentte susup diğer bir kentte konuşmayı seven biriyim. Bana göre yolculuklar suskunlukla geçmelidir. İnsan sadece bir kentten bir başka kente, bir ülkeden bir başka ülkeye gitmez yolculuklarda. Geçmişle geleceği arasındaki kendisine gidip gidip geri döner her insan. 12 Eylül’de yattığım on yıl boyunca sevklerde biletsiz, kelepçeli, zincirli yolculuk yapmıştım. O yolculuklarda cezayı yatıp da çıkmaktan öteye, firar etmek, bir an önce tekrar hayata karışmak bizde var olan, ama aramalarda bir türlü ele geçiremedikleri hayalimizdi. Kimimiz bunu başardı, kimimiz de Selahattin Demirtaş gibi yazarak çizerek firar etti her gün. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen, o günlerden daha da doludur cezaevleri ve insanlar hala bir biletle değil, kelepçe ve zincirle sevk ediliyor bir cezaevinden bir başka cezaevine.Bunu bir kaba koysak, kabını çürütür bunca zülüm, değil insanı sağ bırakmak.

 

 Cumhuriyet Türkü’ydü...

Bir seferinde yurt dışından İstanbul’a dönerken, yanımdaki yolcu nereli olduğumu sormuştu. ‘Dersimliyim’ demiştim, anlamamıştı. ‘Tunceliliyim’ deyince anlamış ve ‘olsun, onlar da Müslüman’dır’ demişti. Daha uçak havalanmadan Müslümanlığım(!) Kürtlüğüm, solculuğum ortaya çıkmıştı. Beni dibe ittikçe kendisi o oranda üste çıkmıştı adam. Sorularının ardı arkası kesilmeyince, terslemiştim. Adam bu sefer de sol tarafında oturan şişman, kısa etekli kadına yönelmişti. Yolculuk boyunca adam susmamış, kadın da durmadan eteğini dizine doğru çekiştirmişti. Gözleri de çenesi gibi durmamıştı. Düzce ya da Adapazarlı olmalıydı, 94’lerde faili meçhul cinayetlerin işlendiği o bölgelerden birinden. Almanya’ya köyünden çıkıp gittiği gibi, hiç değişmeden izinle dönen yaşlı bir ‘Cumhuriyet Türk’üydü’ adam. Kazısam alttan Türklükten başka her şey çıkardı ortaya, ama kazımadım.

 

Sabıka kaydımla dolaşamazdım ki...

Gümüşsuyu’nda servis aracını beklerken biriyle göz göze gelmiştik. Bir şeyler sorar gibiydi.  Arıcılarda inmiş, eşyalarımı bagaja verip kenara geçip sigaramı yakmıştım. Gümüşsuyu’nda göz göze geldiğim kişi bana yaklaştı ve ‘Sizi birisine benzettim, siz heykeltıraş mısınız?’ diye bir soru sormuştu. Yine birine benzetilmiştim. Zamanın birinde, Sivas’ın dağında kardan, kıştan, jandarma ve polisten kurtulmaya çalışırken, bizden demli çayını ve evini esirgemeyen biri de beni asker arkadaşına benzetmişti. Şükür ki orada yakalanmadık, yakalansaydık polis de bizi bir başka yaratığa benzetecekti. Olur olmaz yerde birine benzetiyorlardı beni. Bir tek annem tersini yaparak,  televizyonda birini bana benzeterek özlem gideriyordu.

Oysa kendimi bildim bileli ben, bendim. Sabıka kaydımla dolaşamazdım ki...

 

Peki bu rengin neyin nesi...

Edepsizliğim üstümdeydi. Soruya, çamurla değil, sözcüklerle uğraştığımı söyleyerek cevap vermiştim. ‘O zaman bir yazarsınız’ demişti. Orta boylu, sarı saçlı, açık tenli, yirmi yedi yaşlarında bir gençti beni bir heykeltıraşa benzeten. Sıcak bir yüzü vardı. Burnu ve şivesi düzgün olduğu için Karadenizli olamazdı, olsa olsa Trakyalı bir göçmen olabilirdi. Nereli olduğunu sorduğumda, ‘Chipaslıyım’ demişti. ‘Meksika...’ demiştim, ‘evet’ demişti. Şaşırmıştım. ‘ Kızılderili misin?’ diye sormuş, yine  ‘evet’ almıştım. ‘Zapatistler... Supcomandante Marcos...’ demiş, yine olumlu yanıt almıştım. ‘Peki bu rengin neyin nesi? Bildiğim kadarıyla Kızılderililer bakır tenli olurlar’ diye sorunca kendini anlatmıştı bana.

 

Türkçe konuşuyordu...

Adının Alanzo olduğunu söyleyen Chipaslı genç; ‘Babam Portekizli, annem Kızılderili. Babamlar Portekiz’den Meksika’ya göçüp yerleşmişler. 1979’daki devlet saldırısında babam ve amcamı öldürülmüşler. Bizim orada ilaç bulmak çok zor. Annem de şeker hastası olduğu için Portekiz’e mülteci olarak sığınmış. Ninem beni o büyütmüş. Meksico Ctiy’de politika okuyordum. Politikanın bana göre olmadığını anladım ve bıraktım okulu. Üniversitedeyken Abdullah Öcalan ve Leyla Zana üzerine okuduğum iki makaleyle Kürtleri, Kürtlerin üzerinden Türkiye’yi öğrendim’ diyen genç Türkçe konuşuyordu.

 

Cam kenarında başladık yolculuğa...

Soy ismime rağmen bir Kürt olduğumu söylediğimde ‘Ama makalelerde okuduğum Kürtlerle buradaki Kürtler çok farklı’ demişti. Kürtlerin mahallelerde değil, makalelerde ve köylerinde daha yakışıklı durduklarını söylediğimde, beraber gülmüştük... Türkçeyi nereden öğrenmişti ve ne işi vardı buralarda? Şimdi nereye gidiyordu? Annesiyle görüşüyor muydu? Ya Kızılderili ninesiyle haberleşiyor muydu?.. Sorular, soruları getiriyordu. Otobüsümüz bir zaman sonra hareket etmişti önlü arkalı cam kenarında başlamıştık yolculuğa.

 

Bizi buluşturan kader... 

Chipas’taki gettolarda yaşayan Kızılderililer çok yoksul bir hayat sürdürdükleri için, tencere tabak gibi ihtiyaçlarını çamura şekil verip fırınlayarak karşılıyorlarmış.  Alanzo, Politika okumayı bırakınca çömlekçiliği kafaya takmış ve dünyanın en iyi ustalarını aramış, bulmuş. Onlara çıraklık yapıp hem çömlekçiliği, hem de onların dilini öğrenmiş. Polonya’da iki yıl, Romanya’da bir yıl çeşitli ustaların yanında çalışmış. Son iki yılını da Avanos’ta bir ustanın yanında çalışarak geçirmiş. Türkçeyi de ondan öğrenmiş. Ona göre Avanos’taki ustası dünyanın en iyi çömlekçisiymiş. Amacı ülkesine dönüp çanak çömlek yapmak değil, bir sanat olarak ona form vermekmiş. İzmir Menemen’de bir çömlek ustası varmış ve onun yanına gitmek için İzmir’e gidiyormuş. Bizi buluşturan kader de buymuş.

 

Kürt kalmıştım...

Alanzo, toprağın kıymetini bilmediğimizi, böyle giderse bir zaman sonra bunun acısını yaşayacağımızı söylüyordu. Ona, insanın kıymetinin bilinmediği yerde toprağın kıymetinin bilinmeyeceğini anlattım. Topraktaki erozyon belki ağaç dikerek önlenebilirdi, ama insandaki erozyon dikilen mezar taşlarıyla önlenemezdi ne yazık ki. Üç tarafı deniz, bir tarafı karaya oturmuş bir ülkede yaşadığımızı bir yolculukta verilen kısa molalarla ne kadar anlatabilirdim ki, Alanzo’ya. Kürt kalmıştım.

 

Ama bir daha görüşememiştik...

Vejetaryenlerin kareköküydü, Alanzo. Molalarda hiç bir hayvansal ürünü yemiyor ve içmiyordu. Hayvanlara saygısı vardı. Ben de onun hayvanlara saygısına saygısızlık edemezdim. Bursa’daki molayı çayla geçiştirmiş, Balıkesir’de mercimek çorbasına razı etmiştim.

 

Portekiz’e gitmiş ve annesini bulup görüşmüş. Annesinin başından kötü bir evlilik geçmiş. Çok dar bir zamanda görüşmüş ve ayrılmışlar. Portekiz’i sevmemiş annesi. Hastalığına rağmen Meksika’ya dönmek istediğini söylemiş oğluna. Ninesi yaşına ve yaşadıklarına rağmen çok diri bir Kızılderili kadınıymış. Arada bir mektuplaşıyormuş. Ne internet, ne de telefon varmış Çhipas’ta. İlaç ve gıda yardımını Zapatistler yapıyorlarmış onlara. Alanzo, bir anarşist olduğunu da eklemişti hikâyesine. Kısa molalarda onunla Türkiye ve Latin Amerika üzerinden birçok konuda konuşmuştuk. Kitap fuarına davet ettiğimde ise, Türkçe okumada hala zorlandığın söylemişti. İzmir Otogarı’nda ayrılırken, yolculuk anımız ve telefon numaralarımız kaldı birbirimizde. Fuara gelmedi Alanzo. Fuardan sonra Menemen’deki çömlekçiyi arayıp, bulmuş, ama onu orada bulamamıştım. İki ay sonra İstanbul’a döndüğümde yine aramış, Sarıyer’de bir arkadaşında kaldığını söylemişti bana. Görüşmek için sözleşmiştik, ama bir daha görüşememiştik...

 

Cuntalarıyla, devrimci ve karşı devrimci hareketleriyle, dağdaki gerillalarıyla ortak dert ve özlemlere sahiptik. Birbirimizi çok eskiden tanıyor gibiydik sanki. Alanzo, gecenin bir yerinde, yolun Susurluk molasında dönüp bana ‘Türkiye’de cuntacılar hala yargılanmamış, bunu anlayamıyorum’ demişti. Dünyanın diğer tarafından gelmiş beyaz tenli Kızılderili arkadaşım karşısında söyleyecek söz bulamamış iki elimi yana açmıştım.

 

 

 

[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fadıl Öztürk Arşivi