'Kahramana ihtiyacı olmayan toplum yaratmak lazım'

'Kahramana ihtiyacı olmayan toplum yaratmak lazım'
DSP Eski Genel Başkanı Zeki Sezer: 12 Eylül öncesinde bile, silahlı çatışmalar olduğunda hiçbir zaman toplum bu kadar birbirinden ayrılmamıştı.

Seran VRESKALA


ARTI GERÇEK – Dürüst, ahlaklı, erdemli ve aydın siyasetçilerden kim kaldı? İstifa mekanizmasının yıllardır çalışmadığı bir coğrafyada herhangi bir skandala maruz kalmadan, seçimlerde oylarını arttırmasına rağmen beklediği sonuca ulaşamadığı için özgür iradesiyle koltuk bırakan son siyasetçi DSP Eski Genel Başkanı Zeki Sezer. Yeni nesil ya da 80’lerde çocuk olanlar belki de koltuğa o kadar uzun yapışmadığı için kendisini pek hatırlamıyor. Ama hatırlayanlar da hakkında hep iyi ve olumlu şeyler söylüyor. En çok söylenenler de ne kadar dürüst, erdemli bir politikacı ve çok kibar bir üslubu olduğuyla ilgiliydi. Gerçekten de sadece telefonda konuşmamıza rağmen, ülkede özlediğimiz o nazik üslubu duyuyorsunuz. Çoğu siyasetçinin aksine, sözlerine son derece sadık olduğunu da belirtmeliyim, hangi saatte arayacağını söylediyse mutlaka aradı.

Aslında kimya mühendisi ama 88’de siyasete atıldıktan sonra parti başkanı, milletvekili, bakanlık gibi neredeyse tüm önemli mertebelerde görev almış. Hayatta belki de Atatürk’ten sonra en sevdiği ve takdir ettiği lider Ecevit. 2004 yılında gerçekleşen DSP genel kurulunda Bülent Ecevit'in de desteğiyle genel başkanlığa seçilmiş. Türkiye’yi adım adım dolaşmış, en ücra köşelerine bile gitmiş; her inançtan, her ırktan, her bölgeden insanla konuştuğunu söylüyor. Toplumumuzda siyasetçinin ayrıştırması olmasa, ayrışmak isteyen bir kişi görmediğini söylemiş bir röportajında. Aynı röportajda "Kürtlerin oyunu almamız gerek diye baktığınızda işi ayrıştırmaya götürüyorsunuz. O zaman siyasetin evrensel ilkeleri yok oluyor. Siyasetin evrensel ilkeleri bir kenara bırakılınca toplum kutuplaştırılmış oluyor. Bunu bugün Türkiye’yi yönetenler yapıyor. Ama solun bundan kurtulması lazım. Kökene bakıldığında iş iyiye gitmiyor" demiş. Daha Türkiye’de kimsenin konuşmaya cesaret edemediği günlerde açılımdan bahsedenlerdenmiş. Siyaseti bıraktıktan sonra bir boşluğa düşmemiş. Öğrenmeye ve edebiyata aşık; bu yüzden sosyoloji okumaya başlamış ancak 22 yaşında evlendiği eşini kaybedince bitirememiş. Hocalarıyla hala görüştüğünü ve felsefe üzerine sohbetler yaptığını söylüyor. Resim yapıyor, çok kitap okuyor. Siyasete geri dönmesi için baskı düzeyinde talepler gelmesine rağmen kendi deyimiyle eski enerjisi olmadığı için sadece partisinin bir üyesi olarak siyaseti takip ediyor. Tam bir Eskişehirspor fanatiği… Bazı kurumlarda, derneklerde konferanslar veriyor; eskiden üniversitelerde de konuşmalar yaparmış ama üniversitelerde muhalefet yasaklandığı için artık talep gelmediğini söylüyor. Şehir hayatını yorucu bulduğu için bu yıl Ayvalık’a taşınmayı düşünüyor.

Dünün siyaseti ile bugünün siyaseti hakkında neler söylersiniz, bir kıyaslama yaparsak eğer?
Siyaset her anlamda irtifa kaybetti maalesef. Bugünün siyaseti görgüsüz bir popülizme dönüştü. Ne pahasına olursa olsun kazanmak, kazanırken gerekirse her şeyi yıkabilirim yok edebilirim anlayışı hâkim artık. Bu anlayış da siyasetin büyük bir bölümüne sirayet etti, eğer sadece bir partiyle sınırlı kalsaydı belki bu durum aşılabilirdi. En başta doğayı ve insanların birliğini ve ruhunu da yıkarak, acımasız bir siyaset anlayışı hâkim oldu. Hani vahşi kapitalizm deriz ya, vahşi bir siyaset etkin hale geldi. Bunun aşılacağına inanıyorum ancak biraz daha zamana ihtiyacımız var.

Sizin döneminizle şimdiki dönem arasındaki en büyük fark siyasetin vahşileşmesi mi?
Bizim önceki dönemleri de düşünerek söylüyorum aslında. 12 Eylül’den sonra seviyede bir düşüş ve vahşileşme başladı diye düşünüyorum. 12 Eylül’den önceki siyaset ve siyasetçi kadrolarına baktığımda bunu görüyorum.

Darbe sadece insanlığı ve dengeleri etkileyen bir şey değil tabii, insanın ruhunu ve DNA’sını da etkiliyor. Özellikle halk için büyük bir travma ve bu travmanın üstesinden gelmek neredeyse imkânsız.
Geçenlerde Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ‘ahlakı da hukuku da yok ettiniz’ dedi. O kadar doğru ki! Hukuk, insan hakları yok edilirken, ekonomide o vahşi yapı geliştirilirken, o arada ahlak erozyonu da oldu. Üzgünüm ki bu siyasetten başlayarak topluma da yayıldı.

Siyasetin şimdiki üslubu da beni çok rahatsız ediyor. Siyasetçilerin lakap kullanmaları, birbirlerine sen diye hitap etmeleri, ağıza alınmayacak cümleler kurmaları, tehditkâr konuşmaları utanç verici. Üstelik bu yüzden yurtdışında da alay konusu oluyoruz.

Yurtdışına şimdi çok çıkmıyorum ama oradakilerin bizlere ve bizim siyasetçilerimize bakışları ve yaklaşımı çok üzücü, bizim hak etmediğimiz bir durum. Ayna reseptörü diye bir şey var, bilimsel bir tabirdir; önünüzdekine baka baka ona dönüşürsünüz. Mesela bu durum doktor-hasta ya da öğretmen-öğrenci ilişkisinde de vardır. Ülkemizde yaşanan biraz da bu.

İnsanların birbirinden bu kadar ayrıştırılmasında sol kesimin de etkisi çok büyük. Yıllarca karşı taraf için aynı sıfatları kullandıkları için onlar da o şekilde karşılık veriyorlar.

Maalesef üzgünüm, haklısınız. Solda da bu konuda bir eksiklik ve hatalı bir duruş var. İnsanları beğenmeyen, kabullenmeyen, üsten bakan bir yapı insanları kendisinden uzaklaştırır, daha da kötüsü beğenmedikleri tarafa itilmelerine sebep olur.

Kılıçdaroğlu yıllardır orta bir yol bulmaya çalıştı ama şu ana kadar sesini belki de fazla duyuramadığı için başarılı olamadı. Bu anlayış belki İmamoğlu ile yumuşayacak gibi gözüküyor çünkü kucaklayıcı bir üslup kullanmaya gayret ediyor.

Bu çok önemli. Üstelik topluma benzeyerek yani popülizmi kullanarak yapmıyor, ötesine geçerek derinliğini de ortaya koyarak yapıyor bunu. Yumuşamaya katkı vereceğini ben de görüyorum. Bizim hep söylediğimiz inançlara saygılı bir laiklik anlayışını da kendisinde görüyorum. Kılıçdaroğlu da iyi bir insan, kendisi yıllardır bunun için uğraşıyor zaten.

Peki, sizce Türkiye’de gerçek anlamda bir muhalefet var mı?

Tabii ki var ama yeterli mi derseniz, onun için biraz zamana ihtiyaç var. Dediğim gibi 12 Eylül’den sonra siyaset büyük bir yara aldı. Muhalefet de orada payına düşeni almış oldu. Daha güçlü, daha etkili, toplumu bütün olarak daha kucaklayan bir muhalefet anlayışının önümüzdeki süreçte etkin olması gerekiyor, olacağına da inanmaya başladım, çünkü şu son yerel seçimler bunu gösterdi. Ayrıca baskıyla ve korkuyla sinmiş olan toplum önce o adalet yürüyüşünde ve son yerel seçimde muhalefet yapılabileceğini, hak aranabileceğini ve başarılabileceğini gördü.

Sizce adalet yürüyüşünün öyle bir etkisi oldu mu gerçekten de? Siz de başından sona o yürüyüşteydiniz.

O dönem için oldu. Toplumda büyük bir etkisinin olduğuna ben şahit oldum. Hak aranabiliyor diye umutlandı insanlar. Ondan sonra ekonomideki gelişmeler, anayasa değişikliği, cumhurbaşkanlığı seçimi, rejimin değişmesi gibi başka başka konular araya girdiği için fikri kargaşa ortamı ve belirsizlik yaşandığı için o etki sürekli olamadı ama şimdi yeniden hatırlanır hale geldi. Bu yerel seçimlerde muhalefetin gösterdiği başarı toplumu yine umutlandırdı.

Kelebek etkisi gibi yıllar sonra değeri anlaşılacak belki.

Kesinlikle öyle çünkü öyle bir tepki dünyada da ilk kez yapıldı. Ve başarıyla yapıldı. Her aşaması çok başarılıydı. Sakin duruşunu hiç bozmadan verilen mesajlara kadar her anlamda çok başarılı bir aksiyondu.

Peki o yürüyüş Enis Berberoğlu’nun hapse girmesinden evvel, bir parti başkanının hapse atılmasından sonra yapılsaydı daha etkili olmaz mıydı acaba?

Kemal Bey onu son damla olarak açıklamıştı zaten. Enis Berberoğlu’nun hapsedilmesi ‘son damla’ olduğu için o yürüyüş yapıldı. Muhalefet o güne kadar olumsuz iktidar uygulamalarına karşı çıkmayı hep sürdürüyordu zaten ama etkin bir muhalefet o yürüyüşle başladı.

Etkin bir muhalefet oldu diyorsunuz ama o yürüyüşten sonra hala çok önemli ve aydın insanlar hak etmedikleri cezalarla yargılanmaya devam ettiler. Hapiste olan gazeteci, aydın ve öğrencilerin sayısı 75 binin üstünde…

Doğru. Bu sürecin hukukun içinde de kalarak aşılabileceği o yürüyüşün de etkisiyle bu seçimlerde karşılık buldu diye düşünüyorum.

'BEN SİYASETİ BİR GÜÇ DEĞİL BİR GÖREV ALANI OLARAK GÖRÜYORUM. ÖMÜR BOYU YAPILACAK BİR MESLEK DEĞİL!'

CHP merkez parti gibi hareket ediyor, İstanbul, Ankara gibi büyükşehirler için koydukları adaylar bile sağ görüşlü insanlar… Hal böyle olduğu için solda bir boşluk oldu mu sizce de?

CHP'nin merkeze kaydığını düşünmüyorum. Bugün kendini sağda gören insanların da bu tarafta yer almasını sağlamak için alan açmak gibi girişimlerde bulunuyor olabilir. Yaşam koşulları nedeniyle solda olması gereken ancak çeşitli nedenlerle sağın tabanına itilmiş insanlara ulaşmak amacımız derdi, rahmetli Ecevit. Dar gelirli ve emekçi insanlar sağa oy veriyorsa kendimizi sorgulamamız gerekir, derdi. Ülkede solu geliştirmek için dar gelirlinin, işçinin, emekçinin -kökeninden inancından bağımsız olarak- mutlaka yanında olduğunu göstermek gerekir. Ezilen sınıfı her açıdan kucaklayabilecek bir yapının oluşması gerekir. Türkiye’de ne yazık ki evrensel siyaset algısı göz önüne alındığında, sağ ya da sol nitelendirmeleri doğru yapılmıyor zaten. Günümüz Türkiye’sinde pragmatik ve popülist siyasetler geçerli hale geldi, bunun aşılması gerekiyor. Yine de bu yerel seçimlerden sonra insanların dikkatinin sola yöneldiğini düşünüyorum.

Peki, bu seçimlerde DSP’yi başarılı gördünüz mü? Bıraktığınız DSP sizce şimdi iyi ellerde mi?

Alınan sonuçlara bakıldığında, genel merkezimiz başarılı der mi, bilmiyorum. Ne yazık ki bugün DSP’nin örgütlülüğü yaygın değil ve partinin bir üyesi olarak bu beni çok üzüyor. Bir özeleştiri yapıp, bir yenilenme, yeni bir atılım yapmanın bir yolunu bulmaları gerekiyor.

DSP hala niye var diye soranlar oluyor.

Demokrasinin işlediği bir yerde CHP bölünmesin diye sadece tek sol parti kalsın demek yanlış olur. Ülkenin siyasi ihtiyaçları öyle karşılanmaz. Dediğim gibi parti olarak özeleştiri dahil yapmamız gereken çok şey var ve zaman alsa da partiyi daha iyi yerlerde görmeyi istiyorum.

DSP’nin Genel Başkanı iken seçimlerde oylarınızı arttırmanıza rağmen istediğiniz rakamlara ulaşmadığınız için istifa ettiniz. Çok uzun zamandır istifa mekanizmasının çalışmasına hiç şahit olmadık. İnsanın elindeki gücü isteyerek bırakması zor olmalı.

Çünkü ben siyaseti bir güç değil de bir görev alanı olarak görüyorum. Siyaset ömür boyu yapılacak bir meslek değil! Sadece kişilere bağlı siyaset anlayışı gütmek, yaptığınız siyasetin iyiye gitmeyeceğinin belli olmasıdır. Sistemi oturtmak, genel evrensel ilkeleri yaptığınız siyasete uygulamak ve onunla yürümek lazım. Yaptığım bütün konuşmalarda ‘başarılı olmayan gitsin, yenilenme her zaman daha dinamik bir yapı getirir’ derken, buna uymamak doğru olmazdı. İkiyüzlülük olurdu. Bütün varlığını o bulunduğu makama, göreve bağlamış olan insanlar, aslında ileriye dönük topluma olduğu kadar kendilerine de zarar verirler. Ecevit bana genel başkanlığı önerdiğinde, kendime yeni bir yön çizmeye karar verdiğim bir dönemdi. Kimya mühendisi olduğum için mesleğimi yapmayı düşünüyordum. Bu teklifle bana geldiğinde ‘efendim benim öyle büyük makamlara gelmek gibi hırslarım yok, bu görevi isteyen başka arkadaşlarımız var, onları mı düşünseniz?’ demiştim. Ecevit de bana ‘bu siyaset için daha iyi bir duruştur, çok hırslı olanların çok hata yapma olanakları daha fazla’ dedi.

Siyaset bu anlamda bir nevi girdap gibi, sunduğu imkanları ve gücü vicdandan geçirmek gerekiyor bence. Kişinin güçlü bir eğitimi ve karakteri yoksa siyasetin herkesi bozabileceğini ve ona bulaşan herkesin güç zehirlenmesi yaşayacağını düşünüyorum.

Çok şükür biz o zehirlenmeyi yaşamadık. (Gülüyor) Güç zehirlenmesi dediğiniz şey hem insanın kendisine hem etrafındaki kişilere hem de topluma zarar veren bir şey. Ülkemiz de şu an o güç zehirlenmesinden sıkıntı çekiyor zaten.

O dönemlerde dikkat çeken bir söyleminiz vardı; ‘evine ekmek götüremeyen bir adama laiklikle gelirsen hakaret gibi algılar.’

Evet, hala öyle düşünüyorum. Hatta bir gazeteci o dönem ‘son yıllarda duyduğum en iyi söylem’ olarak yazmıştı. Zaten ülkeyi yönetenler olarak iyi eğitim verememişiz, toplumun büyük bölümüne meslek edindirememişiz, insanların ekonomik kaygısı var ama biz ‘kardeşim bak biz sana laiklik getireceğiz’ peşindeyiz… Böyle bir yol alınamayacağı için genel başkan olduğumda partinin ana sloganını ‘zenginlikte sosyal adalet’ olarak belirlemiştik. Yaptığımız kurultaylarla alt yapısını da hazırlamıştık. Gidişatı gördüğümüz için kimsenin umurunda olmayan bir tarım kurultayı yapmıştık, genel başkan düzeyindeki normalde bir araya gelmeyecek, birbirine selam vermeyen bütün bileşenlerin katıldığı bir emek kurultayı yapmıştık. Sloganlar ya da oy alacak söylemlerle hiç işimiz olmadı, biz herkesle iletişim kurmayı, uzlaşıyı becerebiliyorduk.

Peki sizce Ecevit özellikle son yıllarında iyi bir lider miydi? Yaşından dolayı siyaseti bırakmış olması gerekmez miydi?

Kesinlikle iyi bir liderdi ve onda hiçbir şüphem yok. Sadece iyi bir lider değil, derinliği olan bir devlet adamıydı. Yaşından dolayı bırakmalıydı denilmesi kendisine yapılmış büyük bir haksızlıktır gerçekten. Çok yaşlı, neden bırakmıyor demelerinden 2,5 yıl evvel bu millet kendisini başbakan seçmişti. Silah zoruyla gidip o makama oturmadı ama aksilik oldu ve son dönemde ne yazık ki çok hastalandı. Niye hastalandığı gün bırakmadı; bırakacaktı, hastaneye yattığında bırakmaya karar vermişti çünkü ama fırsat verilmedi. Kurultay yapacaktı ama parti bölündüğü için izin verilmedi. Bizim dışımızda erken seçim kararı alındı, dolayısıyla bırakmasına fırsat kalmadı.

Bakın, biz iktidar olduğumuzda bankalar hortumlanmıştı – hatta ilk çıkardığımız yasa da bankacılık yasasıdır- bazı bankalara el konmuştu; belki de kendi sahipleri tarafından hortumlanan bankaların yükü hep milletin omzuna kalmıştı. Bizden önceki dönemlerde banka mevduatlarına %100 devlet garantisi verilmişti ama bankaların da içi hatta devletin kasası da boşaltılmıştı. Dolayısıyla biz büyük bir ekonomik sıkıntıyla iktidarı devralmıştık. Hemen ardından 99 depremi oldu ve depremin olduğu bölge ülkenin en çok üreten ve en çok vergi veren bölgesiydi. Biz de iktidar olarak o bölgeden hiç vergi almadık ve oraya harcama yaptık. Ekonomik kriz bir nevi bizim üzerimize yıkılmış oldu. O bankaların sahip olduğu televizyon ve gazeteler vardı, daha ilk günden üstümüze gelmeye başladılar. 3 partili bir koalisyon hükümetiydi, eğer Ecevit ayrılıyorum deseydi, istikrarsızlık ekonomiyi daha kötü vuracaktı. Cumhuriyet Tarihi’nin ekonomik ve insan hakları alanında en önemli dönüşümü o kısa hükümet ve zamanında bırakmadı denilen Ecevit’in başbakanlığı döneminde yaşanmıştır. Biz anayasanın 80 küsur maddesini değiştirmiştik. Evrensel insan haklarını hayata geçirerek, ‘medeni yasayı değiştirdik. Kendimizi, iktidarı, siyasi geleceğimizi feda ederek ekonominin alt yapısını çok sağlıklı hale getirdik. Bu sayede Ecevit’ten sonra gelen Erdoğan hükümetleri yıllarca üzerine hiçbir şey koymadan, zaman zaman çok da tırpanlayarak o ekonomik alt yapıyla idare edebildi. Onun için niye bırakmadı demek yerine keşke sıhhati elverseydi de bunları sürdürebilseydi demek daha doğru olur.

Rahşan Hanım’ın partide çok fazla etkisi olduğu ve hatta partiyi onun yönettiği söylentileri de çok yıpratmıştı partiyi.

Rahşan Hanım sıradan bir insan değil ki! Partinin genel başkan yardımcısıydı bir kere, dışarıdan müdahale eden birisi değildi. Kendi görevleri ve yetkileri çerçevesinde görevini yapıyordu. Ben o zaman genel sekreterdim, böyle söylenmesi bizlere de haksızlık olur çünkü hepimiz görevlerimizi layıkıyla yerine getirmeye çalışıyorduk. Aramızda anlaşmazlıklar olmuştur ama bu çok doğaldır, ama bir hata varsa o hata hepimizindir.

'KAHRAMANA İHTİYACI OLMAYAN BİR TOPLUM YARATMAK LAZIM'

Ecevit, Demirel, İnönü gibi liderler aynı zamanda çok esprili insanlardı. Günlük hayatlarında da komik söylemlere yer veriyorlardı ama şimdiki siyasetçiler son derece ciddiler ve espri anlayışları neredeyse hiç yok.

17 yıldır Türkiye’yi yönetenlerde bir tane bile espri yapana, içten gülene rastladınız mı? Ecevit 50 yıl aktif siyaset yaptı, karşıtları çoktu, ağır eleştirilere ve hakaretlere maruz kaldı, karikatürleri de yapıldı ama bir tek gazeteciyi, bir tek vatandaşı mahkemeye vermedi. Şimdi bunlar kadınlar kahkaha atmamalı gibi açıklamalar yaparak gülmeyi bile yasaklamaya çalışıyorlar. Gülmeyi suç gören bir yönetim anlayışımız var. Oysaki gülen ve hayattan zevk alan toplum yaratmak lazım.

Siz de esprili bir lidermişsiniz; ‘Atma Recep, din kardeşiyiz’ söylemini ilk sizden mi duymuştuk?

Evet, öyle hatırlıyorum. O zaman Kemal Bey daha genel başkan değildi.

Yeni nesil sizi pek tanımıyor; çok uzun yıllar koltuğu işgal etmemenizden dolayı olabilir ama çok mu erken çekildiniz acaba siyasetten?

Genel başkanlıkta dediğiniz gibi çok uzun kalmadım. Ben çekildikten sonra kaç seçim oldu ve yeni nesil kaç seçime katılmış oldu? En son 2009 seçimlerine girdiğimde o zaman ilkokulda olan çocuklar daha yeni oy kullanıyorlar. Tanımamaları doğaldır. Hatta yolda beni tanıdıklarında hala şaşırıyorum. (Gülüyorum)

O günlerden bu günleri görebilmiş miydiniz?

Geçmişteki açıklamalarıma bir bakın; ‘yapmayın bunlar sadece iktidar olmak, günü kurtarmak için böyle konuşuyorlar, bunların kesinlikle demokratik bir duruşu yok, söyledikleri asla olmayacak’ diye çok beyanat vermişimdir. Nelerin olacağı o kadar belliydi ki, bas bas bağırdık ama kimse bizi dinlemedi.

Şimdiki iktidarın dili o ilk 5 yıl çok farklıydı aslında. Daha yumuşaktı, daha kucaklayıcıydı, insanlara umut aşılıyorlardı, öyle ki en başta aydınların da desteğini alarak iktidar olmuşlardı ama o 5 yıldan sonra bir anda verdikleri sözlerle gösterdikleri tavırlar büyük bir değişiklik gösterdi.

O beş yıl da bizim getirdiğimiz, bizim bıraktığımız havadır aslında. 1999 Helsinki’yi düşünün! Avrupa Birliği üyesi adaylığına Türkiye’nin yükseltildiği adımdır o; AK Parti ile yapıldığı zannedilir ama gerçek öyle değildir. Gündüz gözüyle Kızılay’da havai fişek attılar falan ama o öyle değildi. Ecevit, dünyada saygı gören bir liderdi, Helsinki’nin yıldızıydı. Avrupa Birliği’nin kapıları o dönemde hem de hiçbir ödün vermeksizin açılmıştı. Şimdiki yönetim ise ödün verdiği halde Avrupa Birliği’nden kopmuştur.

Ama şimdiki iktidarın ilk yıllarında ülkede belki de hiç konuşulmayan konular konuşulmaya başlanmış hatta bundan dolayı belki de ilk kez gerçek demokrasi ve barış için bir umut doğmuştu. Yetmez ama evetçiler de bu umuda güvenerek evet demişlerdi.

Onlar işte sadece konuşuyordu ama biz iş yapıyorduk. Biz anlatmadık sadece, çünkü popülizm yapmadık hiçbir zaman, çıkıp da ‘İcraatin İçinden’ programları yapmadık. O bahsettiğim 80 küsur anayasa maddesi değişikliğini herkesin okumasını tavsiye ederim. O konuşulmadı dediğiniz her konu konuşuldu bizim o kısa iktidar olduğumuz dönemde ve hayata geçirildi. Ama ekonomik kriz döneminde olduğumuz için kimse bizi anlamadı çünkü anlatacak mecalimiz kalmamıştı. (Gülüyor) Ama işte sizin söylediğiniz o ilk yıllarda verdikleri sözlere bakarsanız samimi olmadıklarını anlıyorsunuz zaten. Biz o sözlere en başından beri inanmadık ve geldiğimiz nokta ortada. Avrupa Birliği’ni de iktidara giden yolda bir araç olarak görüyorlardı sadece ama o da belli oldu artık şimdi geldiğimiz duruma bakılınca. Gündüz gözüyle havai fişekler attıklarında ben genel başkandım ve o zaman da söylemiştim, Türkiye hiçbir şekilde ve bu yollarla Avrupa Birliği üyesi olamayacağı gibi tam tersi oradan uzaklaşacak, diye, nitekim de dediğimiz gibi oldu sonuç.

O dönemlerde herkes solda büyük bir atılım ve birleşme bekliyordu. Neden CHP-DSP birleşemediniz?

Zaten iki parti de bir ihtiyaçtan doğmuştu ve iki farklı parti olması önemliydi. CHP ve DSP ayrı ayrı etkin oldukları dönemde seçime girdiklerinde toplamları %30’un altına hiçbir zaman düşmedi. Bu yerel seçim hariç hiçbir zaman %30’ları göremediler. Bizim ulaşamadığımız kesime CHP, onların ulaşamadıklarına biz ulaşıyorduk, o yüzden kavga etmeyelim ki solu iki koldan büyütelim derdindeydik, ki o günün sosyolojisinde doğru hareket buydu. 2007 seçimlerinde benim de katkımla bir iş birliği yaptık, Baykal’la mitinglere katıldık fakat biz o seçimlerde %19 gibi bir oranla tarihin en düşük sol oyunu aldık. O günlerde bir Erdoğan rüzgârı esiyordu, bu yüzden belki de ne yapsak boşunaydı. Zamanın ruhu onu gerektiriyordu belki de. Ben de o ruha denk geldim. (Gülüyor) Şimdi koşullar değişiyor, rejim de değişti, iki kanatlı bir siyasete Türkiye götürülüyor, bugün yeniden oturulup bir birleşme düşünülür mü, onu bilemem ama o dönem bu iş birliği yanlış değildi.

Erdoğan rüzgarı esiyordu dediniz, acaba o dönemlerde toplumun bir kahramana mı ihtiyacı vardı?

Bütün toplumların bir kahramana ihtiyacı vardır psikolojik olarak ama artık kolektif değerleri harekete geçirmek lazım. Kahramana ihtiyacı olmayan bir toplum yaratmak lazım.

'ÇUBUK’TA SAYIN KILIÇDAROĞLU’NUN YAŞADIĞI OLAY KORKUNÇ BİR ŞEY. SÖYLEYECEK SÖZÜ OLMAYANIN YUMRUĞU KUVVETLİ OLUYOR SANIRIM'

Siz de Tayyip Erdoğan’a hakaretten yargılanarak tazminat cezasına çarptırılmıştınız ve bu yüzden arabanıza haciz gelmişti.

Maalesef Marmaris’te yaptığım bir konuşmam yüzünden mahkûm edildim, onu da içime sindiremiyorum açıkçası. Tayyip Bey dahil şimdiki siyasetçilerin birbirlerine söylediklerinin %1’ini bile söylememiştim, parlamentoda temsil edilen bir partinin genel başkanı olarak. Herkesi sindirmenin yolu daha o günlerden başladı ve şimdi hala devam ediyor.

Üstelik ifade özgürlüğü diye bir şey var.

Evet. Ama kendileri ‘siz hainsiniz, siz teröristsiniz, siz bölücüsünüz’ diyebiliyorlar. Süleyman Soylu benimle aynı dönemde Demokrat Parti’nin başkanıyken, benden bin kat ağır sözler söylüyordu Erdoğan’a.

Ama şimdi aynı yolda birlikte yürüyorlar. Siyaset böyle bir şey.

Öyle. Maalesef. Türkiye İttifakı yapalım dedi mesela, bu ne demek, ben cumhurbaşkanı olarak zaten Türkiye’yi temsil ediyorum, herkes bana biat etsin, yaptığım her şeyi onaylasın demek. Onların kafaların toplumsal uzlaşı diye bir şey yok. Böyle bir algıları yok. Keşke olsa. İttifak dediğiniz şey uzlaşıdır, karşıyı dinlemektir, herkesi hain ilan etmekle olmaz bu işler. İnsanların arkasından neler söyleniyor; ‘Gitmeseydin oraya, %9 oy aldığın bir yerde ne işin var’ deniyor. O zaman siz de az oy aldığınız yerlere hiç gitmeyin. Böyle bir şey olabilir mi? İçişleri Bakanlığı’nın ‘bu gün bunu yaptık, bu gün şunu yaptık’ gibi yaptığı açıklamalara bakın; bir çağdaş topluma kesinlikle yakışmıyor.

Bir zamanlar dönem arkadaşınız olan insanların şimdiki hallerini görünce ne hissediyorsunuz?

Bazıları o zamandan ne olacağını gösteriyordu gerçi. Adam olacak çocuk belli oluyor yani!!!

Neredeyse ülkenin yarısı vatan haini olarak ilan edildi. Toplumun diğer yarısı da buna inandı. En büyük ayrıştırıcı söylem buydu bana göre.

Evet, çok üzgünüm. Ne yazık ki buna da inanıyorlar. Bugün ülkeyi yönetenler başımızdakinin seçilmiş insan olduğuna ve Türkiye’yi kurtarmak için ona biat etmek gerektiğine, farklı düşünenlerin bölücü olduklarına inanıyorlar. Bu işin doğrusu karşı tarafı dinlemek, anlamaktır. Çubuk’ta Sayın Kılıçdaroğlu’nun yaşadığı olaya baksanıza, korkunç bir şey. Söyleyecek sözü olmayanın yumruğu kuvvetli oluyor sanırım.

70’leri, 80’leri, 90’ları, 2000’leri görmüş biri olarak hiç bu kadar ayrıştırıldığımız bir döneme şahit oldunuz mu

Hayır görmedim. Kesinlikle görmedim. 12 Eylül öncesinde bile, devrimci ve ülkücü gruplar varken, silahlı çatışmalar olduğunda dahi hiçbir zaman toplum bu kadar birbirinden ayrılmamıştı. Bakın, 2004’ten başlayarak bunların olacağını, ülkenin kutuplaştırıldığını, sonunun iyi olmayacağını devamlı söyledim. Ben biliyordum zaten demek için söylemiyorum, lütfen yanlış anlaşılmasın. Toplum her alanda ve anlamda siyaset eliyle bölünmüş durumda ve bu hayır getirmez, ülkenin geleceği için iyi bir şey değil bunlar. Ancak bu son seçimlerde toplumun kendi kendine siyasetçilere rağmen bunu aşabileceğini gösterdiğini düşünüyorum.

Sizce YSK’dan ne karar çıkar peki? Seçimin tekrarlanma ihtimali var mı?

Hukuk geçerli olacaksa tabii ki Ak Parti’nin itirazı reddedilecektir ama sanki gözlerini karartmışlar. Anadolu Savcılığı’nın sandık görevlileri hakkında başlattığı soruşturma, bir şeylerin hazırlanmakta olduğu gibi bir algı yaratıyor.

Teslim alınan belediyelerin bıraktığı borçlarda akıl almaz boyutlarda.

Evet. Keşke sadece ekonomi konuşabilsek ama o başka bir söyleşi konusu… Aynı yöntemle spor kulüpleri, futbol kulüpleri de battı. Sadece günü kurtarmak için, başarı kazanmış gibi bunlardan nemalanmak anlayışıyla yapılan bütün girişimler ülkeyi batırıyor. Tarımımız battı, hayvancılık battı, sanayimiz battı, sanayinin gayri safi milli hasıladaki payı o beğenmedikleri Türkiye zamanında %30’ken şimdi %13’e düştü. Spor bitti yahu. Futbol kulüplerinin tamamı altlarından kalkamayacakları borç yükü altında. Bittiler resmen.

Gelecekte daha demokratik bir ülke olmamıza olacağımıza dair bir umudunuz var mı?

Elbette var, zaman alacak ama olacak bu. Bu ne zaman olacak ve bedeli ne olacak bilmiyorum ama umut her zaman var. Ak Parti’ye oy veren hatta partili olan bir sürü insanın da durumdan rahatsız olduğunu biliyorum. Bütün devlet imkanlarının ve baskı araçlarının kullanılmasına rağmen yerel seçimlerde bu olduysa, güzel günler yakındır diye düşünüyorum.

Zamanın ruhu diyorsunuz devamlı ama dünyayı ele geçiren bir faşizm dalgası var. Tarihten ders almayıp insanlar hala nasıl Trump gibi faşist ve ırkçı liderlere oy verebiliyorlar sizce?

Mehmet Akif Ersoy demişti sanırım; tarih tekerrürden ibarettir diyorlar, ders alınsaydı hiç tekerrür eder miydi? (Gülüyor) Belli ki hiç ders almıyoruz.

Bu yapabilmek için ülkelerin geçmişiyle yüzleşmesi de gerekir. Türkiye de geçmişiyle yüzleşmek istemeyen ülkelerden.

Ne yazık ki! Bu biraz da eğitimle ve eğitim oranıyla ilgili. Yeterince okumayan ve okumamayı kutsayan bir dönemden geçiyoruz. Eğitimde ciddi sorunlar yaşıyoruz ve okuma oranında dünyadaki ülkeler arasında en gerilerdeyiz.

Basına gelelim; şimdiki basının durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çok üzücü. Türkiye’de basının büyük bir bölümü birilerinin PR’ını yapmak için kullanılıyor. Böyle bir görev üstlenmişler. İşini doğru yapmaya çalışan bir yığın gazeteci de ya baskı altında ya da hapiste.

Öne Çıkanlar